ARABA KULLANMAYI BİLİYORUM
16
Arhavi’de göreve başladığım sene yarıyıl tatilini geçirmek üzere Ankara’da
bulunuyordum. Fakülteden ve yedek subay okulundan arkadaşım olan, çok samimi
dostum, kimya yüksek mühendisi olan sevgili Hüseyin’i iş yerinde ziyarete
gittim. Hasanoğlan yol sapağından bir kilometre kadar içerde yolun sağ tarafında,
kendi bilgi ve olanaklarıyla deterjan üreten bir tesis kurmayı başarmıştı. Elli
kişi kadar çalışanı olan bu tesisi ayakta tutmayı başarmış olmanın gururunu
onunla paylaşmak istemiştim Fabrikanın dikenli tel çitlerle çevrili, oldukça
geniş arazisinin boş alanlarında öbek, öbek metal parçalar, değişik ebat ve
kalınlıkta paslı borular, çimento ve deterjan hammaddesi olduğunu sandığım sarı
renkte torbalar, elyaf artıkları görünüyordu. Zincirle bağlı iki de çoban
köpeği. Fabrikanın iki katlı işletme binasının önünde bir pikap, bir de kırmızı
renkte Anadol marka binek arabası park etmişti.
Bekçiye patronuyla görüşmek istediğimi söyledim.
Telefonla içeri haber verdi, aldığı yanıt sonucunda da bana patronunun odasına
kadar eşlik etti.
Hasret giderme seremonisi bitti. Kahvelerimizi içerken
Hüseyin bana başardığı işin önemini büyük bir coşku içinde anlatmağa
koyulmuştu. Özet olarak Söylediği, kendi planladığı, teknolojisini kendisinin
yarattığı bu fabrikada kaliteli deterjan üretmeyi ve pazarlamayı başarmış, maliyetleri
karşılayıp az da olsa kar etmeye başlamıştı. Bunun beni kendisi kadar mutlu
ettiğini söyledim. Konuyu değiştirmeyi denedimse de o’nun heyecanını, mutluluk
ve coşku dolu öyküsünü sonuna kadar dinlemek zorunda kaldım. Aslında
başarısından gurur duyuyordum duymasına
ama hiç anlamadığım, teknik bir konu olması nedeniyle benim için sıkıcıydı
anlattıkları. Sonra birlikte fabrikayı gezdik. Gurur ve mutluluktan gözleri
parıldayarak sistemin nasıl çalıştığını göstererek anlattı. Doğrusu ben de
hayranlıkla izledim. Sonra dışarı çıktık. Öyle yemeğini birlikte yiyeceğimizi,
o zamana kadar bir şekilde oyalanmamı, kendisinin yapması gereken işler
olduğunu söyledi. Ben de; “Anadol arabayla Hasanoğlan yolunda biraz dolaşabilir
miyim? Böylece biraz vakit geçirmiş olurum.” Dedim. Araba kullanmayı bilip bilmediği sordu.
“Kullanabiliyorum.” Yanıtım üzerine anahtarı getirtip bana verdi ve dikkatli
kullanmamı tembihleyip ayrıldı.
Kapıyı açıp sürücü koltuğuna oturdum. Heyecandan
bacaklarım tir, tir titriyordu. Yedek subaydayken bir defa cip kullanmağa
kalkmış, bir dönemeçte cipi şarampole düşürmüştüm. Araba kullanmayla ilgili tek
deneyimim buydu. Ama bir süre motosiklet kullanmıştım. O dönemler tüm ülkedeki
binek arabası sayısı birkaç yüz binden bile az olduğu için yollar bom boştu.
Araba kullanmayı öğrenmem için bundan iyi fırsat bulamazdım. Vitesi Debriyajı, freni,
gazı biliyordum. Motoru çalıştırdım. Vites kolunun topuzunda çizgi ve oklarla
ileri, geri vitesler gösterilmişti zaten. Arabanın önü fabrika çıkışı
yönündeydi. Birinci vitese takıp yavaş, yavaş kapıdan çıktım.
Hasanoğlan yönünde iki kilometre kadar yol almıştım ki
beş, altı yüz metre kadar ilerde, yolun iki yanında Pazar yerini andıran insan
kalabalıkları görünüyordu. O kalabalığa girmenin tehlikeli olacağını düşünerek
geri dönmemin doğru olacağına karar verdim. Günlerden Pazar olması nedeniyle
yol kenarında bulunan birkaç işyeri de kapalıydı. Sağda bulunan bir işyerinin önündeki,
karolarla kaplanmış, oldukça geniş boş alandan yararlanıp geri dönmek
düşüncesiyle direksiyonu binanın önüne kırdım.
Binanın giriş katı bir mobilya mağazasıydı. Yerden
tavana kadar cam vitrinin arkasında koltuk takımları, masalar, yatak odası
takımları vb. olan büyük bir salon görünüyordu. Vitrinin yanındaki giriş kapısı
hafif aralık duruyordu. Bu, içeride birilerinin olduğu izlenimi veriyordu.
Vitrine bir metre kadar kala yaklaşıp durdurdum arabayı. Geri vitese taktığıma
emin olduğumda gaza basıp debriyajdan ayağımı çekince araba öne fırladı. Neyse
ki vitrin camına dokunmadan frene basmayı başardım. Vites kolunun topuzu
üzerindeki işaretlere harfiyen uyarak tekrar geri vitese taktığıma emin
olduğumu düşündüğüm ana kadar uğraştım. Debriyajı bırakır bırakmaz araba yine
öne fırladı. Cam’a girmeden durdurmayı bu kez de başarmıştım. İnip, arabayı
iterek vitrinden uzaklaştırmak asla aklıma gelmedi. geri vitese takmak için
bütün pozisyonları tekrar, tekrar denedim. Arabanın geri vitesi bozuk
olmalıydı. Bunu Hüseyin neden söylememişti ki bana. Bir ara bu araç’a geri
vitesi koymayı unutmuş olabileceklerini bile düşündüm. Böyle bir şey olabilir
mi? O anki ruh halim, mutlaka geri vitese takmalı ve buradan çıkmalıydım. Son
bir gayretle hamle yapınca koca vitrinin el kalınlığındaki camı gümbür, gümbür
arabanın ön kaputunun üzerine indi. Bir an bunun bir rüya olmasını diledim
sanki. Ne yazık ki gerçekti. Arabanın burnu dükkanın içindeydi. Ortalıklarda
kimselerin görünmüyor olmasından yararlanıp oradan kaçmak için hala geri vitese
takabilme uğraşı içinde çırpınıyordum. Her denemem de yarım metre kadar daha
giriyordun vitrinden içeri. Arabanın
yarıdan fazlası içerideydi artık. Ön tampon koltuk takımına dayanmıştı.
Sırılsıklam olmuştum terlemekten. Salonun arka kösesindeki merdivenlerden
elinde kocaman bir sopayla, iri kıyım, palabıyık birisi şaşkın bakışlarla indi,
bana doğru geliyordu. Bir an başıma gelecekler geçti aklımdan. Kapıyı açıp
arabadan indim.
“Hoş gelmişsen. Oooh! Bi de gözel pargetmişsen ki. Aha
sağa bi davşan ganı çay getirem. Keyfiye bak. Bu sıcakda buradan serin yeri
nereden bulacahsen.” Adamın benimle dalga geçtiği kesin, kesin olmasına da daha
sonra ne yapmayı planladığını anlayamadım. Bu yüzden de kalayım mı, kaçayım mı
o an karar veremedim. Zoraki gülümsemeye çalışarak bunun bir kaza olduğunu,
işyerinin önünde dönmek isterken arabanın geri vitesinin bozulduğunu,
düzeltmeye çalışırken başıma bunun geldiğini söylemeye hazırlanıyordum ki,
adamın suratı birden değişti. Elindeki sopayla, tam da kafamı hedefleyerek, var
gücüyle yaptığı hamleyi, gençliğin de verdiği bir çeviklikle, belli belirsiz
bir sıyrıkla atlatmayı başardım. İkinci hamlesine yöneldiğinde ondan en az
birkaç adım ilerde olmak üzere tabanları yağlamıştım. Bana yetişemeyeceğini
anlamış olmalı ki ağzı açılmadık küfür ve sövgülerle birlikte elindeki sopayı
arkamdan var gücüyle savurduysa da hedefi tutturamadı. Fabrika yönünde, bir yüz
metre şampiyonası finalinde bile az görülen bir performans sergileyerek,
kaçarken adamın sövgülerinden giderek uzaklaştığımı duyumsayıp nefes almak için
hızımı azalttım. Geriye dönüp baktığımda aramız epeyce açılmıştı. Ardımdan
fırlattığı taşlar da bana ulaşamıyor olsa da peşimden gelmeğe devam ediyordu.
Fabrikanın kapısından içeri girerken artık o görünürlerde yoktu. Rahat bir
nefes almak için kendimi girişte, sağda, altı çimle kaplı bir akasya ağacının
gölgesine attım.
Araba mağazanın içinde kalmıştı. Olanları Hüseyin’e
nasıl söyleyecektim? Arabanın kime ait olduğunu kesin biliyorlardır. Bilmeleri
de gerekmez ki zaten. Önünde, sonunda sahibi arabasını almak için oraya
gidecek. Zarar, ziyan neyse ödemeye hazırım. İnşallah hırsızlık filan gibi
başka bir amaçla mağazaya girdiğimi düşünüp polise gitmezler.
Sırtımı ağaca verip gölgesinde aklımdan buna benzer
kaygılar geçerken nefesim normale dönmüştü. Kalktım, Hüseyin’in ofisin yolunu
tuttum. Masasında bir aparatı kurcalıyordu. Doğrulup yüzüme baktı ve “hayırdır,
suratın kıpkırmızı. Bi şey mi oldu?” yüzümün yanmasından kızardığım kendim bile
apaçık hissediyordum. Birkaç kem, kümden sonra çaresiz olan biteni anlattım.
“Hani araba kullanmayı biliyordun, nasıl girersin adamların mağazasından
içeri? Bi de kullanmayı bilmeseydin
Allah muhafaza. Nerde şimdi araba? ” bir kusurum olmadığını söylemek istedim
ama bu çok saçma olacaktı. “Arabanın geri vitesinin bozuk olduğunu neden
söylemedin? Bi türlü geçmedi. O zaman da işte böyle oldu.” Birlikte dışarı
çıktık. Ana kapıya doğru beş, on metre yürümüştük ki kırmızı anadol kapıdan
içeri girdi. Ön tamponun kırılmış olduğunu o zaman fark ettim.
Araba tam da önümüzde durdu. İçindeki iki kişi dışarı
çıkıp bizi selamladılar. Ellerimizi sıktılar. Onların bir şey söylemesine
fırsat vermeden Hüseyin; “Selim bey çok özür diliyorum, arkadaşım bir kaza
sonucu sizin mağazanın vitrininden içeri girme becerisini göstermiş. Olup biteni bana anlattı. Olan olmuş, yapacak
bi şey yok. Zarar ziyan ne ise sineye çekeceğiz çaresiz. Gelin şu kamelyada
oturup birer kahve içelim ve neyse gereği icabına bakarız.” Diyerek olayı oldukça
alttan ve yapıcı bir şekilde ortaya koydu. Adamlar da karşı çıkmadılar. Geçip
kamelyadaki sıra ve sandalyelere oturduk. Bir süre Hüseyinli karşılıklı
işlerinin sorunlarından, sıkıntılarından konuştular. Herkes kahve yerine çay
istemişti. Çaylar geldi. Selim bey bana dönerek; “Yeğenim gosgoca vitrin camını
goremedin de mi girdin içeri, nasıl becerdin bunu? Hele bi de bize ağnat olan
biteni. Anlatacak ne bir bahanem, ne de yüzüm vardı. Benim söylediklerimi
Hüseyin aktardı onlara. Vitrin camını taktırın, faturasını bizim iş yeri
adresimize kestirin. Hiç olmasa iyiydi ama olmuş bi kere. Bunun dışında da
yapılacak bi şey yok herhal. Komşuyuz nede olsa. Her zaman birbirimize sahip
çıkmalıyı. Sorunlarımızın giderilmesinde destek olmalıyız. Doğru olan bu bence.”
Selim beyin anlayışlı, babacan bir iş adamı olduğunu
tavırlarından anlamıştım. Bana döndü; “Arabayı ilk kez gullanıyorsan böyle
gazalar olur, üzülme. Ben de ilk kullamağa galhışdığımda az galdı birini ezerek
öldürüyodum. Adamı dokdurlar zor gurtardı. Şansım vardı da şikayetci olmadılar.
Seninki onun yanında çoh masum bi gaza. Gasten yapmadın ya sen ona bak. Zaten
hemşeriymişik hüseyin beyin dediğine gore. Sadece camın parasını ödeyin,
gerisini ben hallederim. Hüseyin bey evladım sevdiğim, saydığım, mobilya alış
verişlerinde bizden başgasına getmiyen gıymetli bi gomşumuz. Aramızda böyle
şeylerin lafı bile olmaz.”diyerek sevecen bir tavırla sırtıma birkaç şaplak
indirdi.
Bir hayli rahatlamıştım. Enikonu bir tek cam parası
ödeyecektim. Bunun da önemsiz bir miktar olacağını düşündüm. Daha on gün önce
okulun kırılan penceresinin camını sekiz liraya taktırmıştım. Vitrin camı on
kat büyük bile olsa seksen lira. Bununla kurtardığım için kendimi çok şanslı
sayıyordum.
Ertesi gün öyleden sonra yine Arkadaşımın fabrikasındaydım.
Doğru Hüseyin’in bürosuna çıktım. Arkadaşım yerinde değildi. Kapıdaki görevli
beş on Dakka içinde geleceğini söyledi. Büroda oturup beklemeye başladım.
Masanın üzerindeki faturaya gözüm ilişti. Göz ucuyla baktım,o günün tarihiyle,
Hüseyin Bayol adına kesilmiş cam faturasıydı. Elime aldım. Tutarı yazan yerdeki
rakamı görünce gözlerime inanamadım. Dört yüz seksen lira yazıyordu. “Bu, bir
devlet memurunun maaşı demek. Bu işte bir yanlışlık olmalı. Üstelik cebimde bu
paranın yarısı bile yok.” Rakamın
yarattığı şaşkınlık sıkıntılar basmasına neden oldu. Mutlaka bir yanlışlık
olmalı diye düşünüyordum ki Hüseyin girdi içeri. Elimdeki faturayı göstererek; “Betin, benzin
atmış. Belli ki ceremenin faturası hoşuna gitmemiş.” Dedi. “Evet, hoşuma
gitmedi. Yetmiş, seksen lira tutacağın ummuştum. Bu ne böyle. Babacan bi
görüntü kandırmacasıyla kazıklanıyor muyum? Sence bu fatura gerçek olabilir
mi?” diyerek şaşkınlığımı belirttim. Hüseyin; “piyasalarla bir ilişkin olmadığı
nasıl da belli. Sen vitrin camını pencere camıyla karıştırıyorsun anlaşılan.
Bak şurda ne yazıyo. 6 mm .
Bu cam kalınlığı. Bu camı omuz versen kıramazsın. Bak, bu da metre kare fiatı.
Ne yazıyor orda? Seksen lira. O vitrin altı metre kare. Anladın mı şimdi
rakamın hikmetini?
Bu konularda bu kadar cahil olduğum için arkadaşımdan
utandım. Cebimdeki 210 lirayı çıkartıp önüne koydum. Kalanını da yarın
getireceğimi söyleyip ayrıldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder