28 Aralık 2015 Pazartesi

BEN SENİ UNUTAMAM


Ben seni unutamam
Sen unutsan ne çıkar
Kimseye anlatamam
Bir kor içimi yakar


Beni unut diyorsun
Acımı bilmiyorsun
Ellerle geziyorsun
Yıkar bu beni, yıkar


Seherde öten bülbül
Açılan her gonca gül
İçin, için bu gönül
Ağlar, yollara bakar







13 Aralık 2015 Pazar

BAHAR YELİ


Sesin bir bahar yeli
Aşka davet sunuyor
Gözlerin bir ateş mi?
Seni gören yanıyor


Bahtsızım aşktan yana
Derdinle yana, yana
Kul eden sensin ama
Alem beni kınıyor


Dargınlıkları duyan
Tavrıma gönül koyan
Sevdamı anlamayan

Bu aşk bitti sanıyor
GÖÇ EDELİM


Solmamışken baharının gülleri
Haydi göç edelim biz bu yerlerden
Sarmak için ip incecik belleri
Haydi göç edelim biz bu yerlerden


Günler değişmiyor bahar, yaz ile
Zaman geçmez sohbet ile, saz ile
Gülüp eğlenmeye gelin, kız ile
Haydi göç edelim biz bu ellerden


Sevda içimizde gizli bir özlem
Ne seven var bizi, ne de bekleyen
Bu kadar perişan yaşamak neden ?

Haydi göç edelim biz bu yerlerden
                           AV  PEŞİNDE


Dayısından yediğim tokatın acısından çok Bengü’nün, kendisine askıntı olan, tanımadığı birisi olduğumu söylemiş olmasının acısı henüz yüreğimi dağlamağa devam ettiği günleri yaşıyordum. Bir Pazar günüydü. Henüz Yozgat yurdunda kalıyordum. Oda arkadaşım, sırdaşım, can yoldaşım Turan bir tanıdığını ziyarete gitmişti. Canım burnumdaydı. Biraz ders çalışmayı denedim. Kafama bilgi kırıntısı bile girmiyordu. Çıktım, avare yürümeye başladım. Bir süre sonra Konservatuvarın yan tarafındaki otobüs durağında olduğumu fark ettim. Nereye gittiğine bakmaksızın gelen ilk otobüse atladım. Otobüsün ikili koltukları oturan yolcularla doldurulmuştu. Tek boş yer olan, bir genç kızın yanındaki koltuğa oturdum. Karamsar, kızgın, küskün hayallerime dalıp gitmişim.
-Burası nere?  Diyen bir sesle dalgınlığımdan uyandım.
-Bana mı soruyorsunuz? Vallaha ben buraları hiç bilmiyorum, ilk defa geliyorum.
-Durak ismi yazmıyor da. Siz belki biliyorsunuzdur diye sormuştum.
-Nerde inecektiniz? diye sordum.
-Bilmiyorum. Ya siz?
-İnanın ben de bilmiyorum.
Yüzüme bakıp gülümsedi, ben de ona gülümsedim.
-Yani gideceğiniz yerin adresini mi bilmiyorsunuz? Dedim.
-Hayır nereye gideceğimi düşünmeden, amaçsızca bindim bu otobüse. Evde çok bunaldım. Biraz hava alayım diye çıktım.
Onun duyamayacağı, mırıldanır bir sesls;
-Şu işe bak, rastlantı ancak bu kadar olabilir.
-Bi şey mi dediniz iyi duyamadım da.

Şey, diyeceğim şu ki, inanmayacaksınız bana, ama size yemin ederim ben de yurttaki odamdan aynı duygularla çıkmıştım. Yani çok canım sıkılıyordu, biraz hava alayım diye çıktım. Bu otobüse de nereye gittiğine bakmadan, öylesine bindim. Ve otobüste tek boş koltuk burasıydı. Bu rastlantının bir anlamı olmalı değil mi?
Gene karşılıklı gülümsedik.
-Siz yurtta kaldığınıza göre öğrencisiniz galiba. Nerde okuyorsunuz?
Bu soruyla birlikte koyu bir sohbet başlamış oldu. Birbirimize isimlerimizi söyleyerek tanıştık. Adı Gülşen di. Ne kadar güzel bir isim olduğu, ona nasıl da yakıştığı geçti aklımdan. Durumlarımızdan, ailelerimizden, yaşantımızdan söz ettik. Bir süre sonra siz, bizliği de bırakıp sohbetimizi senli, benli sürdürmeye başladık.

İki yıl kadar önce, şehirlerarası kamyon şoförlüğü yapan, kendinden on üç yaş büyük birisiyle ailesinin arzusu üzerine on yedi yaşında evlendirildiğini söyledi. Kocası, her ayın nerdeyse tamamını dışarılarda geçiriyormuş. Eve gelebildiği birkaç günde de daha çok arkadaşlarıyla içerek vakit geçiriyormuş. Gereksinimler için bir miktar para bırakıp belirlenemeyen bir zamanda dönmek üzere çıkıp gidiyormuş.

-Onu sevecek kadar fırsatım olmadı. Onun da beni yeterince tanıdığını, sevdiğini düşünmüyorum. Senin anlayacağın pek mutlu sayılmam. Bu yüzden de çok sıkılıyorum. Kendimi sokaklara vuruyorum böyle. Başka ne yapabilirim ki. Sence ben haksız mıyım? Haksız sayılmam değil mi?

Bence asla haksız sayılamazdı. Böyle bir kadının ömrünün en güzel yıllarını boş bir evde, tek başına oturup, ne zaman geleceği belli olmayan, kocasını bekleyerek geçirmesi bence de hiç adil değildi.  O kadar genç ve narindi ki. Asla evli bir kadın gibi görünmüyordu.
Evli olduğunu söyleyinceye kadar onun lisede ya da üniversitenin ilk sınıflarında okuyan bir genç kız olduğunu düşünmüştüm. Hafif etine dolgun olmasına karşın, mükemmel bir vücudu vardı. Bukle, bukle sarı saçlarını, özenle yaratılmış yüzünün güzelliğini, iri, zeytin yeşili, bakan birinin doğrudan kalbine bir ok gibi saplanan harika bir çift göz tamamlıyordu. Ucu hafifçe kalkık küçük burnu, cazibesini bir kat daha artırıyordu. Kısacası, yaratılışı, Yaratanın boş bir zamanına denk gelmiş olan şanslı bir yaratıkdı.

“Tanrının beni böyle hoş bir rastlantıyla ödüllendirmesinin bir anlamı olmalı. Bengü’nün kalbimde açtığı yarayı sarıp iyileştirme görevini yüce Tanrı bu kadına mı vermişti yoksa. Yoksa İlahi gücün, haftalardır çektiğim gönül acısını dindirmek için bana bir ödülü müydü Gülşen. Bir gün mutlaka, bu güzel kadını koluma takıp Bengü’nün karşısına çıkmalıyım. Yeryüzünde sadece kendisinin olmadığını ona göstermeliyim.” Aklımdan şimşek gibi geçti bu düşünceler.

Ertesi gün akşamüstü saat altı civarında Dikimevi Pastanesinde buluşmak üzere sözleştik. Tekrar indiğimiz otobüs durağına yürüdük. Az sonra gelen bir otobüse binmek üzere hareketlendi. El sıkışarak ayrıldık. Bulunduğum taraftaki bir koltuğa oturuşunu izledim. Otobüs hareket edince, dünyanın en tatlı gülücüğüyle el salladı. Bütün kibarlığımla, şirinliğimle ve coşkuyla karşılık verdim.  Otobüs dönemecin arkasında kayboluncaya kadar ardından baktım. Hiç uyanmak istemediğim bir güzel rüyanın ortasında gibiydim. İçim içime sığmıyordu adeta. Bu bir mucizeydi sanki. Başka nasıl açıklanır, nasıl yorumlanabilirdi ki?

O gece geç vakitlere kadar gözüme uyku girmedi. Yarınki buluşmamızda onun ilgisini çekecek neler anlatmalıydım ona? Gülşen’in güvenini nasıl kazanmalıydım? Kendime nasıl bağlamalıydım? Beni çekici bulmasını, hatta beni sevmesini nasıl sağlamalıydım? Tanrım, aklıma hiç ilginç şeyler gelmiyordu. Randevumuza bir çiçekle gitmem yakışık alır mıydı ki. Para sorunum yoktu. İki aydır DSİ de çalışıyordum. Gülşen’in arzu ettiği her şeyi ona alabilirdim. Ona pastanenin en güzel pastasını, en güzel tatlısını ısmarlardım. Beni yorgun düşüren bu tarz düşüncelerle boğuşurken uyumuşum.

Randevu saatinden en az on dakika önce pastanedeydim. İçerde bir tur atıp, ısmarlayabileceğim ilginç yiyeceklere bir göz attım. Sonra dışarı çıktım, bir ağacın gölgesinde Gülşen’in gelmesini bekledim. Tam saatinde ara sokaktan pastaneye doğru yürüdüğünü fark ettim. Pastanenin kapısında karşıladım onu. Öpüşmek üzere yanağını uzatması kaygılarımın uçup gitmesini sağlamaya yetti. İçeri girdik, köşede boş bir masaya oturduk.

Üzerinde mavi, iri çiçekleri olan çok şık bir elbise vardı. Süründüğü koku, o güne kadar burnumun tanık olduğu en güzel kokuydu. Makyajı hiç abartılı değildi. Ne yandan baksan görgülü, kültürlü ve varlıklı görünen bir havası vardı. Gülümseyerek bakıyordu gözlerime. Her şey ona o kadar yakışıyordu ki. Bir süre ikimiz de bir şey söylemeksizin bakıştık. “Tanrım! Ne kadar şanlıyım ben. Bu güzel kadını hak etmek için kimi dardan çekip kurtardım, kime can suyu sundum, nasıl bir sevap işledim ki?”

Garsona siparişlerimizi verdik. Beklerken gülümseyerek gözlerime bakıp; “Ben sana her şeyimi anlattım, şimdi de anlatma sırası sende. Bana kendinden söz et. Nerelisin? Ailen nasıl? Kardeşlerin, arkadaşların, okulun? Yani seninle ilgili her şeyi bilmek istiyorum.” dedi. Bu sözleri kalbimi, ruhumu havalara uçurmağa yetti de arttı. Sesimin en yumuşak tonuyla, bir saate yakın bir süre, onun sormadığı konuları da anlattım. Bu arada garsona yeni siparişlerimiz oldu. Bana çok çabuk geçmiş gibi gelen iki saati aşkın bir sürenin sonunda Gülşen; “Bir akrabama daha uğrayacağım, artık kalkmam lazım.” diyerek ayağa fırladı. Bir öğrenci için hiçte küçümsenemeyecek bir hesap ödedim ve pastaneden çıktık.

“Sokağın ilerisindeki fotoğrafçıda resimlerim var, bugün verecekti. İstersen birlikte yürüyelim, oradan ayrılırız.” Dedi. Yürürken; “Yarın nasılsa Cumartesi. İşe gitmiyorum. Daha erken buluşabiliriz. Ne dersin? Öyleden önce buluşalım mı?”  Sorumu, tatlı ve biraz da çapkın bir gülümseme ile yanıtladı. “Benimle birlikte olmayı çok mu istiyorsun? Yarın çarşıya çıkacaktım zaten. İstersen birlikte çıkarız.”
Sevincimi belli etmemeye çalıştım. Daha o andan başlayarak, yarınki beraberliğimizin hayalini kurarken, kapısının üstünde –Foto Şahin- yazan fotoğrafçı dükkanından içeri girdik.

Birisi büyütülüp çerçevelenmiş, gerisi de bir zarfın içinde olan resimleri fotoğrafçı Gülşen’e uzattı. Borcunun yirmi tl. olduğunu öğrenir öğrenmez Gülşen’in ödemesine fırsat bırakmadan çıkarıp ödedim. Foto Şahinden çıktık, yine gülümseyen zeytin yeşili gözleriyle gözlerime baktı, içimi yaktı, bir kez daha gönlüme aktı, içten bir yanak öpücüğüyle ayrıldık.

Evelsi akşam yurda gelmediği için anlatma fırsatı bulamadığım Arkadaşım Turan’a, başıma gelen bu harikulade olayı başından sonuna kadar, coşku içinde anlattım. Şaşkınlıkla, merakla ve gözleri parlayarak dinledi beni. Aslında kadın, kız konularında oldukça şanslı ve yetenekli olduğumu söyledi. Daha başka hoş sözler de söyledi. Egomu bir hayli kabarttı. Kendimle gurur duymağa başladım. “Bu güzeller güzeli yengemizi ne zaman benimle tanıştırmayı düşünüyorsun acaba?” diye sormasını bekliyordum. Nitekim kinayeli biçimde sordu.
-Ne zaman tanışdıracaksın beni? 
-Elbet onun da sırası gelecek. Sana bunun çok uzun sürmeyeceğini söyleyebilirim. Bak bunu ilk defa sana anlattım. Şimdilik kimseye bi şey söyleme lütfen.  Dedim ve konuyu kapattık.

O gece yine yatağımda geç saatlere kadar müthiş hayaller kurdum. Hayallerimin odak noktası, bizi kimsenin rahatsız etmeyeceği, istediğimiz zaman birlikte olabileceğimiz, çılgınlar gibi aşkımızı yaşayabileceğimiz, sevişebileceğimiz bir mekan sağlamaktı. Öğrenci yurdunda bunun olması olanaksızdı. Gülşen’in evine gitmek de onun için tehlikeli olabilirdi. Gerçi bana, onun evinde buluşmamızı düşündürecek hiçbir iması bile olmamıştı ama. Yurttan ayrılıp bir ev kiralayarak oraya taşınmak bile hayallerim arasındaydı. “Neyse, işler biraz daha ilerlesin hele, bunu birlikte düşünüp, kararlaştırırız.”

Cumartesi günü saat on bir sularında Ulus Meydanındaki Akman  Pastanesinde buluştuk. Birer dondurma yedikten sonra Anafartalar caddesine yöneldik.  Cadde boyu birkaç mağazaya girip çıktıktan sonra, şimdi ismini hatırlayamadığım ünlü bir ayakkabı mağazasına girdik. Gülşen bir yığın ayakkabıyı giyip çıkardıktan sonra birinde karar kıldı. Yüz on lira olan ayakkabıyı sıkı bir pazarlıkla doksan liraya indirdi. Yanımda yüz elli lira kadar param vardı. Ayakkabının parasını ona verdirecek değildim herhalde. Sevdiğim kadın için değil doksan, yüz doksan da helal olsun. Parayı ödedim. Mağazadan ayrılmak üzereyken çıkışta vitrindeki çantayı göstererek; “Aaa! Uzun zamandır hayalini kurduğum çanta bu. Almazsam uyku uyuyamam.” Diyerek tekrar içeri yöneldi. Tezgahtar, Gülşen’in çantayı taksitle almak istediğini öğrenince pazarlık yapmadı. Yüz atmış liraya, altı taksitte ödenmek üzere çantayı aldık. Peşinatı olan yirmi beş lirayı da ödedim. Kalanına da kefil oldum, mağazadan ayrıldık. Vakit öylen olmuştu. Yine Anafartalar Caddesinde bir restorana girip yemek yedik. Paramın kalanını da orada yemeğe ödedim. Artık sadece yol parasına kaldı cebimde. Şükür ki yeni bir alış veriş daha yapmadı. O semtte oturduğundan söz ettiği teyzesini ziyarete gideceğini söyledi.  Ertesi gün için yine randevulaştık ve saat üç sularında ayrıldık.

Pazar günkü buluşmamızda Gülşen’i Atatürk Orman Çiftliğine götürmeyi düşünüyordum. Orada ona, sürprizimi açıklayacağım. Kimselerin bizi rahatsız edemeyeceği arkadaşımın evine gitmeyi teklif edeceğim. Buna çok sevineceğinden eminim. Eğer orda da rahat edemezsek ben de arkadaşım gibi bir eve çıkarım. Evi dayayıp döşemem gerekmez. Bir somya, bir masa, iki sandalye yeter de artar bile. Kirası da 250 tl. yi geçmemeli.
Akşam olmadan fakülteden sınıf arkadaşım olan Naci’yi bulmam gerekiyordu. Naci Sıhiye’nin arka sokaklarında, bir apartmanın bodrum katında bir arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Önümüzdeki hafta içinde, onun için uygun olan bir günde birkaç saatliliğine evin anahtarını istemeyi planlıyordum. Önce, Maltepe’de onun sıkça gittiği kahveye uğradım, orada yoktu. Oradan evine yollandım. Kapıyı birkaç kez çaldım ses seda yoktu. Sokağın karşı sırasındaki kahvehanede, evin kapısını görebileceğim bir konumda bir sandalye çekip oturdum.

Yarım saate yakın bir süre sora, elinde birkaç kitapla sokağın köşesinde Naci göründü. yerimden fırlayıp, içeri girerken yetiştim. El sıkıştık, içeri buyur etti.  Pabuçlarımızı kapının arkasında bırakıp birlikte içeri girdik. Okuldan, derslerden, hocalardan söz ettik.
Kız arkadaşına getirdim lafı. Sık sık buraya geldiğini, ciddi, güzel, mutlu bir beraberlikleri olduğunu söyledi.
-Benim de güzel bir kız arkadaşım var. Ama el ele tutuşmaktan öte bir yakınlığımız olmuyo. Bu durumdan ikimiz de mutlu değilik.
-Neden daha ötesi olmuyo? İkiniz de isdedikden sona. Kim engel oluyo ki? Ya da neden çekiniyonuz ki?
-Kimse engel olmuyo, kimseden çekindiğimiz de yok da, sokak ortasında sarılacak, öpüşecek halimiz yok ki gardaşım.
-Haa! Şimdi anladım, sen benden evi vermemi isdiyon, onun için geldin.
-Öyle değil be Naci de, valla ocağına düşdüm yani. Evde olmadığınız bir gün, birkaç saatliğine bana anahtarı verebilirsen bu iyiliğini hiç unutmam. O zaman dile benden ne dilersen. Evi bıraktığından daha temiz, daha derli toplu teslim ederim emin ol yani.

Sonuçta Naci, önümüzdeki haftanın Perşembe günü, saat bir ile üç arası evi kullanmama izin verdi. “Yalınız, girip çıkarken dikkatli olun, kimsenin olmadığı zamanı gollayın. Laf söz olmasın. Sana yedek anahtarı veriyim. İşiniz bittiğinde anahtarı sana gostereceğem yere bırakırsın.” Kalkıp Naci’nin boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. Sevincimi belli etmemek için, gereksiz kalkıp lavaboya gittim. Lavabodan dönüşte de; “O zaman ben izin isteyim. Bu müjdeyi Gülşen’e hemen vermem lazım.” Diyerek ayaklandım. Naci kitaplık rafındaki bir kutudan aldığı anahtarı bana verdi. Dışarı çıktık. Bahçe duvarındaki bir kovuğu gösterdi; “İşin bitince anahtarı buraya koyarsın, tamam mı?” Öpüşüp Naci’den ayrıldım.

Pazar sabahı Gülşen’le dikimevi pastanesinde buluştuk. Pastanedeki kahvaltı sırasında ona, “ Bugün Atatürk Orman Çiftliğine gidelim mi? Daha önce hiç gitmiş miydin? Ben bir kere gittim, ama tam olarak gezdiğim söylenemez.” Dedim. O da; “Ben hiç gitmedim. Doğrusu görmeyi isterim, çok iyi olur.” Dedi. Pastaneden ayrıldıktan sonra Cebeci Tren İstasyonuna indik. Kısa bir süre sonra trendeydik.

Çitlikte hayvanat bahçesini gezdik. Yürümekten yoruldukça ağaçların altındaki banklarda oturduk, iki fıkra anlattı gülüştük. Ötemizdeki bankta bir oğlanla sevgilisi kollarını birbirinin boynuna dalamış olarak oturuyorlardı. Bu sahneden aldığım cesaretle bende kolumu Gülşen’in boynuna attım. Tepki vermeyince de sarılıp biraz daha kendime çektim. Daha fazlasına cesaretim yetmedi. Perşembe günü bir arkadaşımın evini ayarladığımı, orda baş başa kalmayı çok arzuladığımı söyledim. Önce gelemeyeceğini, bunun daha sonraki bir zamanda olabileceğini söyledi. Evi bulmamın çok zor olduğunu, belki de mümkün olmayacağını söyleyerek ısrar ettim, kabul etmesi için kırk dereden su getirdim, hatta yalvardım. Sonuçta kabul etti. Sevinçten sarılıp, dudağından öpmeye cesaretim yetmediğinden, yanaklarından öptüm. “Perşembe olması iyi oldu. Bende bu arada Eskişehir’e anneme gider iki gece kalır dönerim.” Dedi. Oturduğumuz banktan kalkarken ben Perşembenin hayalini kurmağa başlamıştım bile.

Öyle yemeğini Çiftlik Restoranda yedik. Yine oradaki kahvede çaylarımızı içtik. Atatürk köşkünü, yüzme havuzunu, çiftliğin gezilecek başka yerlerini gezdik. İkindi vakti istasyon bölgesine döndük. Birer de çiftlik dondurması yedikten sonra dönüş trenine bindik.

Pazar akşamları yurtta, oda sakinleri saat on’dan itibaren bir araya gelir, zamanımızı gece yarısına dek gırgır ve şamata ile geçirirdik. Herkes hafta içinde karşılaştığı ilginç konuları anlatır ya da çeşitli konuları tartışırdık. O akşam, daha gırgır başlar başlamaz Turan benim maceramı ortaya yumurtladı. Ne kadar istemesem de beş oda arkadaşımın hepsi birden anlatmam için üzerime çullandılar. Aslında başarımı, yeteneğimi, cazibemi sergileyip popülaritemi yüceltmeyi  istemiyor değildim içten içe. Ayrıntılara fazla girmeden nasıl tanıştığımızı, kadının ne kadar güzel olduğunu, el ele, göz göze gezmelerimizi, ona aldığım hediyeleri anlatmağa başladım. Herkesin ağzının suyu akarak, beni can kulağıyla ve kıskaçlıkla dinlediğinden emindim. Bir ara, adı Ümit olan, ama herkesin ‘Pala’ diye ünlediği hukuk öğrencisi arkadaşımız;

-Bi Dakka, bi Dakka! Sen bu kadınla Mamak otobüsünde karşılaştın. Hafif balıketinde, orta boylu, gözleri koyu yeşil demiştin değil mi? Yüzünde, sağ kulağının altında siyah bi ben var mıydı?
Gülşen’in yüzünü gözümün önünde hayalettim. Gerçekten de, tam da Pala’nın dediği yerde, yüzünün güzelliğini bir kat daha artıran siyah bir ben vardı. Ama Pala nasıl bilebilirdi ki bunu?

-Oğlum sen kadını benim yanımda nerde gördün ki de bunu biliyon? Yoksa işkembeyi kübradan atıyon mu?”      

-Peki ellerini tuttuğuna göre sorabilir miyim, sağ el başparmağının üstünde mercimek gibi guccük bir siğil var mıydı?
Çitlikte bankta otururken iki elini de avucumun içine almış, birkaç kez dudağıma götürmüştüm. O ara parmağının üstündeki siğili fark ederek, isterse onu yok ettirebileceğini söylemiştim. Şaşkınlığım artmış olarak;

-Bu olanaksız, nasıl olur, bu dediğin de doğru.
Odadakiler merak içinde bir bana, bir Palaya bakıp diyaloğumuzun sonunun nereye varacağını merak ve şaşkınlık içinde izliyorlardı.

-Dur hele, pastanelerde, lokantalarda, alışverişlerde parayı hep sana ödetmedi işallah? Allah bilir, satın aldığı eşyalara kefil de olmamışındır. Bunları da yapdın deği mi?

-Doğru söylüyon, yahu gardaşım, sen ajan mısın, casus musun işi gucü bırakıp bizi mi izledin, bütün bunnarı nerden biliyon Allaaşgına?

Alış veriş için seni Gızılay’a gotürdü, doğru mu? Sana iki de fıkra anlattı Allah biliyo. Yemekden soğna da seni bırakıp, Gale’de oturan halasına getdi.  En son olarakdan da evde buluşma teklifini gabul etti, değel mi?

-İşde şimdi çuvalladın. Gızılaya gitmedik, Anafartalar çarşısına gitdik. Amma ondan soğnaki söylediklerin de doğru. Vallaha yani bu dedikleriyin hepsi doğru, doğru olmasına da senin bunları nasıl bildiğine akıl, sır erdirmediğim de doğru. Bu işin içinde bi iş var emme ben içinden çıkamıyom.

-Dahasını da söyleyim mi? Adı Gulşen. Gocası ağır vasıta şoforu. Eve gotüreceğin gun buluşmaya da gelmiyecek, goreceksin.

Lan oğlum, sen bu gadınla gorüşüyon mu? Bütün bu söylediklerini nerden biliyon? Beni çıldırtma, bunun bi açıklaması olması lazım.
Turan araya girdi. “Ulan mangafa, hala anlamadın mı? Pala gadını tanıyo. Sana yapdığı numarayı başkalarına da yapmış belikli. Umut da bunu biliyo. Öyle mi Pala?”

-Başgalarını bilemem emme bu aynı numarayı bana da çekdi. Harcadıklarımın dışında 560 lira da taksit borcunu ödüyom şimdi. Kefil oldum çünkü. Utandığımdan kimselere söylüyemediydim. Bu gadın çaylak avcısı oğlum, o belediye otobüsünde bizim gibi enayi çaylakları avlıyo. Olaydan daha önce haberim olsaydı bu Avanak Avni de av olmazdı.

Perşembe günü randevu saatinden önce buluşma yerindeydim. Oda arkadaşım Pala içime büyük kuşkular salmıştı. Ona inanmakla inanmamak arasında sıkışıp kalmıştım. Buluşma saati geldi, on dakika geçti, yarım saat geçti, iki saat geçti. Yaprakları yolunmuş bir ağaç gibi öylece dikilip kalmıştım buluşma yerinde. Giderek azalıp tükenmeye yüz tutmuş bir ümitle bekledim, bekledim. Civarlarda bir tur atıp tekrar döndüm. Gülşen’den eser yoktu. İçimdeki son ümit kıvılcımı da sönmüştü. Arkadaşım Palanın söyledikleri doğruydu galiba. Ben de onun akıbetine uğramış, Gülşen’in avı olmuştum. Güneş batarken, ilk fırsatta Palanın öyküsünü de ayrıntılı bir biçimde dinlemek arzusuyla ve dünyanın en bahtsız insanı olarak buluşma yerini terk ettim.

Bir hafta boyunca, işten çıktıktan sonra akşam karanlığına kadar Konservatuar durağında  Mamak otobüslerini izledim. Ama Gülşen’in izine rastlayamadım.
   

              



4 Aralık 2015 Cuma



ÇARE VAR MI


Bahçemde açan gonca gül
Ayrılığa çare var mı ?
Seherde şakıyan bülbül
Ayrılığa çare var mı ?


Aman vermez gurbet eller
Yüce dağlar, karlı beller
Ömürler tüketen yollar
Ayrılığa çare var mı ?


Geçip giden bahar, yazlar
Kederle inleyen sazlar
Yalnız dolaşan yıldızlar
Ayrılığa çare var mı ?


Olmuşum deli, divane
Dolanırım yana, yana
Ne olur söyleyin bana
Ayrılığa çare var mı ?
                                         ARABA KULLANMAYI BİLİYORUM
16
Arhavi’de göreve başladığım sene yarıyıl  tatilini geçirmek üzere Ankara’da bulunuyordum. Fakülteden ve yedek subay okulundan arkadaşım olan, çok samimi dostum, kimya yüksek mühendisi olan sevgili Hüseyin’i iş yerinde ziyarete gittim. Hasanoğlan yol sapağından bir kilometre kadar içerde yolun sağ tarafında, kendi bilgi ve olanaklarıyla deterjan üreten bir tesis kurmayı başarmıştı. Elli kişi kadar çalışanı olan bu tesisi ayakta tutmayı başarmış olmanın gururunu onunla paylaşmak istemiştim Fabrikanın dikenli tel çitlerle çevrili, oldukça geniş arazisinin boş alanlarında öbek, öbek metal parçalar, değişik ebat ve kalınlıkta paslı borular, çimento ve deterjan hammaddesi olduğunu sandığım sarı renkte torbalar, elyaf artıkları görünüyordu. Zincirle bağlı iki de çoban köpeği. Fabrikanın iki katlı işletme binasının önünde bir pikap, bir de kırmızı renkte Anadol marka binek arabası park etmişti.
Bekçiye patronuyla görüşmek istediğimi söyledim. Telefonla içeri haber verdi, aldığı yanıt sonucunda da bana patronunun odasına kadar eşlik etti.
Hasret giderme seremonisi bitti. Kahvelerimizi içerken Hüseyin bana başardığı işin önemini büyük bir coşku içinde anlatmağa koyulmuştu. Özet olarak Söylediği, kendi planladığı, teknolojisini kendisinin yarattığı bu fabrikada kaliteli deterjan üretmeyi ve pazarlamayı başarmış, maliyetleri karşılayıp az da olsa kar etmeye başlamıştı. Bunun beni kendisi kadar mutlu ettiğini söyledim. Konuyu değiştirmeyi denedimse de o’nun heyecanını, mutluluk ve coşku dolu öyküsünü sonuna kadar dinlemek zorunda kaldım. Aslında başarısından gurur  duyuyordum duymasına ama hiç anlamadığım, teknik bir konu olması nedeniyle benim için sıkıcıydı anlattıkları. Sonra birlikte fabrikayı gezdik. Gurur ve mutluluktan gözleri parıldayarak sistemin nasıl çalıştığını göstererek anlattı. Doğrusu ben de hayranlıkla izledim. Sonra dışarı çıktık. Öyle yemeğini birlikte yiyeceğimizi, o zamana kadar bir şekilde oyalanmamı, kendisinin yapması gereken işler olduğunu söyledi. Ben de; “Anadol arabayla Hasanoğlan yolunda biraz dolaşabilir miyim? Böylece biraz vakit geçirmiş olurum.” Dedim.  Araba kullanmayı bilip bilmediği sordu. “Kullanabiliyorum.” Yanıtım üzerine anahtarı getirtip bana verdi ve dikkatli kullanmamı tembihleyip ayrıldı.
Kapıyı açıp sürücü koltuğuna oturdum. Heyecandan bacaklarım tir, tir titriyordu. Yedek subaydayken bir defa cip kullanmağa kalkmış, bir dönemeçte cipi şarampole düşürmüştüm. Araba kullanmayla ilgili tek deneyimim buydu. Ama bir süre motosiklet kullanmıştım. O dönemler tüm ülkedeki binek arabası sayısı birkaç yüz binden bile az olduğu için yollar bom boştu. Araba kullanmayı öğrenmem için bundan iyi fırsat bulamazdım. Vitesi                             Debriyajı, freni, gazı biliyordum. Motoru çalıştırdım. Vites kolunun topuzunda çizgi ve oklarla ileri, geri vitesler gösterilmişti zaten. Arabanın önü fabrika çıkışı yönündeydi. Birinci vitese takıp yavaş, yavaş kapıdan çıktım.
Hasanoğlan yönünde iki kilometre kadar yol almıştım ki beş, altı yüz metre kadar ilerde, yolun iki yanında Pazar yerini andıran insan kalabalıkları görünüyordu. O kalabalığa girmenin tehlikeli olacağını düşünerek geri dönmemin doğru olacağına karar verdim. Günlerden Pazar olması nedeniyle yol kenarında bulunan birkaç işyeri de kapalıydı.  Sağda bulunan bir işyerinin önündeki, karolarla kaplanmış, oldukça geniş boş alandan yararlanıp geri dönmek düşüncesiyle direksiyonu binanın önüne kırdım. 
Binanın giriş katı bir mobilya mağazasıydı. Yerden tavana kadar cam vitrinin arkasında koltuk takımları, masalar, yatak odası takımları vb. olan büyük bir salon görünüyordu. Vitrinin yanındaki giriş kapısı hafif aralık duruyordu. Bu, içeride birilerinin olduğu izlenimi veriyordu. Vitrine bir metre kadar kala yaklaşıp durdurdum arabayı. Geri vitese taktığıma emin olduğumda gaza basıp debriyajdan ayağımı çekince araba öne fırladı. Neyse ki vitrin camına dokunmadan frene basmayı başardım. Vites kolunun topuzu üzerindeki işaretlere harfiyen uyarak tekrar geri vitese taktığıma emin olduğumu düşündüğüm ana kadar uğraştım. Debriyajı bırakır bırakmaz araba yine öne fırladı. Cam’a girmeden durdurmayı bu kez de başarmıştım. İnip, arabayı iterek vitrinden uzaklaştırmak asla aklıma gelmedi. geri vitese takmak için bütün pozisyonları tekrar, tekrar denedim. Arabanın geri vitesi bozuk olmalıydı. Bunu Hüseyin neden söylememişti ki bana. Bir ara bu araç’a geri vitesi koymayı unutmuş olabileceklerini bile düşündüm. Böyle bir şey olabilir mi? O anki ruh halim, mutlaka geri vitese takmalı ve buradan çıkmalıydım. Son bir gayretle hamle yapınca koca vitrinin el kalınlığındaki camı gümbür, gümbür arabanın ön kaputunun üzerine indi. Bir an bunun bir rüya olmasını diledim sanki. Ne yazık ki gerçekti. Arabanın burnu dükkanın içindeydi. Ortalıklarda kimselerin görünmüyor olmasından yararlanıp oradan kaçmak için hala geri vitese takabilme uğraşı içinde çırpınıyordum. Her denemem de yarım metre kadar daha giriyordun vitrinden içeri.  Arabanın yarıdan fazlası içerideydi artık. Ön tampon koltuk takımına dayanmıştı. Sırılsıklam olmuştum terlemekten. Salonun arka kösesindeki merdivenlerden elinde kocaman bir sopayla, iri kıyım, palabıyık birisi şaşkın bakışlarla indi, bana doğru geliyordu. Bir an başıma gelecekler geçti aklımdan. Kapıyı açıp arabadan indim.
“Hoş gelmişsen. Oooh! Bi de gözel pargetmişsen ki. Aha sağa bi davşan ganı çay getirem. Keyfiye bak. Bu sıcakda buradan serin yeri nereden bulacahsen.” Adamın benimle dalga geçtiği kesin, kesin olmasına da daha sonra ne yapmayı planladığını anlayamadım. Bu yüzden de kalayım mı, kaçayım mı o an karar veremedim. Zoraki gülümsemeye çalışarak bunun bir kaza olduğunu, işyerinin önünde dönmek isterken arabanın geri vitesinin bozulduğunu, düzeltmeye çalışırken başıma bunun geldiğini söylemeye hazırlanıyordum ki, adamın suratı birden değişti. Elindeki sopayla, tam da kafamı hedefleyerek, var gücüyle yaptığı hamleyi, gençliğin de verdiği bir çeviklikle, belli belirsiz bir sıyrıkla atlatmayı başardım. İkinci hamlesine yöneldiğinde ondan en az birkaç adım ilerde olmak üzere tabanları yağlamıştım. Bana yetişemeyeceğini anlamış olmalı ki ağzı açılmadık küfür ve sövgülerle birlikte elindeki sopayı arkamdan var gücüyle savurduysa da hedefi tutturamadı. Fabrika yönünde, bir yüz metre şampiyonası finalinde bile az görülen bir performans sergileyerek, kaçarken adamın sövgülerinden giderek uzaklaştığımı duyumsayıp nefes almak için hızımı azalttım. Geriye dönüp baktığımda aramız epeyce açılmıştı. Ardımdan fırlattığı taşlar da bana ulaşamıyor olsa da peşimden gelmeğe devam ediyordu. Fabrikanın kapısından içeri girerken artık o görünürlerde yoktu. Rahat bir nefes almak için kendimi girişte, sağda, altı çimle kaplı bir akasya ağacının gölgesine attım.
Araba mağazanın içinde kalmıştı. Olanları Hüseyin’e nasıl söyleyecektim? Arabanın kime ait olduğunu kesin biliyorlardır. Bilmeleri de gerekmez ki zaten. Önünde, sonunda sahibi arabasını almak için oraya gidecek. Zarar, ziyan neyse ödemeye hazırım. İnşallah hırsızlık filan gibi başka bir amaçla mağazaya girdiğimi düşünüp polise gitmezler.
Sırtımı ağaca verip gölgesinde aklımdan buna benzer kaygılar geçerken nefesim normale dönmüştü. Kalktım, Hüseyin’in ofisin yolunu tuttum. Masasında bir aparatı kurcalıyordu. Doğrulup yüzüme baktı ve “hayırdır, suratın kıpkırmızı. Bi şey mi oldu?” yüzümün yanmasından kızardığım kendim bile apaçık hissediyordum. Birkaç kem, kümden sonra çaresiz olan biteni anlattım. “Hani araba kullanmayı biliyordun, nasıl girersin adamların mağazasından içeri?  Bi de kullanmayı bilmeseydin Allah muhafaza. Nerde şimdi araba? ” bir kusurum olmadığını söylemek istedim ama bu çok saçma olacaktı. “Arabanın geri vitesinin bozuk olduğunu neden söylemedin? Bi türlü geçmedi. O zaman da işte böyle oldu.” Birlikte dışarı çıktık. Ana kapıya doğru beş, on metre yürümüştük ki kırmızı anadol kapıdan içeri girdi. Ön tamponun kırılmış olduğunu o zaman fark ettim.
Araba tam da önümüzde durdu. İçindeki iki kişi dışarı çıkıp bizi selamladılar. Ellerimizi sıktılar. Onların bir şey söylemesine fırsat vermeden Hüseyin; “Selim bey çok özür diliyorum, arkadaşım bir kaza sonucu sizin mağazanın vitrininden içeri girme becerisini göstermiş.  Olup biteni bana anlattı. Olan olmuş, yapacak bi şey yok. Zarar ziyan ne ise sineye çekeceğiz çaresiz. Gelin şu kamelyada oturup birer kahve içelim ve neyse gereği icabına bakarız.” Diyerek olayı oldukça alttan ve yapıcı bir şekilde ortaya koydu. Adamlar da karşı çıkmadılar. Geçip kamelyadaki sıra ve sandalyelere oturduk. Bir süre Hüseyinli karşılıklı işlerinin sorunlarından, sıkıntılarından konuştular. Herkes kahve yerine çay istemişti. Çaylar geldi. Selim bey bana dönerek; “Yeğenim gosgoca vitrin camını goremedin de mi girdin içeri, nasıl becerdin bunu? Hele bi de bize ağnat olan biteni. Anlatacak ne bir bahanem, ne de yüzüm vardı. Benim söylediklerimi Hüseyin aktardı onlara. Vitrin camını taktırın, faturasını bizim iş yeri adresimize kestirin. Hiç olmasa iyiydi ama olmuş bi kere. Bunun dışında da yapılacak bi şey yok herhal. Komşuyuz nede olsa. Her zaman birbirimize sahip çıkmalıyı. Sorunlarımızın giderilmesinde destek olmalıyız. Doğru olan bu bence.”
Selim beyin anlayışlı, babacan bir iş adamı olduğunu tavırlarından anlamıştım. Bana döndü; “Arabayı ilk kez gullanıyorsan böyle gazalar olur, üzülme. Ben de ilk kullamağa galhışdığımda az galdı birini ezerek öldürüyodum. Adamı dokdurlar zor gurtardı. Şansım vardı da şikayetci olmadılar. Seninki onun yanında çoh masum bi gaza. Gasten yapmadın ya sen ona bak. Zaten hemşeriymişik hüseyin beyin dediğine gore. Sadece camın parasını ödeyin, gerisini ben hallederim. Hüseyin bey evladım sevdiğim, saydığım, mobilya alış verişlerinde bizden başgasına getmiyen gıymetli bi gomşumuz. Aramızda böyle şeylerin lafı bile olmaz.”diyerek sevecen bir tavırla sırtıma birkaç şaplak indirdi.
Bir hayli rahatlamıştım. Enikonu bir tek cam parası ödeyecektim. Bunun da önemsiz bir miktar olacağını düşündüm. Daha on gün önce okulun kırılan penceresinin camını sekiz liraya taktırmıştım. Vitrin camı on kat büyük bile olsa seksen lira. Bununla kurtardığım için kendimi çok şanslı sayıyordum.
Ertesi gün öyleden sonra yine Arkadaşımın fabrikasındaydım. Doğru Hüseyin’in bürosuna çıktım. Arkadaşım yerinde değildi. Kapıdaki görevli beş on Dakka içinde geleceğini söyledi. Büroda oturup beklemeye başladım. Masanın üzerindeki faturaya gözüm ilişti. Göz ucuyla baktım,o günün tarihiyle, Hüseyin Bayol adına kesilmiş cam faturasıydı. Elime aldım. Tutarı yazan yerdeki rakamı görünce gözlerime inanamadım. Dört yüz seksen lira yazıyordu. “Bu, bir devlet memurunun maaşı demek. Bu işte bir yanlışlık olmalı. Üstelik cebimde bu paranın yarısı bile yok.”  Rakamın yarattığı şaşkınlık sıkıntılar basmasına neden oldu. Mutlaka bir yanlışlık olmalı diye düşünüyordum ki Hüseyin girdi içeri.  Elimdeki faturayı göstererek; “Betin, benzin atmış. Belli ki ceremenin faturası hoşuna gitmemiş.” Dedi. “Evet, hoşuma gitmedi. Yetmiş, seksen lira tutacağın ummuştum. Bu ne böyle. Babacan bi görüntü kandırmacasıyla kazıklanıyor muyum? Sence bu fatura gerçek olabilir mi?” diyerek şaşkınlığımı belirttim. Hüseyin; “piyasalarla bir ilişkin olmadığı nasıl da belli. Sen vitrin camını pencere camıyla karıştırıyorsun anlaşılan. Bak şurda ne yazıyo. 6 mm. Bu cam kalınlığı. Bu camı omuz versen kıramazsın. Bak, bu da metre kare fiatı. Ne yazıyor orda? Seksen lira. O vitrin altı metre kare. Anladın mı şimdi rakamın hikmetini?
Bu konularda bu kadar cahil olduğum için arkadaşımdan utandım. Cebimdeki 210 lirayı çıkartıp önüne koydum. Kalanını da yarın getireceğimi söyleyip ayrıldım.           
 




                    




20 Kasım 2015 Cuma

ŞU GÖNLÜM


Bir dilberin sevdası var başımda
Yine havalandı uçarı gönlüm
Gündüz hayalimde, gece düşümde
Onulmaz bir derdin duçar’ı gönlüm


İnci, mercan sıralanmış dişinde
Kirpikleri bir ok, yayı kaşında
İşte böyle bir güzelin peşinde
Güzellerin dostu, diyarı gönlüm


Gönül söz dinlemez, hep onu arar
Bana acı veren bir sevgisi var
Ya kalbinde kapalıysa kapılar
Çırpınmanın yok bir yararı gönlüm


Bu gönülle yoruldum dalaşmaktan
Şu dertsiz başıma dertler açmaktan
Usanmadı, gitti konup göçmekten
Çiçekten çiçeğe bir arı gönlüm







                           AV  PEŞİNDE


Dayısından yediğim tokatın acısından çok Bengü’nün kendisine askıntı olan, tanımadığı birisi olduğumu söylemiş olmasının acısı henüz yüreğimi dağlamağa devam ettiği günlerden biriydi. Bir Pazar günüydü. Henüz Yozgat yurdunda kalıyordum. Oda arkadaşım, sırdaşım, can yoldaşım Turan bir tanıdığını ziyarete gitmişti. Canım burnumdaydı. Biraz ders çalışmayı denedim. Kafama bilgi kırıntısı bile girmiyordu. Çıktım, avare yürümeye başladım. Bir süre sonra Konservatuvarın yan tarafındaki otobüs durağında olduğumu fark ettim. Nereye gittiğine bakmaksızın gelen ilk otobüse atladım. Otobüste tek bir boş koltuk vardı. Pencere kenarındakinde bir genç kızın oturduğu bu ikili koltuğun boş olanına oturdum. Karamsar, kızgın, küskün hayallerime dalıp gitmişim.
-Burası nere?  Diyen bir sesle dalgınlığımdan uyandım.
-Bana mı soruyorsunuz? Vallaha ben buraları hiç bilmiyorum, ilk defa geliyorum.
-Durak ismi yazmıyor da. Siz belki biliyorsunuzdur diye sormuşdum.
-Nerde inecektiniz? diye sordum.
-Bilmiyorum. Ya siz?
-İnanın ben de bilmiyorum.
Yüzüme bakıp gülümsedi, ben de ona gülümsedim.
-Yani gideceğiniz yerin adresini mi bilmiyorsunuz? Dedim.
-Hayır nereye gideceğimi düşünmeden, amaçsızca bindim bu otobüse. Evde çok bunaldım. Biraz hava alayım diye çıktım.
Onun duyamayacağı, mırıldanır bir sesls;
-Şu işe bak, rastlantı ancak bu kadar olabilir.
-Bi şey mi dediniz iyi duyamadım da.

Şey, diyeceğim şu ki, inanmayacaksınız bana, ama size yemin ederim ben de yurttaki odamdan aynı duygularla çıkmıştım. Yani çok canım sıkılıyordu, biraz hava alayım diye çıktım. Bu otobüse de nereye gittiğine bakmadan, öylesine bindim. Ve otobüste tek boş koltuk burasıydı. Bu rastlantının bir anlamı olmalı değil mi?
Gene karşılıklı gülümsedik.
-Siz yurtta kaldığınıza göre öğrencisiniz galiba. Nerde okuyorsunuz?
Bu soruyla birlikte koyu bir sohbet başlamış oldu. Birbirimize isimlerimizi söyleyerek tanıştık. Adı Gülşen di. Ne kadar güzel bir isim olduğu, ona nasıl da yakıştığı geçti aklımdan. Durumlarımızdan, ailelerimizden, yaşantımızdan söz ettik. Bir süre sonra siz, bizliği de bırakıp sohbetimizi senli, benli sürdürmeye başladık.

İki yıl kadar önce, şehirlerarası kamyon şoförlüğü yapan, kendinden on üç yaş büyük birisiyle ailesinin arzusu üzerine on yedi yaşında evlendirildiğini söyledi. Kocası, her ayın nerdeyse tamamını dışarılarda geçiriyormuş. Eve gelebildiği birkaç günde de daha çok arkadaşlarıyla vakit geçiriyormuş. Gereksinimler için bir miktar para bırakıp belirlenemeyen bir zamanda dönmek üzere çıkıp gidiyormuş.

-Onu sevecek kadar fırsatım olmadı. Onun da beni yeterince tanıdığını, sevdiğini düşünmüyorum. Senin anlayacağın pek mutlu sayılmam. Bu yüzden de çok sıkılıyorum. Kendimi sokaklara vuruyorum böyle. Başka ne yapabilirim ki. Sence ben haksız mıyım? Haksız sayılmam değil mi?

Bence asla haksız sayılmazdı. Böyle bir kadın ömrünün en güzel yıllarını boş bir evde, tek başına oturup, ne zaman geleceği belli olmayan, kocasını bekleyerek geçirmesi bence de hiç adil değildi.  O kadar genç ve narindi ki. Asla evli bir kadın gibi görünmüyordu.
Evli olduğunu söyleyinceye kadar onun lisede ya da üniversitenin ilk sınıflarında okuyan bir genç kız olduğunu düşünmüştüm. Hafif etine dolgun olmasına karşın, mükemmel bir vücudu vardı. Bukle, bukle sarı saçlarını, özenle yaratılmış yüzünün güzelliğini, iri, zeytin yeşili, bakan birinin doğrudan kalbine bir ok gibi saplanan harika bir çift göz tamamlıyordu. Ucu hafifçe kalkık küçük burnu, cazibesini bir kat daha artırıyordu. Kısacası, yaratılışı, Yaratanın boş bir zamanına denk gelmiş olan şanslı bir yaratıktıdı.

“Tanrının beni böyle hoş bir rastlantıyla ödüllendirmesinin bir anlamı olmalı. Bengü’nün kalbimde açtığı yarayı sarıp iyileştirme görevini yüce Tanrı bu kadına mı vermişti yoksa. Yoksa İlahi gücün, haftalardır çektiğim gönül acısını dindirmek için bana bir ödülü müydü Gülşen. Bir gün mutlaka, bu güzel kadını koluma takıp Bengü’nün karşısına çıkmalıyım. Yeryüzünde sadece kendisinin olmadığını ona göstermeliyim.” Aklımdan şimşek gibi geçti bu düşünceler.

Ertesi gün akşamüstü saat altı civarında Dikimevi Pastanesinde buluşmak üzere sözleştik. Tekrar indiğimiz otobüs durağına yürüdük. Az sonra gelen bir otobüse binmek üzere hareketlendi. El sıkışarak ayrıldık. Benden taraftaki bir koltuğa oturuşunu izledim. Otobüs hareket edince, dünyanın en tatlı gülücüğüyle el salladı. Bütün kibarlığımla, şirinliğimle ve coşkuyla karşılık verdim.  Otobüs dönemecin arkasında kayboluncaya kadar ardından baktım. Hiç uyanmak istemediğim bir güzel rüyanın ortasında gibiydim. İçim içime sığmıyordu adeta. Bu bir mucizeydi sanki. Başka nasıl açıklanır, nasıl yorumlanabilirdi ki?

O gece geç vakitlere kadar gözüme uyku girmedi. Yarınki buluşmamızda onun ilgisini çekecek neler anlatmalıydım ona? Gülşen’in güvenini nasıl kazanmalıydım? Kendime nasıl bağlamalıydım? Beni çekici bulmasını, hatta beni sevmesini nasıl sağlamalıydım? Tanrım, aklıma hiç ilginç şeyler gelmiyordu. Randevumuza bir çiçekle gitmem yakışık alır mıydı ki. Para sorunum yoktu. İki aydır DSİ de çalışıyordum. Gülşen’in arzu ettiği her şeyi ona alabilirdim. Ona pastanenin en güzel pastasını, en güzel tatlısını ısmarlardım. Beni yorgun düşüren bu tarz düşüncelerle boğuşurken uyumuşum.

Randevu saatinden en az on dakika önce pastanedeydim. İçerde bir tur atıp, ısmarlayabileceğim ilginç yiyeceklere bir göz attım. Sonra dışarı çıktım, bir ağacın gölgesinde Gülşen’in gelmesini bekledim. Tam saatinde ara sokaktan pastaneye doğru yürüdüğünü fark ettim. Pastanenin kapısında karşıladım onu. Öpüşmek üzere yanağını uzatması kaygılarımın uçup gitmesini sağlamaya yetti. İçeri girdik, köşede boş bir masaya oturduk.

Üzerinde mavi, iri çiçekleri olan çok şık bir elbise vardı. Süründüğü koku, o güne kadar burnumun tanık olduğu en güzel kokuydu. Makyajı hiç abartılı değildi. Ne yandan baksan görgülü, kültürlü ve varlıklı görünen bir havası vardı. Gülümseyerek bakıyordu gözlerime. Her şey ona o kadar yakışıyordu ki. Bir süre ikimiz de bir şey söylemeksizin bakıştık. “Tanrım! Ne kadar şanlıyım ben. Bu güzel kadını hak etmek için kimi dardan çekip kurtardım, kime can suyu sundum, nasıl bir sevap işledim ki?”

Garsona siparişlerimizi verdik. Beklerken gülümseyerek gözlerime bakıp; “Ben sana her şeyimi anlattım, şimdi de anlatma sırası sende. Bana kendinden söz et. Nerelisin? Ailen nasıl? Kardeşlerin, arkadaşların, okulun? Yani seninle ilgili her şeyi bilmek istiyorum.” dedi. Bu sözleri kalbimi, ruhumu havalara uçurmağa yetti de arttı. Sesimin en yumuşak tonuyla, bir saate yakın bir süre, onun sormadığı konuları da anlattım. Bu arada garsona yeni siparişlerimiz oldu. Bana çok çabuk geçmiş gibi gelen iki saati aşkın bir sürenin sonunda Gülşen; “Bir akrabama daha uğrayacağım, artık kalkmamız gerek.” diyerek ayağa fırladı. Bir öğrenci için hiçte küçümsenemeyecek bir hesap ödeyerek pastaneden çıktık.

“Sokağın ilerisindeki fotoğrafçıda resimlerim var, bugün verecekti. İstersen birlikte yürüyelim, sonra ayrılırız.” Dedi. Yürürken; “Yarın nasılsa Cumartesi. İşe gitmiyorum. Daha erken buluşabiliriz. Ne dersin? Öyleden önce buluşalım mı?”  Sorumu, tatlı ve biraz da çapkın bir gülümseme ile yanıtladı. “Benimle birlikte olmayı çok mu istiyorsun? Yarın çarşıya çıkacaktım zaten. İstersen birlikte çıkarız.”
Sevincimi belli etmemeye çalıştım. Daha o andan başlayarak, yarınki beraberliğimizin hayalini kurarken, kapısının üstünde –Foto Şahin- yazan fotoğrafçı dükkanından içeri girdik.

Birisi büyütülüp çerçevelenmiş, gerisi de bir zarfın içinde olan resimleri fotoğrafçı Gülşen’e uzattı. Borcunun yirmi tl. olduğunu öğrenir öğrenmez Gülşen’in ödemesine fırsat bırakmadan çıkarıp ödedim. Foto Şahinden çıktık, yine gülümseyen zeytin yeşili gözleriyle gözlerime baktı, içimi yaktı, gönlüme aktı, içten bir yanak öpücüğüyle ayrıldık.

Akşam Arkadaşım Turan’a, başıma gelen bu harikulade olayı başından sonuna kadar, coşku içinde anlattım. Şaşkınlıkla, merakla ve gözleri parlayarak dinledi beni. Aslında kadın, kız konularında oldukça şanslı ve yetenekli olduğumu söyledi. Daha başka hoş sözler de söyledi. Egomu bir hayli kabarttı. Kendimle gurur duymağa başladım. “Bu güzeller güzeli yengemizi ne zaman benimle tanıştırmayı düşünüyorsun acaba?” diye kinayeli biçimde soracağını bekliyordum. Nitekim sordu.
-Ne zaman tanışdıracaksın beni?  
-Elbet onun da sırası gelecek. Sana bunun çok uzun sürmeyeceğini söyleyebilirim. Bak bunu ilk defa sana anlattım. Şimdilik kimseye bi şey söyleme lütfen.  Dedim ve konuyu kapattık.

O gece yine yatağımda geç saatlere kadar müthiş hayaller kurdum. Hayallerimin odak noktası, bizi kimsenin rahatsız etmeyeceği, istediğimiz zaman birlikte olabileceğimiz, çılgınlar gibi aşkımızı yaşayabileceğimiz, sevişebileceğimiz bir mekan sağlamaktı. Öğrenci yurdunda bunun olması olanaksızdı. Gülşen’in evine gitmek de onun için tehlikeli olabilirdi. Gerçi bana, onun evinde buluşmamızı düşündürecek hiçbir iması bile olmamıştı ama. Yurttan ayrılıp bir ev kiralayarak oraya taşınmak bile hayallerim arasındaydı. “Neyse, işler biraz daha ilerlesin hele, bunu birlikte düşünüp, kararlaştırırız.”

Cumartesi günü saat on bir sularında Ulus Meydanındaki Akman  Pastanesinde buluştuk. Birer dondurma yedikten sonra Anafartalar caddesine yöneldik.  Cadde boyu birkaç mağazaya girip çıktıktan sonra, şimdi ismini hatırlayamadığım ünlü bir ayakkabı mağazasına girdik. Gülşen bir yığın ayakkabıyı giyip çıkardıktan sonra birinde karar kıldı. Yüz on lira olan ayakkabıyı sıkı bir pazarlıkla doksan liraya indirdi. Yanımda yüz elli lira kadar param vardı. Ayakkabının parasını ona verdirecek değildim herhalde. Sevdiğim kadın için değil doksan, yüz doksan da helal olsun. Parayı ödedim. Mağazadan ayrılmak üzereyken çıkışta vitrindeki çantayı göstererek; “Aaa! Uzun zamandır hayalini kurduğum çanta bu. Almazsam uyku uyuyamam.” Diyerek tekrar içeri yöneldi. Tezgahtar, Gülşen’in çantayı taksitle almak istediğini öğrenince pazarlık yapmadı. Yüz atmış liraya, altı taksitte ödenmek üzere çantayı aldık. Peşinatı olan yirmi beş lirayı da ödedim. Kalanına da kefil oldum, mağazadan ayrıldık. Vakit öylen olmuştu. Yine Anafartalar Caddesinde bir restorana girip yemek yedik. Paramın kalanını da orada yemeğe ödedim. Artık sadece yol parasına yetecek kadar param kaldı. Şükür ki yeni bir alış veriş daha yapmadı. O semtte oturduğundan söz ettiği teyzesini ziyarete gideceğini söyledi.  Ertesi gün için yine randevulaştık ve saat üç sularında ayrıldık.

Pazar günkü buluşmamızda Gülşen’i Atatürk Orman Çiftliğine götürmeyi düşünüyordum. Orada ona, sürprizimi açıklayacağım. Kimselerin bizi rahatsız edemeyeceği arkadaşımın evine gitmeyi teklif edeceğim. Buna çok sevineceğinden eminim. Eğer orda da rahat edemezsek ben de arkadaşım gibi bir eve çıkarım. Evi dayayıp döşemem gerekmez. Bir somya, bir masa, iki sandalye yeter de artar bile. Kirası da 250 tl. yi geçmemeli.
Akşam olmadan fakülteden sınıf arkadaşım olan Naci’yi bulmam gerekiyordu. Naci Sıhiye’nin arka sokaklarında, bir apartmanın bodrum katında bir arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Önümüzdeki hafta içinde, onun için uygun olan bir günde birkaç saatliliğine evin anahtarını istemeyi planlıyordum. Önce, Maltepe’de onun sıkça gittiği kahveye uğradım, orada yoktu. Oradan evine yollandım. Kapıyı birkaç kez çaldım ses seda yoktu. Sokağın karşı sırasındaki kahvehanede, evin kapısını görebileceğim bir konumda bir sandalye çekip oturdum.

Yarım saate yakın bir süre sora, elinde birkaç kitapla Naci geldi. yerimden fırlayıp, içeri girerken yetiştim. El sıkıştık, içeri buyur etti.  Pabuçlarımızı kapının arkasında bırakıp birlikte içeri girdik. Okuldan, derslerden, hocalardan söz ettik.
Kız arkadaşına getirdim lafı. Sık sık buraya geldiğini, ciddi, güzel, mutlu bir beraberlikleri olduğunu söyledi.
-Benim de güzel bir kız arkadaşım var. Ama el ele tutuşmaktan öte bir yakınlığımız olmuyo. Bu durumdan ikimiz de mutlu değilik.
-Neden daha ötesi olmuyo? İkiniz de isdedikden sona. Kim engel oluyo ki? Ya da neden çekiniyonuz ki?
-Kimse engel olmuyo, kimseden çekindiğimiz de yok da, sokak ortasında sarılacak, öpüşecek halimiz yok ki gardaşım.
-Haa! Şimdi anladım, sen benden evi vermemi isdiyon, onun için geldin.
-Öyle değil be Naci de, valla ocağına düşdüm. Evde olmadığınız bir gün, birkaç saatliğine bana anahtarı verebilirsen bu iyiliğini hiç unutmam. O zaman dile benden ne dilersen. Evi bıraktığından daha temiz, daha derli toplu teslim ederim emin ol.

Sonuçta Naci, önümüzdeki haftanın Perşembe günü, saat bir ile üç arası evi kullanmama izin verdi. “Yalınız, girip çıkarken dikkatli olun, kimsenin olmadığı zamanı kollayın. Laf söz olmasın. Sana yedek anahtarı vereyim. İşiniz bittiğinde anahtarı sana göstereceğim yere bırakırsın.” Kalkıp Naci’nin boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. Sevincimi belli etmemek için, gereksiz kalkıp lavaboya gittim. Lavabodan dönüşte de; “O zaman ben izin isteyim. Bu müjdeyi Gülşen’e hemen vermem lazım.” Diyerek ayaklandım. Naci kitaplık rafındaki bir kutudan aldığı anahtarı bana verdi. Dışarı çıktık. Bahçe duvarındaki bir kovuğu gösterdi; “İşin bitince anahtarı buraya koyarsın, tamam mı?” Öpüşüp Naci’den ayrıldım.

Pazar sabahı Gülşen’le dikimevi pastanesinde buluştuk. Pastanedeki kahvaltı sırasında ona, “ Bugün Atatürk Orman Çiftliğine gidelim mi? Daha önce hiç gitmiş miydin? Ben bir kere gittim, ama tam olarak gezdiğim söylenemez.” Dedim. O da; “Ben hiç gitmedim. Doğrusu görmeyi isterim, çok iyi olur.” Dedi. Pastaneden ayrıldıktan sonra Cebeci Tren İstasyonuna indik. Kısa bir süre sonra trendeydik.

Çitlikte hayvanat bahçesini gezdik. Yürümekten yoruldukça ağaçların altındaki banklarda oturduk, iki fıkra anlattı gülüştük. Ötemizdeki bankta bir oğlanla sevgilisi kollarını birbirinin boynuna dalamış olarak oturuyorlardı. Bu sahneden aldığım cesaretle bende kolumu Gülşen’in boynuna attım. Tepki vermeyince de sarılıp biraz daha kendime çektim. Daha fazlasına cesaretim yetmedi. Perşembe günü bir arkadaşımın evini ayarladığımı, orda baş başa kalmayı çok arzuladığımı söyledim. Önce gelemeyeceğini, bunun daha sonraki bir zamanda olabileceğini söyledi. Evi bulmamın çok zor olduğunu, belki de mümkün olmayacağını söyleyerek ısrar ettim, kabul etmesi için kırk dereden su getirdim, hatta yalvardım. Sonuçta kabul etti. Sevinçten sarılıp, dudağından öpmeye cesaretim yetmediğinden, yanaklarından öptüm. “Perşembe olması iyi oldu. Bende bu arada Eskişehir’e anneme gider iki gece kalır dönerim.” Dedi. Oturduğumuz banktan kalkarken ben Perşembenin hayalini kurmağa başlamıştım bile.

Öyle yemeğini Çiftlik Restoranda yedik. Yine oradaki kahvede çaylarımızı içtik. Atatürk köşkünü, yüzme havuzunu, çiftliğin gezilecek başka yerlerini gezdik. İkindi vakti istasyon bölgesine döndük. Birer de çiftlik dondurması yedikten sonra trenimize bindik.

Pazar akşamları yurtta, oda sakinleri saat on’dan itibaren bir araya gelir, zamanımızı gece yarısına dek gırgır ve şamata ile geçirirdik. Herkes hafta içinde karşılaştığı ilginç konuları anlatır ya da çeşitli konuları tartışırdık. O akşam, daha gırgır başlar başlamaz Turan benim maceramı ortaya yumurtladı. Ne kadar istemesem de beş oda arkadaşımın hepsi birden anlatmam için üzerime çullandılar. Aslında başarımı, yeteneğimi, cazibemi sergileyip popülaritemi yüceltmeyi  istemiyor değildim içten içe. Ayrıntılara fazla girmeden nasıl tanıştığımızı, kadının ne kadar güzel olduğunu, el ele, göz göze gezmelerimizi, ona aldığım hediyeleri anlatmağa başladım. Herkesin ağzının suyu akarak, beni can kulağıyla dinlediğinden emindim. Bir ara, adı Ümit olan, ama herkesin ‘Pala’ diye ünlediği hukuk öğrencisi arkadaşımız;

-Bi Dakka, bi Dakka! Sen bu kadınla Mamak otobüsünde karşılaştın. Hafif balıketinde, orta boylu, gözleri koyu yeşil demiştin değil mi? Yüzünde, kulağının altında siyah bi ben var mıydı?
Gülşen’in yüzünü gözümün önünde hayalettim. Gerçekten de, tam da Pala’nın dediği yerde, yüzünün güzelliğini bir kat daha artıran siyah bir ben vardı. Ama Pala nasıl bilebilirdi ki bunu?

-Oğlum sen kadını benim yanımda nerde gördün ki de bunu biliyon? Yoksa işkembeyi kübradan atıyon mu?”       

-Peki ellerini tuttuğuna göre sorabilir miyim, sağ el başparmağının üstünde mercimek gibi guccük bir siğil var mıydı?
Çitlikte bankta otururken iki elini de avucumun içine almış, birkaç kez dudağıma götürmüştüm. O ara parmağının üstündeki siğili fark ederek, isterse onu yok ettirebileceğini söylemiştim. Şaşkınlığım artmış olarak;

-Bu olanaksız, nasıl olur, bu dediğin de doğru.
Odadakiler merak içinde bir bana, bir Palaya bakıp diyaloğumuzun sonunun nereye varacağını merak içinde bekliyorlardı.

-Dur hele, pastanelerde, lokantalarda, alışverişlerde parayı hep sana ödetmedi işallah? Allah bilir, satın aldığı eşyalara kefil de olmamışındır. Bunları da yapdın deği mi?

-Doğru söylüyon, yahu gardaşım, sen ajan mısın, casus musun işi gucü bırakıp bizi mi izledin, bütün bunnarı nerden biliyon Allaaşgına?

Alış veriş için seni Anafartala’a gotürdü, doğru mu? Yemekden soğna da seni bırakıp, Gale’de oturan halasına getdi.  En son olarakdan da evde buluşma teklifini gabul etti, değel mi?

-Vallaha bu dedikleriyin hepsi doğru, doğru olmasına da senin bunları nasıl bildiğine akıl, sır erdirmediğim de doğru. Bu işin içinde bi iş var emme ben içinden çıkamıyom.

-Dahasını da söyleyim mi? Adı Gulşen. Gocası ağır vasıta şoforu. Eve gotüreceğin gun buluşmaya da gelmiyecek, goreceksin.

Lan oğlum, sen bu gadınla gorüşüyon mu? Bütün bu söylediklerini nerden biliyon? Beni çıldırtma, bunun bi açıklaması olması lazım.
Turan araya girdi. “Ulan man gafa, hala anlamadın mı? Pala gadını tanıyo. Sana yapdığı numarayı başkalarına da yapmış belikli. Umut da bunu biliyo. Öyle mi Pala?”

-Başgalarını bilemem emme bu aynı numarayı bana da çekdi. Harcadıklarımın dışında 550 lira da taksit borcunu ödüyom şimdi. Kefil oldum çünkü. Utandığımdan kimselere söylüyemediydim. Bu gadın çaylak avcısı oğlum, o belediye otobüsünde bizim gibi enayi çaylakları avlıyo. Olaydan daha önce haberim olsaydı bu avanak Avni de av olmazdı.

Perşembe günü randevu saatinden önce buluşma yerindeydim. Oda arkadaşım Pala  içime büyük kuşkular salmıştı. Ona inanmakla inanmamak arasında sıkışıp kalmıştım. Buluşma saati geldi, on dakika geçti, yarım saat geçti, iki saat geçti. Yaprakları yolunmuş bir ağaç gibi öylece dikilip kalmıştım buluşma yerinde. Giderek azalıp tükenmeye yüz tutmuş bir ümitle bekledim, bekledim. Civarlarda bir tur atıp tekrar döndüm. Gülşen’den eser yoktu. İçimdeki son ümit kıvılcımı da sönmüştü. Arkadaşım Palanın söyledikleri doğruydu galiba. Ben de onun akıbetine uğramış, Gülşen’in avı olmuştum. Güneş batarken, ilk fırsatta Palanın öyküsünü de ayrıntılı bir biçimde dinlemek arzusuyla ve dünyanın en bahtsız insanı olarak oradan ayrıldım.
    

               




 





13 Kasım 2015 Cuma

TÜKENEN UMUTLAR



İlkbahar coşkusuydu umutlarımız
Meltem yumuşaklığındaki duygular
Dikensiz gül bahçesi yarınlarımız
Hiç gelmeyecek gibiydi o sonbahar


Önce pembe rüyalarımız kayboldu
Sevda yerine kalplere elem doldu
Mutluluk uçup gitti, kederler kaldı
Kırdı dallarınızı acı rüzgarlar


Zamanla unutuldu özlenen bahar
Meltem yumuşaklığında esen rüzgar
Çiçek bahçeleri içinde yarınlar

Şimdi ne umutlar kaldı, ne de bahar

      
                                            


                                                       HATİCE’NİN ÖYKÜSÜ
4
Urfa’nın bir köyünden, kan davası yüzünden kaçıp gelen Seyit ile karısı Güllü, komşu köy olan Söğütlü köyüne sığınmışlardı. Bir çoban’a da gereksinimi olan köylüler Seyit ve karısını sahiplenip köye yerleşmelerine yardımcı oldular. Köyün üst başında onlar için, el birliği ile iki göz bir ev ve yanına küçük bir ahır yaptılar. Seyit çoban olarak, karısı Güllü de varsılların evlerinde işlerine yardımcı olarak yeni yaşamlarını sürdürmeğe başladılar. Söğütlüye yerleşmelerinin üzerinden altı ay geçmişti ki Güllü ilk çocuğunu doğurdu. Bu, tosuncuk bir oğlandı.   Seyit ona babasının adı olan Ömer’i uygun gördü. Bir yılı henüz bir ay geçmişti ki Güllü ikinci çocuğunu doğurdu. Bu da nur topu gibi bir kızdı. Onun adını da Hatice koydular.
İlk yıllarda Seyidin çobanlıktan kazandığı para ve Güllünün ev hizmetlerinden sağladığı erzak, giyecek vb. ile iyi kötü geçinip gidiyorlardı. Gülünün hizmet ettiği varsıl bir ailenin verdiği dişi bir dana büyümüş, yavrulamış yeterli olmasa da süt yoğurt gereksinimlerini karşılıyordu. Ama çocuklar büyüdükçe geçim sıkıntıları da artmağa başladı. Ankara’ya çalışmağa gidenlerin daha çok kazandıklarını, dönüşlerinde onlardan sık, sık dinliyordu Seyit. Kendisi de Ankara’ya gidip çalışmaya karar verdi. Köye dönüp, bir süre evinde kaldıktan sonra tekrar Ankara’ya giden Kara Hasanın yanına takılıp yola düştü. On gün kadar sonra gelen mektubunda, büyük bir inşaatta işe başladığını yazdırmıştı Seyit.
Çocuklar, diş kapı girişinin olduğu, oturdukları bölümde, aynı yatakta yatıyorlardı. Evde anne, babalarının yattığı, öteki bölümdeki yataktan başka yatak yoktu zaten. Güllü işe giderken çocukları da yanında götürüyordu. Ömer ve Hatice annelerinin çalıştığı evin kötürüm’lerini (Hastalıklı ya da sakat olup, sürüyle gidemeyen koyun, kuzu, keçi, oğlak gibi hayvanlara  ‘kötürüm’ denir) köyün civarındaki otlaklarda otlatarak hem bir işin ucundan tutmuş oluyorlar hem de günlerini birlikte geçiriyorlardı.
Ömer ile Hatice birbirlerini çok seviyordu. Birkaç saatlik ayrılıkları bile onları mutsuz, huzursuz ve tedirgin ediyordu. Köyün çocukları ile fazla bir ilgileri yoktu. Zaten diğer çocuklar bunları pek de aralarına almak, onlarla oynamak istemiyorlardı. Köyde okul da olmadığından, özellikle kış aylarında çocukların oynamak için bolca zamanları oluyordu. Ömer ve Hatice birkaç kez o çocuklarla birlikte oynamaya kalkışmışlar, aşağılandıklarını hissedince bir daha katılmamayı yeğlemişlerdi. Kendi aralarında oynamaktan sıkılmıyorlardı. Hatta bundan büyük zevk duyuyorlardı. Ömer, evin ufak tefek yapı, tamirat işleriyle ineğim bakımını, Hatice de anne yokken evin derlenip toplanması görevini iyi kötü yerine getiriyordu.
Seyit, olağanüstü bir çabanın sonunda okuma yazmayı öğrenmişti. Çalıştığı firmada kalfa konumuna yükselmiş, iş yükü az da olsa hafiflemiş, kazancı ise bir miktar artmıştı.  Düzenli olarak evine, kazandığı paranın önemli bir kısmını gönderiyordu. Senede en çok iki kez, izin alarak kendisi de geliyordu. Gelirken asla eli boş gelmezdi Seyit.  Karısına ve çocuklara başta giysiler olmak üzere çeşitli hediyelerle gelirdi. En çok on gün kalabiliyordu ailesiyle. Günlerce karısına ve çocuklara Ankara’yı, çalıştığı firmayı, patronunu, arkadaşlarını anlatırdı. Bir gün onları alıp Ankara’ya göçebilecekleri hayallerinden söz ederdi.  Karısı da, çocuklar da Seyit varken zamanın nasıl geçtiğini bilemeden dönüş günü gelip çatardı.  
Ömer on beşine, Hatice de on dördüne basmışlardı. Hala aynı yatakta yatıyorlardı. Kışın soğuk günlerinde birbirlerine iyice sarılmadan uyumuyorlardı. Ömer de Emine de ergenlik çağına girmişlerdi. Emine’nin memeleri hafiften büyümeye başlamıştı. İkisinin de rüyalarında cinsel temalar yer alıyordu artık. Gece yatağa girdiklerinde ikisinin de içinde birbirlerine sarılma, öpme, okşama arzusu uyanıyordu. İkisi de bu yönde ilk davranışı karşıdan bekliyor gibiydi. Yatak dışında bu duyguyu hatırladıklarında, başta Ömer olmak üzere utanıyor, adeta irkiliyorlardı. Bir süre bu duyguları bastırmak için çaba gösterdiler, arzularına direndiler. Bir gece sarılmış yatarken Ömer’in, Emine’nin göğüsleri üzerinde ki kolu aşağı kaydı. Emine, abisinin kolunu tutup kaldırdı ve avucu memesinin üstüne gelecek şekilde koyup bastırdı. Ömer’in ergenlik duygu ve dürtüleri uyanmış, ayaklanmıştı. Kardeşinin memelerini okşamağa başladı. Emine abisine daha bir sıkı sarılıp önce onu dudağından öptü, sonra dudaklarını onun dudaklarına yapıştırdı. Alt alta, üst üste dakikalarca seviştiler. Birbirlerinin okşanmadık yerlerini bırakmadılar. Yorgun ve mutlu bir şekilde uyudular.
Takip eden günlerde ikisi de birbirlerine sarılıp öpüşmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Bunun için yeterince uygun zamanları ve mekanları vardı. Gerekçe ne olursa olsun birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı. Geceleri daha heyecanlı, daha bir arzulu sevişiyorlardı. Sarılma, öpüşme ve okşamalarla sınırlı sevişmeleri birkaç hafta sürdü. Bir gece, iradesine yenik düşen, arzularını denetleyemeyen, frenleyemeyen Ömer kardeşine sahip oldu. Emine buna asla karşı çıkmadı. Hatta bu onu daha da mutlu etmişti. Abisine daha bir tutkuyla sarılıp, öptü. İkisinin de gözlerinden mutlulukları adeta fışkırıyordu.
İkisi de henüz çocuktu. Gelecekte neler olacağı, hangi zorluklarla karşılaşacakları, nelere göğüs germek zorunda kalacakları akıllarından bile geçmiyordu. Toplumun değerlerinden, yargılarından, gelenek ve göreneklerden ne bir bilgileri vardı, ne de bu alanda bir düşünceleri. Yaşamın hep böyle tozpembe geçeceğini, hiçbir sorunla karşılaşmayacaklarını sanıyorlardı. Daha doğrusu hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye aldırış etmeden günlerini arzu ettikleri gibi bir sevginin sarmalında mutlu yaşıyorlardı. Mutluluklarının kimselere bir zararı yoktu. Zaten nasıl olsa kimseler duymayacak, bilmeyecekti. Öyle ya, kendileri kimseye söylemedikten sonra nasıl bilebilirlerdi ki? Bu yüzden sevgilerini, birlikteliklerini sonsuza kadar sürdüreceklerini sanıyorlardı. 
Ömer on yedisinin içinde, Hatice de on altısına basmıştı. Yaklaşık iki yıldan beri sessizce mutlu yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ömer gelecekte olabilecekleri az çok kavramağa başlamıştı. Çok daha dikkatli ve temkinli olmaları gerektiğini düşünüyordu. Hatice’den birazcık uzak durmak istediyse de Hatice buna fırsat vermedi. Çeşitli yolarla abisini kendine çekmeyi başarıyordu. Ömer, kardeşine ilerde neler olabileceğini anlatmağa çalıştı birkaç kez. Hatice’nin aklı ya basmıyor, ya da bunların olma olasılığını yok sayıyordu. Abisinin endişelerini çok anlamsız buluyordu. Hele de çevrenin değer yargılarından, onlara hangi gözle bakacaklarından asla endişe duymuyordu. Çünkü birilerinin duymasının, bilmesinin mümkün olabileceğini düşünemiyordu. Böylece, ne zaman, nerede tökezleyeceği bilinmeyen bu sağlıksız ilişki sürüp gidiyordu.
Hatice, başında esen kavak yelleri ve gönlünde abisine duyduğu sevda ile on altı yaşının baharını coşku içinde sürdürüyordu. Köyde iş yoğunluğunun arttığı mayıs ayının ortalarında bir çapa işinde çalışırken başı döndü, midesi bulandı, çapa elinden düştü. Bahçenin bir köşesindeki çardağa taşıdılar. Hatice bir şeyi olmadığını, birazcık dinlenirse bir şeyinin kalmayacağını söyleyince herkes onu bırakıp işine döndü. Gerçekten de on, on beş dakika kadar dinlenip kendini iyi hissedince o da çapasını alıp yeniden işine koyuldu. Birkaç gün sonra aynı rahatsızlığı tekrarlandı. İzleyen birkaç hafta sonra bu rahatsızlıkları bitti ve unutuldu. Kimseciklerin de bu rahatsızlığa farklı yorumlar üretmek akıllarının köşesinden geçmedi. Bu sıralar Hatice’nin bedeninde de dikkatini çeken değişmeler oluyordu. Göğüsleri normalden hızlı büyüyor, bazı yiyeceklere karşı aşırı istek duyuyordu. Hamilelik konusunda azıcık ta olsa bir bilgisi yoktu. Bu yüzden hamile olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu. Böyle olunca da yaşamının akışında karşılaştığı ufak, tefek bu değişimleri umursamıyordu.
Hatice’nin kayıtsızlığı da, mutluluğu da uzun sürmedi. Karnı büyümeğe başladı. İlk kez hamile olabileceği aklına geldi. Çok korktu. Eğer aklından geçen gerçekse buna engel olması gerektiğini düşündü. Hamile ise bunun öğrenilmesinin, duyulmasının her şeyin sonu olacağını düşündü. Düşündüğü şeyi abisine açtı. Ömer önceleri inanmadı böyle bir durumla karşılaşacaklarına. Ama günler geçtikçe o da Hatice’deki değişikliği fark etti. Zaten bebek de annesinin karnında rahat durmuyor, zaman, zaman tekmeliyordu. Birlikte, bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolunu düşünmeğe, bir çıkış aramağa yoğunlaştılar. Kimselere bir şey söyleyecek, kimseden yardım isteyecek durumda değillerdi. Bu büyük beladan kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Ama yoktu.
Artık abisine sarılıp mutlu anlar yaşamak yerine, sarılıp ağlamak olmuştu Hatice’nin kaderi. Geceleri uyku uyuyamıyordu. Sevişme arzusu tümden yok olmuştu. ‘Çocuk düşürmek’ diye bir şeyler duymuştu ama bunun nasıl olacağı konusunda zerrecik fikri, bilgisi yoktu. Birilerinin yardımına gereksinimi vardı. Bu da asla olabilecek bir şey değildi. Kimselerin bilmesini istemiyordu. Çaresizlik omuzlarına öyle bir çökmüştü ki feleği şaşmıştı Hatice’nin. Aklından geçen tek kurtuluş yolu ölümdü. Ama bunu nasıl yapacaktı? Bu düşüncesinden Ömer’in haberi olsun istemedi. Abisinin yaşamasını, mutlu bir geleceğinin olmasını istiyordu. Abisi, ölmesine bir süre üzülse de sonunda unutacağını düşünüyordu. Ölmenin en kolay yolu olarak ta evde ya da dışarıda bir yerlerde kendini bir ağaca asmaktı ona göre. Emine bu fikrinin en doğru karar olup olmadığını günlerce düşündü. Sonunda kesin kararını verdi. Bunu gerçekleştirecekti. Uygulamak için en uygun konumu da belirledi. Köyün dışında, gözlerden uzakta bir ağaca kendini asacaktı.
Ömer kardeşinin davranışlarından endişe duymağa başladı. Yapması gereken hiçbir işi doğru şekilde yapamıyordu. Kedine güveni tam anlamıyla dibe vurmuştu. Eskiden içtikleri su bile ayrı gitmeyen Hatice şimdi abisine tek kelime söylemiyordu.  Ortalıkta ölü gibi dolaşıyordu. Ömer, Hatice’nin kendini öldürmeğe karar vermiş olabileceğini düşündü. Beraber olmadıkları zamanlarda, uzaktan uzağa onu izlemesi gerektiğine karar verdi. Nitekim verdiği kararın doğru olduğunu iki gün sonra gördü.
Hatice babasının artık kullanmadığı dokuma kuşağını beline sarıp, abisine, biraz hava almak istediğini söyleyerek evden ayrıldı. Köyün üst tarafında, köye uğramayan patikayı izleyerek evden uzaklaştı. Abisinin izlediğinden habersiz belirlediği ağacın yolunu tuttu. Kimseler bir şey öğrenmeden bebekten kurtulacaktı. Böylece ne anası, ne babası nede abisi kötü durumlara düşmeyeceklerdi. El alemin yüzene bakabileceklerdi. Kimse onların suratına, kızlarının abisinden çocuk peydahladığını haykıramayacaktı. Anne babasının, özellikle de Ömer’in huzur ve mutluluk içinde yaşamını sürdürmesi için gerekirse bin kere ölmeğe hazırdı. Bu düşüncelerle kendini asmak için kararlaştırdığı ağacın dibine geldi. kuşağı, kafasından geçireceği biçimde ilmek yapıp ağacın dalına doladı. Üzerine çıkacağı taşı ayarladı. Taşın üzerine çıkıp boynuna ip yerine kullandığı kuşağı geçirmek üzereydi ki abisinin haykırışıyla irkildi; “Hatca, sakın yapma. Öleceksek birlikde ölek. Beni goyup getme. Biliyodum böyle bi şey yapacağanı.” Ömer bunları söylerken var gücüyle de koşarak, kuşağı boynuna geçirmeden Hatice’ye kavuştu. Onu sertçe itti. Hatice yere yuvarlandı.  Ömer onu yerden kaldırıp ona sımsıkı sarıldı. Ağacın altına oturup, bir süre hiçbir şey konuşmadan, sessizce ağladılar. Sonra birlikte evlerine döndüler.
Ama büyük sorun hala orta yerde duruyordu. Ömer’in yaşamlarına birlikte son verme planına Hatice şiddetle karşı çıkıyordu. Bir süredir kızındaki değişikliği hisseden Güllü bir akşam kızını yanına çağırıp, neler olduğunu, karnının neden şiştiğini, hasta olup olmadığını sordu. Hatice kaçamak yanıtlarla o günkü sorgulamayı savuşturdu. Bir hafta kadar sonra Güllü kızını tekrar karşısına aldı; “canım gızım sende bi hallar var. Ağer (eğer) hasda  dağalsen garnın niye şişiyo böyle? Sayıdan(sahiden) ağrıyan, acıyan bi yerin yok mu?” birden aklına kızının hamile olabileceği geldi, korkuyla irkildi.  Sanki birileri varmış ta duyabileceklermiş gibi alçak bir sesle; “Gız yoğusa sen gebe misin? Bana doğruyu söyle, geberesice. Biriynen düşüp galkdın mı? Varısa biri bilmem ilazım.” Hatice ne diyeceğini bilmiyordu. Sustu. Annesi ne dediyse, ne yaptıysa fayda etmedi. Kızının ağzından tek kelime alamadı. Hatice ağabeyiyle seviştiğini, çocuğun babasının o olduğunu nasıl söyleyebilirdi ki? Kısa bir süre sonra da kızının hamile olduğuna Güllü’nün kuşkusu kalmadı. Bir çaresine bakması için kızını doktora götürmeye karar verdi. Hatice bütün gücüyle gitmemekte direndiyse de annesini kararından döndüremedi. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, ikisi birlikte şehrin yolunu tuttular.
Şehir yaya olarak iki saatlik uzaklıktaydı. Hatice hala gitmemekte ısrara ediyor, annesine boyuna yalvarıyordu. Doktor da olsa başkalarının bilmesini, hem kendisi, hem de abisi için büyük bir yıkım olarak algılıyordu. O yüzden de ölmeyi tek kurtuluş olarak görmeğe devam ediyordu. Güllü bakışlarından, davranışlarından kızının canına kıyabileceğini hissediyordu. Neredeyse yol boyunca Hatice’nin elini bırakmadı. Yolu yarıladıklarında bir subaşındaki kavakların gölgesinde oturup dinlenme molası verdiler. Güllü kızına olup bitenleri anlatması için yalvardı, çırpındı,  gözyaşı döktü, nafile. Hatice’nin sessizce ağlamaktan başka bir yanıtı olmadı.
Hastaneye vardıklarında gün hayli ilerlemiş, doktorlar vizitelerini bitirip muayenelerine başlamışlardı. Sorarak Güllü kadın doğum doktorunun muayene odasını buldu. Bir süre sonra da kızının elinden tutup doktorun karşısına çıktı. Doktor Hatice’yi muayene etti, altı aylık hamile olduğunu, bebeğin son derece sağlıklı göründüğünü söyledi. Güllü birkaç kez yutkunduktan sonra bu bebeği aldırtmak istediklerini, ederi, gideri neyse karşılamağa hazır olduğunu söyledi. İki gözü iki çeşme; “Dokdurum, gulun gurbanın oluyum. Bu bebek doğarsa biz perişan oluruk. Söylemesi ayıp, senden saklamanın manası yok, bebeğin babasını bilmiyok. Ne etdimse, ne söyledimse gızıma laf geçiremedim. Bebeğen kimden olduğunu söyledemedim. Bebek duyulursa gapıdan dışarı çıhamam. Hepimiz gapında kole oluruk, yeterki bize çare ol. Bizi bu dertden kurtar.” Doktor dilinin döndüğünce yapabileceği bir şey olmadığını anlatmağa çalıştı. Altı aylık bebeğin alınmasının hem ahlaken, hem de tıbben hiçbir biçimde mümkün olmadığını söyleyerek Güllüyle kızını adeta odasından kovdu. Kolu kanadı kırık, içi kan ağlayarak Hatice’nin elinden tutup tekrar köye döndü Güllü.
Eşini dört yıl önce bilinmeyen bir hastalık sonucu kaybeden Yayık Keziban, on sekiz yaşına basmış olan oğlu Erkan’a Hatice’yi istemiş, Hatice’nin şiddetle karşı çıkması üzerine Güllü Yayığı eli boş çevirmişti. Doktorun söylediklerinden sonra her şey değişmişti. Tek çare Hatice’yi vakit kaybetmeden birisiyle baş göz etmekti. Güllü el altından Yayık Keziban’a haber salıp kızının gönlünü yaptığını, istemeye gelirlerse kızı vereceğini duyurdu. Bu haberi alan Yayık soluğu Güllü’de aldı. Konuştular, anlaştılar, oracıkta Allahın emri anıldı, Keziban parmağındaki yüzüğü çıkartıp Hatice’nin parmağına geçirdi. Hatice, gönülsüz kaynanasının elini öptü. On gün sonra da imam nikahı ile Hatice istemeye, istemeye Yayık Keziban’ın evine gitti, Erkan’ın karısı oldu.
Erkan, uzun bir süredir göz koyduğu Hatice’ye kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Evlendikten bir, iki hafta kadar sonra eşinin hamile olduğunu öğrenen Erkan’ın buna tepkisi çok sert olmadı. Hatice’ye duyduğu sevgi, bebeğini kabullenebilecek kadar büyüktü. Ama babasının kim olduğunu bilmek de hakkıydı. Bunun için Hatice’yi defalarca sorgulamasına karşın bir sonuç alamadı. Kocasının sorularına karşı Hatice susup ağlıyordu sadece. Doğum yaklaştıkça Erkanın mutluluğu üzerinde kara bulutlar  görünmeye başladı. Başlarda karısı ile ilgili söylentileri fazla umursamayan Erkan, köylüler tarafından kendisine açıktan açığa yapılan saldırılar ve hakaretler karşısında duyarsızlığını koruyamaz hale geldi. Bir keresinde köy kahvesinden çıkarken ardından; “Çıharken dıkgat et, boynuzların gapıya dahılmasın.” Diye laf atan Deli Kamil’in üzerine atıldı, attığı yumruklardan sonra gırtlağına sarılıp öldürmeye bile kalkıştı. Kahvedekiler Deli’yi Erkan’ın elinden zor aldılar. Ardından da, yenilip yutulması zor hakaretler savurarak Serdarı kapı dışarı ettiler. 
Kaynana, gelininin başkasından hamile olduğun öğrendiğinde başından vurulmuşa döndü. Dizine vura vura; “Ben bunu nasıl fargetmedim? Bu kotülüğü Erkan’ıma nasıl yapdım? Yavrımı ataşlara atdım.” diye dövündü. Meraklı komşu kadınlar Haticeyi yakından görüp, emin olmak için birer, ikişer Yayığın evine damladılar. Yayık Kezlban ne diyeceğini bilemez bir halde, sersem tavuk gibi başı öne eğik dolaşıyor, onlara söyleyecek bir çift laf bulamıyordu. Hatice ise avludan dışarı adım atmamıştı bu eve geldiğinden beri. Evde başka oda olsa, oraya saklanıp, gelenlerin karşısına da çıkmayacaktı hiç. Gelen kadınlar imalı, aşağılayıcı bakışlarıyla Hatice’yi süzüyor; “ Gız Keziban gozün aydın. Maşallah torunun sağlıhlı olacak. Erkan üç ayda baba oluyo. Ne hoş dağal mi?” gibi sözler diyerek Keziban’ın yarasına tuz, biber ekiyor, onu çileden çıkartıyorlardı.
Çevrenin baskısı arttıkça Erkan’ın Hatice’ye karşı davranışları da değişti. Bir süreden beri eve suratı asık gelen ve her fırsatta Hatice’yi azarlayan Erkan şimdi bahaneler yaratarak onu kıyasıya dövmeye başladı. Sık, sık bebeğin babasının kim olduğunu soruyor, yanıt alamadıkça da karısına sille tokat girişiyordu. Üstüne üstlük kaynanası da oğlunu kışkırtmak için elinden geleni esirgemiyordu. Zavallı Hatice işittiği hakaret ve azarlamalara ve yediği sopalara sessizce katlanıyor, gözyaşı döküp oturuyordu. Evden dışarı çıkmak istemediği için annesini de görmüyordu. Görse bile ona anlatabileceği hiçbir şeyi yoktu. Güllü de kızının mutsuz olduğunu biliyordu ama içinde yaşadığı cehennemden haberdar değildi.
Vakit gelince Hatice, annesi dışında kimsenin yardımı olmadan bir kız dünyaya getirdi. Bebek sağlıklıydı. Güllü ona ‘Kader’ adını verdi. Kızıyla birlikte bebeği bir süreliğine kendi evine götürmek istediyse de kaynana buna izin vermedi. İstemeye gittiğinde kızının hamile olduğunu sakladığı için Güllüye büyük öfke duyuyordu. Bu yüzden onunla görüşmek istemiyordu. Güllünün, aklına estiği zaman çat kap kızını görmeye gelmesini de istemediğini yüzüne söyledi. Akşama kadar kızının başında bekleyen Güllü akşamüstü ağlayarak, sessizce evine döndü.
Bebekten sonra Serdar’ın Hatice’ye zulmü daha da zamladı. Doğumu üzerinden henüz iki gün geçmişti ki sudan bir bahaneyle Hatice’yi yerlerde sürükleyerek kıyasıya dövdü. Artık onu evlerinde görmek istemediğini, piç’ini de alıp defolup gitmesini haykırdı. Hatice o gece hiç uyumadı. Her yanı ağrıyordu. Gözyaşları sel oldu aktı sabahlara kadar.   

 Ortalık ışıyordu. Hatice kararını vermişti. Henüz herkes uykudayken bebeğini alıp sessizce evden çıktı. Yaya olarak yarım saate yakın bir mesafedeki ‘Derin yarma’ denilen yere yöneldi. Orası gerçekten de oldukça derin bir uçurumdu. Bıçak gibi kesilmiş, otuz metre kadar derinliği olan dimdik bir kayalıktı. Oradan aşağı düşen bir canlının sağ kalma olasılığı hiç yoktu. Hatice bebeğine sımsıkı sarılmış olarak taşlık patika yoldan Derin Yarma’ ya ulaştığında ortalık iyice ağarmıştı. Çevre ıssız ve sessizdi. Hatice yalnızca beynindeki uğultuyu duyuyordu. Uçuruma bir an önce varma isteğinden başka hiçbir şey yoktu kafasında. Oraya eriştiğinde, çok uzaklardaki tepelerden güneşin ucu görünmüştü. Doğa uykusundan ağır, ağır uyanırken Hatice, henüz beş günlük olan bebesiyle birlikte ebedi uykusuna kavuşmağa hazırlanıyordu. Güneşe doğru dönüp baktığında, doğmakta olan yeni günün ilk pırıltıları gözlerini kamaştırdı. Uçurumun ucuna geldi, bebeğine baktı, bir anne sıcaklığı ile onu öptü, daha bir sıkı sarıldığı,  bebeğiyle birlikte kendini, sonsuzluğun huzur dolu kollarına, o engin, o derin boşluğa bıraktı.