31 Temmuz 2015 Cuma

TATİL DÖNÜŞÜ

Bir Tatil Dönüşü
İkinci yılımı çalışmakta olduğum büyük bir kamu kuruluşunda hak ettiğim senelik iznimi kullanarak ilk kez çıkacak olduğum yaz tatilini çok sevdiğim arkadaşım Turan ile birlikte Erdek’te geçirmeye karar verdik. Üç günü Avşa’da, gerisi Erdek’te olmak üzere on beş günlük harika bir tatil yaptık.  Kalan son paramızla dönüş biletlerimizi aldık, Ankara’ya dönmek üzere akşamüstü otobüse bindik. Kaptanımızın,  Eskişehir’de, yazıhane olduğu söylenen bir yerde durup yarım saat ihtiyaç molası verdiğini duyurduğunda, saat gecenin on ikisini gösteriyordu. İlk kez durduğumuz bu kentin, gecenin o saatlerinde bile, parıltısı çok ilgimizi çekti.  Sonradan Porsuk Çayı olduğunu öğrendiğim bir büyük suyun iki yakası da renkli ışıklarla bezemiş, boydan boya görmemiz, gezmemiz için adeta bize durmadan göz kırpıyordu. Bu güzel manzarayı hayranlıkla izleyerek su boyunca hayli yürümüşüz. Yazıhaneye döndüğümüzde otobüsümüzün beş dakika önce kalktığını söylediler. Ardından da; “ Eğer şuradan bir taksiye atlayacak olursanız çok geçmez yakalarsınız otobüsü.” Diye akıl vermeyi ihmal etmediler. Bizde bu öneriyi uygun bulup orada hazır bekleyen bir taksi ile otobüsün peşine düştük. Şoförümüz arada bir ; “Filan yokuşta otopusu yakalarım, siz heç meraklanmayın.” türünden laflar ederek bir karanlık denizinde, yalnızca önünü aydınlatan farların ışığında, hızlı sayılamayacak bir tempo ile yol alıyordu. Bu tempoyla otobüsümüze yetişmemizin olanaksız olduğu düşünmeğe başladım.  Aklıma, taksi sürücüsünün dürüst davranmadığı, fazla yol kat ederek daha çok ücret almak amacında olabileceği düşüncesi geldi. Bunu yavaşça Turana da söyledim. O da benim gibi düşünüyordu. Sürücünün paramızın olmadığından haberi yoktu doğal olarak.  İşaretleşerek, sürücüye çaktırmadan, saatlerimizi kolumuzdan çıkartıp ceplerimize aldık. Üzerimizde para olmayınca kolumuzda sırıtan, oldukça kaliteli saatlerimize göz dikeceği açıktı.
Bir süre sonra yavaşladı, taksiyi sağa çekip durdu. Geriye dönerek; ”istiyorsanız devam edeyim, ama bundan sonrası düzlük. Otobüsler bu yolda sürat yaparlar. Onu yakalamamız çok zor ve hayli zaman alır. Ne dersiniz, devam edeyim mi?” İkimiz birden şehre dönmesinin daha doğru olacağını söylememiz üzerine yol üzerinde manevra yaparak döndü ve bindiğimiz yere tekrar geldik.
Borcumuzun elli lira olduğunu söyledi. Biz süklüm, püklüm on liradan başka paramız olmadığını, borcumuzun kalan kısmını Ankara’ya dönünce ödeyebileceğimizi, bunun için adresini vermesinin yeterli olacağını söylemeye çalıştık. Adam, “Ben paramı peşin isterim. Ankara’ymış, adresime göndermekmiş anlamam. O zaman binmeseydiniz arabama.” Diye kestirip attı. Bizim (her ne kadar alttan alsak ta) tartışmalarımıza diğer şoförler de karıştılar. Başka paramızın olmadığına ve yanımızda pantolon, gömlek ve pabuçlarımızdan başka vereceğimiz bir şeyimiz olmadığına adamları inandırmamız çok zor oldu ve hayli zamanımızı aldı. Şoförümüzün de orada bulunan diğer sürücülerin de insaflı olduklarını söylemek çok kolay değil. Gömleklerimizi ya da pantolonlarımızı çıkarıp bırakmamızı isteyenler olmadı değil.  Sonunda Ankara’ya varır varmaz göndereceğimize yeminler edip, şoförümüzün adresini yazıp cebime koyarak ellerinden kurtulmayı başardık.
Otobüs yazıhanelerinin her birini tek tek dolaşarak acıklı durumumuzu bütün içtenliğimizle anlatıp yardım istedik. Borcumuzu, varır varmaz oradaki yazıhaneye ödemek üzere bizi Ankara’ya kalkan ilk otobüse bindirmeleri için bütün şirinliğimizle dil döktükse de bir sonuç alamadık.  Dört yazıhanenin görevlileri sanki sözleşmiş gibi aynı şeyi söylüyorlardı; “Biz Ankara’yı tanımayız, onlar da bizi. Bu yüzden ücretini almadan sizi gönderemeyiz.” 
  Eskişehir’den Ankara’ya otobüs bileti yedi buçuk lira. Bir şekilde on beş lira bulmamız gerekiyor. Ama nasıl? Şehirde tanıdığımız kimse yok. Bu şehre ilk gelişimiz. Nasıl tanıdığımız olsun ki? Aklımıza hiçbir çözüm yolu gelmiyor. Gecenin bir yarısında bilmediğimiz bu şehirde nereye gidebiliriz, sabaha kadar nasıl oyalanırız hiçbir fikrimiz yok. Serseri mayınlar gibi bol ışıklı yerlerde dolaştık, banklarda oturduk, olabilecek en olumsuz durumları konuştuk, uykumuz geldi. Saat üçe geliyordu. Eskişehir’den trenin geçtiğini anımsadım. Turan’a, istasyona gidip Ankara trenine kaçak olarak binmeyi önerdim. “Başka seçeneğimiz olmadığına göre deneyebiliriz.” Dedi.
 Ortalıklarda kimsecikler yok. Tren garına nerde olduğunu, oraya nasıl gidebileceğimizi soracak birilerini bulmalıyız. Sakince akan çay boyunca banklarda uyuyan birkaç kişi dışında kimse göremeyince yazıhaneler semtine tekrar döndük. Bize tarif edilen yol boyunca yirmi dakika kadar yürüdük. İki katlı, demir parmaklıklı küçük pencereleriyle düzgün, şık istasyon binası karşımızdaydı. 
İkinci kapıyı açtığımızda, duvarlar boyunca yerleştirilmiş deri kaplı tekli, ikili ve üçlü koltukların bulunduğu bir büyük salona girdik. Salonda koltuklara gömülmüş uyuyan birkaç kişi vardı sadece. Biz de, yorgunluktan ve uykusuzluktan perişan bir halde üçlü bir koltuğa adeta yığıldık.  Umutsuzluğumuz ve geleceğimizin belirsizliği uyumamıza olanak vermiyordu. Turanla kaçak yolcular üzerine fısıldaşarak fikir yürütürken gişede görevli memur arka kapıdan girip makamına kuruldu. Biraz sonra, yine görevli olduğu resmi giyiminden belli olan bir başkası salona girdi. Uyuklayan kişileri dürtüp uyandırarak nereye gideceklerini, yolcu iseler biletlerini göstermelerini istiyordu. Bilet gösteremeyen, geceyi rahat koltuklarda geçirebilmek için orada bulunan bizim gibi yersiz, yurtsuzları kapı dışarı ediyordu. Belki de o bedavacı gece kuşlarını tanıyordu. Bizde bir kere daha şafak attı. Sabahı etmek için buradan daha rahat, daha konforlu bir yer bulabilmemiz olanaksızdı. Kovulacağımızdan emin, nefesimizi tutup bekledik. Bizim önümüze geldiğinde herhalde son derece düzgün olan kılık kıyafetimizden etkilenmiş olmalı ki bilet sormadan bakıp geçti.
Ankara yönüne ne zaman tren olduğunu öğrenmek için kalkıp gişenin önüne gittim. Memur, sabaha karşı dört kırkta gardan hareket edecek bir yolcu treni olduğunu söyledi. Eskişehir’le ilgili değişik sorular sorarak sohbet etmek istedim. Amacım, çaktırmadan konuyu kaçak yolcuya getirmek ve bilmemiz gereken bazı bilgiler edinmekti. Sohbetin koyulaşıp ilerlediği anlarda, umursamaz bir biçimde, trenlere kaçak binen insanların olup olmadığını sordum. Görevli cin gibi. Nereye varmak istediğimi ve niyetimi şıp diye anladı. Gülümseyerek; “Derdiniz, zorunuz nedir bilemem ama öyle anlaşılıyor ki siz trene kaçak binmeye niyetleniyorsunuz. Bana kalırsa bunu sakın yapmayın. Yakalanmama olasılığınız sıfır. Yakalanınca da ilk istasyonda trenden indirilirsiniz. Bunu göze alıyorsanız binin, siz bilirsiniz.” Dedi. Adamın leb demeden leblebiyi anlaması beni şaşırtmış, hem de cesaretlendirmişti. Ona başımıza gelen olayı anlattım. Hiç kimsecikleri tanımadığımız bu şehirde ne yapmamız gerektiği hakkındaki düşüncesini sordum. “Bekçiye söyler, sabaha kadar burada kalmanızı sağlarım. Ötesine de karışmam.” Deyip kestirip attı. Hiç olmazsa gecenin kalan kısmını uyuyarak geçirebileceğimiz güvenli sayılabilecek bir yerimiz olduğu için birazcık rahatladık.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandık. Uykumuz sırasında bekçinin müdahale etmesini önlemiş olan gişe memuruna teşekkür ederek oradan ayrıldık. Güneş yavaş yavaş binaların arasından yükselirken bulunduğumuz alanda bir canlılık oluştuğunu fark ettik. Kamyonlar, kamyonetler gelip yanaşıyor, meydanın şurasına, burasına bir şeyler boşaltıyorlardı. Bir Pazar kurulmakta olduğunu anlamakta gecikmedik. Pazarcıların mallarını indirip taşıyarak, olmazsa zengin hanımların filelerini taşıyarak para kazanabileceğiz geldi aklıma. Bu düşünceyi eyleme koymağa karar verip kamyon ve kamyonet patronlarından iş istedik. İhtiyaçları olmadığını söyleyip hepsi de bizi sepetlediler. Çaresiz, varlıklı hanımların filelerini taşıma umuduyla Pazarın hareketlenmesini bekledik. Bu arada ceplerimizi karıştırırken Turanın cebinde bulduğu bir yirmi beş kuruş bizi hayli sevindirdi. Onunla bir simit alıp paylaştık. Böylece kahvaltı sorununu bir ölçüde saf dışı bıraktık.
Güneş hayli yükselmiş, Pazarda da alış veriş oldukça hareketlenmişti. Gözüme kestirdiğim birkaç hanım teyzenin filesini taşıma isteyim ne yazık ki olumlu sonuç vermedi. Turanın girişimleri de sonuçsuzdu. Pazar yerinin bir tarafındaki duvarın üstüne oturduk. İşin içinden nasıl çıkabileceğimiz konusunda görüşlerimizi ortaya döküyoruz. İkimiz de Ankara’da aynı kurumda çalışıyoruz. Kurumun Eskişehir’de bölge müdürlüğü de var. Soruşturup yerini bulabiliriz, ancak o gün Pazar. Resmi kurumlar kapalı. Bugün bir şekilde Ankara’ya ulaşmalıyız. Çantalarımız otobüsle gitti. Ayrıca yarın kesinlikle işbaşı yapmalıyız. Çaresiz, berbat bir durumdayız. Polise gitmek ikimizin de aklının ucundan geçmiyor. Bir an büro arkadaşım Ülkü hanımın, konuşmalarımız sırasında söylediği bir cümle beynimde şimşek gibi çaktı. Ailesinden söz ederken, “ Babam Eskişehir tren garında ambar müdürü.” Dediğini anımsadım. Yardım isteyebileceğimiz tek insan o olabilirdi. Yeniden gara gittik. Hala gişede görevini sürdüren memur karşısında bizi görünce, “Gençler siz hala burada mısınız? Buraya döndüğünüze göre bilet parası bulamamışsınız anlaşılan.”  Ben “ Neden? Tren bileti almak için gelmiş olamaz mıyız?” Diye karşılık verdim. “Hayır, bu yüzden gelmezsiniz. Çünkü tren bileti otobüs fiyatının iki katı. Para bulsanız otobüse binerdiniz, haksız mıyım?  Bakın üzüldüm şimdi durumunuza. Benden ne istediğinizi söyleyin.” Gerçekten de bilet filan alacak durumda değiliz. Size birini soracağız. Yardım ederse bize o eder. Sizin garda ambar müdürü. Kızı çalıştığım yerde büro arkadaşım. Onu bulmalıyız. Pazar olduğu için mesaide olmadığını biliyoruz, ama siz onu tanırsınız. Bize evinin adresini verebilirsiniz. Sizden bunu istemeğe geldik.”  Biraz düşündü ve “Burda iki tane ambar var ve iki de müdürü. Amma ben sizin aradığınız müdürü biliyorum; Tahsin bey. Diğer müdür Asım beyin öyle çalışacak kadar büyük çocuğu filan yok. Tahsin Bey bizim kurumun lojmanlarında oturur. D blok 11 numara.” Lojmanlara nasıl gideceğimizi de tarif edip bizi yola vurdu.
Yüksek duvarlarla çevrili büyük bir siteye iki kanatlı, kanatlardan biri aralıkça duran demir bir kapıdan girdik. İki katlı en az bir düzüne apartman var. D Bloku bulmak zor olmadı. 11 numara ikinci katta. Binanın dışından yüksek bir merdivenle çıkılıyor. Turan aşağıda kaldı, ben basamakları heyecanla çıkmağa başladım. Ya evde değilse. Ya yanında parası yoksa. Ya da var, vermezse. O güne kadar tanımadığım birisinden değil para hiçbir şey istemek zorunda kalmamıştım. Merdivenin sonuna vardığımda nefesimin daraldığını, biraz dinlenmeden konuşamayacağımı duyumsadım. 11 numaralı kapının önünde ne kadar bekledim hatırlamıyorum. Sonunda sanırım zile bastım. Derin bir nefes alıp beklemeğe başladım. Sonra bir kere daha basıp inmeğe hazırlanırken üzerinde pijamaları ile kel kafalı, kısa boylu, orta yaşlı bir bey kapıyı araladı, kafasını dışarı uzatıp; “Buyur delikanlı. Kimi aramıştın?” “Şey ben Tahsin beyi aramıştım. Burada oturduğunu söylediler. Umarım yanlış kapıyı çalmadım.” Tahsin amca beni aşağıdan yukarı süzdükten sonra; “O dediğin benim. Seni tanıyamadım. Beni neden uyandırdın bu Pazar günü? Ne istiyorsun benden?” “Sizi rahatsız ettiğim için çok özür diliyorum. Ankara’dan kızınızın büro arkadaşıyım. Arkadaşımla bu şehirde beş parasız kaldık.” Başımıza sardığımız belayı ve geceden buyana çaresizlik içinde nasıl perişan olduğumuzu ayrıntılara girmeden anlattım. Ayrıca kızının gerçekten de samimi bir arkadaşı olduğumu kanıtlayabilecek özel bilgiler sundum. Kızı Ülkü ile aynı semtte oturuyorduk. Kocası askerdeydi. Pazar günleri dört yaşındaki kızı Cansu’yu parka götürürdüm. Sonunda; “Ankara’ya varır varmaz ister kızınıza vermek koşulu ile isteseniz adresinize hemen postalanmak üzere bize yirmi lira verebilir misiniz?” diyerek geliş nedenimi söyleyebildim. “Kusura bakma delikanlı. Maalesef sana verecek beş kuruşum yok.” Dedi ve kafasını içeri çekip kapıyı yüzüme kapadı. Çok fazla ümitlenmemiştim zaten. Başı önüme eğik bir şekilde merdivenleri ağır ağır indim. Suratımın şeklinden sonucun olumsuz olduğunu Turan anlamıştı. “Bu kapı da kapalı ha!” dedi sadece. Apartmanın önündeki bir ağacın altında bulunan banka oturduk. Bir iki dakika geçti geçmedi Tahsin amca merdivenin tepesinde göründü. “Demek hala burdasınız. Gitmediğiniz iyi oldu. Bekleyin, yanınıza geliyorum.” Diyerek merdivenleri indi, yanımıza gelip oturdu. 
“Bakın genç adamlar, size bir olayı anlatacağım. Dedi ve Çorumda ilk göreve başladığı yıl çok samimi bir arkadaşının adını vererek kendisinden atmış beş lira olan maaşının elli lirasını iki gün içinde geri ödemek üzere almayı başaran ve bir daha hiç ortaya çıkmayan bir dolandırıcı yüzünden artık kimselerin kendisini kandırmasına fırsat tanımamağa, kim olursa olsun borç para vermemeğe yemin etmiş olduğunu, bu nedenle yardım etmeyi düşünmediğini söyledi. Ben kendisine; “Çok haklısınız, size söyleyecek sözümüz yok. Ne diyebiliriz ki. Denize düşen balığa sarılır. Belki bir umut diye gelmiştik size. Olmadı. Burada ne yapacağımızı düşünüyoruz. Elbet bir yol bulacağız.” Adam gülümseyerek;  “Kızımla ilgili söylediğin bilgilerin hepsi doğru. Belli ki onu iyi tanıyorsun. Ayrıca içimde sizin bir dolandırıcı olmadığınız gibi bir his var. Bu yüzden size istediğiniz parayı vermeğe karar verdim. Bunu yapmazsam kızım da bana darılabilir. ”Diyerek cüzdanını çıkardı, bize yirmi lirayı verdi. Parayı Ankara’da kızına verebileceğimizi de söyleyip bize iyi yolculuklar diledi. Teşekkür edip elini öptük ve zaman yitirmeden otobüs terminalinin yolunu tuttuk.
Ankara’ya yarım saat sonra kalkacak otobüse bilet aldık. Kalan beş lirayla karnımızı doyurduk. Hiç bu kadar lezzetli bir yemek yememişiz gibi geldi bize. Sonra da büyük bir keyif ve mutlulukla otobüsümüze binip yerlerimize oturduk.         





2 yorum:

  1. hakikaten cok eglenceli bir hikaye, ne tarafindan tutsam guluyorum, su kenarinda vakti unutup otobusu kacirmak, bes parasiz taksiye binmek, kacak tren yolculugu tesebbusu. super!

    YanıtlaSil