4 Aralık 2015 Cuma

                                         ARABA KULLANMAYI BİLİYORUM
16
Arhavi’de göreve başladığım sene yarıyıl  tatilini geçirmek üzere Ankara’da bulunuyordum. Fakülteden ve yedek subay okulundan arkadaşım olan, çok samimi dostum, kimya yüksek mühendisi olan sevgili Hüseyin’i iş yerinde ziyarete gittim. Hasanoğlan yol sapağından bir kilometre kadar içerde yolun sağ tarafında, kendi bilgi ve olanaklarıyla deterjan üreten bir tesis kurmayı başarmıştı. Elli kişi kadar çalışanı olan bu tesisi ayakta tutmayı başarmış olmanın gururunu onunla paylaşmak istemiştim Fabrikanın dikenli tel çitlerle çevrili, oldukça geniş arazisinin boş alanlarında öbek, öbek metal parçalar, değişik ebat ve kalınlıkta paslı borular, çimento ve deterjan hammaddesi olduğunu sandığım sarı renkte torbalar, elyaf artıkları görünüyordu. Zincirle bağlı iki de çoban köpeği. Fabrikanın iki katlı işletme binasının önünde bir pikap, bir de kırmızı renkte Anadol marka binek arabası park etmişti.
Bekçiye patronuyla görüşmek istediğimi söyledim. Telefonla içeri haber verdi, aldığı yanıt sonucunda da bana patronunun odasına kadar eşlik etti.
Hasret giderme seremonisi bitti. Kahvelerimizi içerken Hüseyin bana başardığı işin önemini büyük bir coşku içinde anlatmağa koyulmuştu. Özet olarak Söylediği, kendi planladığı, teknolojisini kendisinin yarattığı bu fabrikada kaliteli deterjan üretmeyi ve pazarlamayı başarmış, maliyetleri karşılayıp az da olsa kar etmeye başlamıştı. Bunun beni kendisi kadar mutlu ettiğini söyledim. Konuyu değiştirmeyi denedimse de o’nun heyecanını, mutluluk ve coşku dolu öyküsünü sonuna kadar dinlemek zorunda kaldım. Aslında başarısından gurur  duyuyordum duymasına ama hiç anlamadığım, teknik bir konu olması nedeniyle benim için sıkıcıydı anlattıkları. Sonra birlikte fabrikayı gezdik. Gurur ve mutluluktan gözleri parıldayarak sistemin nasıl çalıştığını göstererek anlattı. Doğrusu ben de hayranlıkla izledim. Sonra dışarı çıktık. Öyle yemeğini birlikte yiyeceğimizi, o zamana kadar bir şekilde oyalanmamı, kendisinin yapması gereken işler olduğunu söyledi. Ben de; “Anadol arabayla Hasanoğlan yolunda biraz dolaşabilir miyim? Böylece biraz vakit geçirmiş olurum.” Dedim.  Araba kullanmayı bilip bilmediği sordu. “Kullanabiliyorum.” Yanıtım üzerine anahtarı getirtip bana verdi ve dikkatli kullanmamı tembihleyip ayrıldı.
Kapıyı açıp sürücü koltuğuna oturdum. Heyecandan bacaklarım tir, tir titriyordu. Yedek subaydayken bir defa cip kullanmağa kalkmış, bir dönemeçte cipi şarampole düşürmüştüm. Araba kullanmayla ilgili tek deneyimim buydu. Ama bir süre motosiklet kullanmıştım. O dönemler tüm ülkedeki binek arabası sayısı birkaç yüz binden bile az olduğu için yollar bom boştu. Araba kullanmayı öğrenmem için bundan iyi fırsat bulamazdım. Vitesi                             Debriyajı, freni, gazı biliyordum. Motoru çalıştırdım. Vites kolunun topuzunda çizgi ve oklarla ileri, geri vitesler gösterilmişti zaten. Arabanın önü fabrika çıkışı yönündeydi. Birinci vitese takıp yavaş, yavaş kapıdan çıktım.
Hasanoğlan yönünde iki kilometre kadar yol almıştım ki beş, altı yüz metre kadar ilerde, yolun iki yanında Pazar yerini andıran insan kalabalıkları görünüyordu. O kalabalığa girmenin tehlikeli olacağını düşünerek geri dönmemin doğru olacağına karar verdim. Günlerden Pazar olması nedeniyle yol kenarında bulunan birkaç işyeri de kapalıydı.  Sağda bulunan bir işyerinin önündeki, karolarla kaplanmış, oldukça geniş boş alandan yararlanıp geri dönmek düşüncesiyle direksiyonu binanın önüne kırdım. 
Binanın giriş katı bir mobilya mağazasıydı. Yerden tavana kadar cam vitrinin arkasında koltuk takımları, masalar, yatak odası takımları vb. olan büyük bir salon görünüyordu. Vitrinin yanındaki giriş kapısı hafif aralık duruyordu. Bu, içeride birilerinin olduğu izlenimi veriyordu. Vitrine bir metre kadar kala yaklaşıp durdurdum arabayı. Geri vitese taktığıma emin olduğumda gaza basıp debriyajdan ayağımı çekince araba öne fırladı. Neyse ki vitrin camına dokunmadan frene basmayı başardım. Vites kolunun topuzu üzerindeki işaretlere harfiyen uyarak tekrar geri vitese taktığıma emin olduğumu düşündüğüm ana kadar uğraştım. Debriyajı bırakır bırakmaz araba yine öne fırladı. Cam’a girmeden durdurmayı bu kez de başarmıştım. İnip, arabayı iterek vitrinden uzaklaştırmak asla aklıma gelmedi. geri vitese takmak için bütün pozisyonları tekrar, tekrar denedim. Arabanın geri vitesi bozuk olmalıydı. Bunu Hüseyin neden söylememişti ki bana. Bir ara bu araç’a geri vitesi koymayı unutmuş olabileceklerini bile düşündüm. Böyle bir şey olabilir mi? O anki ruh halim, mutlaka geri vitese takmalı ve buradan çıkmalıydım. Son bir gayretle hamle yapınca koca vitrinin el kalınlığındaki camı gümbür, gümbür arabanın ön kaputunun üzerine indi. Bir an bunun bir rüya olmasını diledim sanki. Ne yazık ki gerçekti. Arabanın burnu dükkanın içindeydi. Ortalıklarda kimselerin görünmüyor olmasından yararlanıp oradan kaçmak için hala geri vitese takabilme uğraşı içinde çırpınıyordum. Her denemem de yarım metre kadar daha giriyordun vitrinden içeri.  Arabanın yarıdan fazlası içerideydi artık. Ön tampon koltuk takımına dayanmıştı. Sırılsıklam olmuştum terlemekten. Salonun arka kösesindeki merdivenlerden elinde kocaman bir sopayla, iri kıyım, palabıyık birisi şaşkın bakışlarla indi, bana doğru geliyordu. Bir an başıma gelecekler geçti aklımdan. Kapıyı açıp arabadan indim.
“Hoş gelmişsen. Oooh! Bi de gözel pargetmişsen ki. Aha sağa bi davşan ganı çay getirem. Keyfiye bak. Bu sıcakda buradan serin yeri nereden bulacahsen.” Adamın benimle dalga geçtiği kesin, kesin olmasına da daha sonra ne yapmayı planladığını anlayamadım. Bu yüzden de kalayım mı, kaçayım mı o an karar veremedim. Zoraki gülümsemeye çalışarak bunun bir kaza olduğunu, işyerinin önünde dönmek isterken arabanın geri vitesinin bozulduğunu, düzeltmeye çalışırken başıma bunun geldiğini söylemeye hazırlanıyordum ki, adamın suratı birden değişti. Elindeki sopayla, tam da kafamı hedefleyerek, var gücüyle yaptığı hamleyi, gençliğin de verdiği bir çeviklikle, belli belirsiz bir sıyrıkla atlatmayı başardım. İkinci hamlesine yöneldiğinde ondan en az birkaç adım ilerde olmak üzere tabanları yağlamıştım. Bana yetişemeyeceğini anlamış olmalı ki ağzı açılmadık küfür ve sövgülerle birlikte elindeki sopayı arkamdan var gücüyle savurduysa da hedefi tutturamadı. Fabrika yönünde, bir yüz metre şampiyonası finalinde bile az görülen bir performans sergileyerek, kaçarken adamın sövgülerinden giderek uzaklaştığımı duyumsayıp nefes almak için hızımı azalttım. Geriye dönüp baktığımda aramız epeyce açılmıştı. Ardımdan fırlattığı taşlar da bana ulaşamıyor olsa da peşimden gelmeğe devam ediyordu. Fabrikanın kapısından içeri girerken artık o görünürlerde yoktu. Rahat bir nefes almak için kendimi girişte, sağda, altı çimle kaplı bir akasya ağacının gölgesine attım.
Araba mağazanın içinde kalmıştı. Olanları Hüseyin’e nasıl söyleyecektim? Arabanın kime ait olduğunu kesin biliyorlardır. Bilmeleri de gerekmez ki zaten. Önünde, sonunda sahibi arabasını almak için oraya gidecek. Zarar, ziyan neyse ödemeye hazırım. İnşallah hırsızlık filan gibi başka bir amaçla mağazaya girdiğimi düşünüp polise gitmezler.
Sırtımı ağaca verip gölgesinde aklımdan buna benzer kaygılar geçerken nefesim normale dönmüştü. Kalktım, Hüseyin’in ofisin yolunu tuttum. Masasında bir aparatı kurcalıyordu. Doğrulup yüzüme baktı ve “hayırdır, suratın kıpkırmızı. Bi şey mi oldu?” yüzümün yanmasından kızardığım kendim bile apaçık hissediyordum. Birkaç kem, kümden sonra çaresiz olan biteni anlattım. “Hani araba kullanmayı biliyordun, nasıl girersin adamların mağazasından içeri?  Bi de kullanmayı bilmeseydin Allah muhafaza. Nerde şimdi araba? ” bir kusurum olmadığını söylemek istedim ama bu çok saçma olacaktı. “Arabanın geri vitesinin bozuk olduğunu neden söylemedin? Bi türlü geçmedi. O zaman da işte böyle oldu.” Birlikte dışarı çıktık. Ana kapıya doğru beş, on metre yürümüştük ki kırmızı anadol kapıdan içeri girdi. Ön tamponun kırılmış olduğunu o zaman fark ettim.
Araba tam da önümüzde durdu. İçindeki iki kişi dışarı çıkıp bizi selamladılar. Ellerimizi sıktılar. Onların bir şey söylemesine fırsat vermeden Hüseyin; “Selim bey çok özür diliyorum, arkadaşım bir kaza sonucu sizin mağazanın vitrininden içeri girme becerisini göstermiş.  Olup biteni bana anlattı. Olan olmuş, yapacak bi şey yok. Zarar ziyan ne ise sineye çekeceğiz çaresiz. Gelin şu kamelyada oturup birer kahve içelim ve neyse gereği icabına bakarız.” Diyerek olayı oldukça alttan ve yapıcı bir şekilde ortaya koydu. Adamlar da karşı çıkmadılar. Geçip kamelyadaki sıra ve sandalyelere oturduk. Bir süre Hüseyinli karşılıklı işlerinin sorunlarından, sıkıntılarından konuştular. Herkes kahve yerine çay istemişti. Çaylar geldi. Selim bey bana dönerek; “Yeğenim gosgoca vitrin camını goremedin de mi girdin içeri, nasıl becerdin bunu? Hele bi de bize ağnat olan biteni. Anlatacak ne bir bahanem, ne de yüzüm vardı. Benim söylediklerimi Hüseyin aktardı onlara. Vitrin camını taktırın, faturasını bizim iş yeri adresimize kestirin. Hiç olmasa iyiydi ama olmuş bi kere. Bunun dışında da yapılacak bi şey yok herhal. Komşuyuz nede olsa. Her zaman birbirimize sahip çıkmalıyı. Sorunlarımızın giderilmesinde destek olmalıyız. Doğru olan bu bence.”
Selim beyin anlayışlı, babacan bir iş adamı olduğunu tavırlarından anlamıştım. Bana döndü; “Arabayı ilk kez gullanıyorsan böyle gazalar olur, üzülme. Ben de ilk kullamağa galhışdığımda az galdı birini ezerek öldürüyodum. Adamı dokdurlar zor gurtardı. Şansım vardı da şikayetci olmadılar. Seninki onun yanında çoh masum bi gaza. Gasten yapmadın ya sen ona bak. Zaten hemşeriymişik hüseyin beyin dediğine gore. Sadece camın parasını ödeyin, gerisini ben hallederim. Hüseyin bey evladım sevdiğim, saydığım, mobilya alış verişlerinde bizden başgasına getmiyen gıymetli bi gomşumuz. Aramızda böyle şeylerin lafı bile olmaz.”diyerek sevecen bir tavırla sırtıma birkaç şaplak indirdi.
Bir hayli rahatlamıştım. Enikonu bir tek cam parası ödeyecektim. Bunun da önemsiz bir miktar olacağını düşündüm. Daha on gün önce okulun kırılan penceresinin camını sekiz liraya taktırmıştım. Vitrin camı on kat büyük bile olsa seksen lira. Bununla kurtardığım için kendimi çok şanslı sayıyordum.
Ertesi gün öyleden sonra yine Arkadaşımın fabrikasındaydım. Doğru Hüseyin’in bürosuna çıktım. Arkadaşım yerinde değildi. Kapıdaki görevli beş on Dakka içinde geleceğini söyledi. Büroda oturup beklemeye başladım. Masanın üzerindeki faturaya gözüm ilişti. Göz ucuyla baktım,o günün tarihiyle, Hüseyin Bayol adına kesilmiş cam faturasıydı. Elime aldım. Tutarı yazan yerdeki rakamı görünce gözlerime inanamadım. Dört yüz seksen lira yazıyordu. “Bu, bir devlet memurunun maaşı demek. Bu işte bir yanlışlık olmalı. Üstelik cebimde bu paranın yarısı bile yok.”  Rakamın yarattığı şaşkınlık sıkıntılar basmasına neden oldu. Mutlaka bir yanlışlık olmalı diye düşünüyordum ki Hüseyin girdi içeri.  Elimdeki faturayı göstererek; “Betin, benzin atmış. Belli ki ceremenin faturası hoşuna gitmemiş.” Dedi. “Evet, hoşuma gitmedi. Yetmiş, seksen lira tutacağın ummuştum. Bu ne böyle. Babacan bi görüntü kandırmacasıyla kazıklanıyor muyum? Sence bu fatura gerçek olabilir mi?” diyerek şaşkınlığımı belirttim. Hüseyin; “piyasalarla bir ilişkin olmadığı nasıl da belli. Sen vitrin camını pencere camıyla karıştırıyorsun anlaşılan. Bak şurda ne yazıyo. 6 mm. Bu cam kalınlığı. Bu camı omuz versen kıramazsın. Bak, bu da metre kare fiatı. Ne yazıyor orda? Seksen lira. O vitrin altı metre kare. Anladın mı şimdi rakamın hikmetini?
Bu konularda bu kadar cahil olduğum için arkadaşımdan utandım. Cebimdeki 210 lirayı çıkartıp önüne koydum. Kalanını da yarın getireceğimi söyleyip ayrıldım.           
 




                    




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder