On beş günlük iznimi
geçirmek üzere Marmaris’e ikinci gelişimdi bu. Bir yıl önce de bir arkadaşımla
yaz tatilimizi burada geçirmiştik. Hem pırıl pırıl, masmavi denizi, hem de
insanlarının ve pansiyon sahibi ailenin içten ve sıcak davranışları bu yaz da
beni oraya çekmişti. Başka bir şehirde, aynı dönem yedek subay olan, sürekli
mektuplaştığım, 15 günlük yaz tatilini birlikte geçirmeye ikna ettiğim,
fakülteden de arkadaşım olan Mustafa isimli arkadaşımla iznimizi çakıştırarak
buluşmuş, birlikte gelmiştik Marmaris’e. Doğruca eski pansiyonuma gittik. Pansiyoncum
Ali Kaptan ve eşi Sevim Hanım beni görünce çok sevindiler. Küçük ikramlardan
sonra odamıza yerleşip, dinlenmeye çekildik.
O yıllar Marmaris küçük
şirin bir sahil kasabasıydı. Benim gibi serüvenci beş, on yerli turist dışında
pek uğrayanı da yoktu. Sahilde bir çay bahçesi ve ‘Sini Restoran-Kafe’ adında
bir lokantası vardı. Üç beş sene önce geçirdiği bir deprem sonucu devletin
sahil boyunda yaptırmış olduğu bahçe içinde, iki katlı Deprem Konutları'nın
çoğu boş duruyordu. Bizim pansiyonumuz da bu konutlardan biriydi. Hatta Ali
kaptan bana; “Paran varsa bu konutlardan istediğini 30 bin liraya alabilirsin.”
demişti. O günkü teğmen maaşının 800 TL. Civarında olduğu düşünülürse bu evler
pahalı sayılamazdı. Ama bizde o paranın onda biri de yoktu ki.
Ali kaptan motorlu
sandalıyla her gün bizi farklı bir yere götürüyor, farklı bir koy’un ter temiz,
parıltılı maviliklerinde yüzmemizi sağlıyordu. Bunun için aldığı ücret komik
denecek kadar azdı. Günlerimiz çok güzel geçiyordu. Tatilimizin onuncu günü
olan Perşembe günü Mustafa’ya bir telgraf geldi. Kız kardeşinin düğünü erkene
alınmış, Düğün Pazar akşamı yapılacakmış. Acele gelmesi isteniyordu. Bunun
üzerine ertesi sabah Mustafa beni yalnız başıma bırakıp apar topar Marmaris’ten
ayrıldı.
Akşam yemeğinden sonra
can sıkıntısına meydan vermemek için Açık Hava Sinemasına gitmeye karar verdim.
O yıllarda bu yazlık, Açık Hava sinemalarına büyük rağbet vardı. Filmin
başlamasına on dakika kadar süre varken ortalarda bir yer seçip oturdum. Bir
ara kafamı çevirip geriye baktığımda, bir arkamdaki sıranın bana göre solunda
bulunan iki sandalyeye biri on bir, on iki, diğeri yetişkin iki kız oturmak
üzereydi. Büyük olanla bir an göz göze geldik, olanlar oldu. Başımdan aşağı
üstüme bir yıldırım düşmüş gibi oldum. Çarpıldım. Sarsıldım. Ayaklarım yerden
kesildi. Nutkum tutuldu. Kafam allak bullak oldu. Daha önce böyle bir duyguyu
hiç tanımamıştım. Oturduğum sandalyedeki varlık ben değildim sanki. Masmavi
bakışlarından beynime akan bir ateş birden bire tüm bedenimi saran bir yangına
dönüştü.
Film çoktan başlamış,
herkes sessizce izliyorken benim beyaz perdede gördüğüm tek görüntü sol arkamda
oturduğunu bildiğim kızın olağanüstü güzel yüzü ve mavi gözleri. Kendimce
bahaneler yaratıp sık, sık o tarafa dönüp, orada oturmaya devam edip
etmediklerine bakıyorum. Çünkü ben farkında olmadan kalkıp gitmiş
olabilecekleri düşüncesi beni tedirgin ediyor. Evlerini öğrenmeden bu kızı
kaybetmeyi asla göze alamam.
Sinemacı filme on
dakikalık ara verip ışıkları yaktığında yanına gidip tanışmak isteğiyle yanıp
tutuşuyordum. Birlikte olduğu küçük kızın bir an yanından uzaklaşması ya da
benimkinin herhangi bir nedenle oturduğu sandalyeyi terk etmesi için bildiğim
bütün duaları okudum. Bir yararı olmadı. İkisi de ara boyunca yerlerinden
kıpırdamadılar. Sinemanın dağılmasını beklemekten başka umarım kalmadı.
Işıklar yanınca filmin
bittiğini fark ettim. Filmin konusu neydi, baş oyuncular kimdi, komedi miydi,
dram mıydı? Farkında değildim. Çıkışta
yine bu ikili birlikte yukarı mahallenin yolunu tuttu. Sokak lambalarının
aydınlığında izlediğimi fark edemeyeceklerini düşündüğüm bir mesafeden onları
izliyordum. Bir köşeyi döndüler, ben o köşeye geldiğimde ise yok olmuşlardı.
Hızlandım, yan sokakları aradım, taradım ileriye koştum, geriye koştum yok,
yok, yok. Kuş olup uçmuşlar ya da birden görünmez oluvermişlerdi. Yarım saat
kadar kasabanın üst başındaki ara sokaklarda dolandım. Henüz ışıkları sönmemiş
evlerin perdesiz, aydınlık pencerelerden, belki onu görebilirim umuduyla,
uzanıp gizlice baktım. Bir işe yaramadı. Beni, vurgun yemiş bir bahtsıza
çeviren o ahuyu kaybetmiştim. Çaresiz pansiyona döndüm. Sessizce odama girip
yattım.
O gece gözüme uyku
girmedi. Gözümü kapasam da, açık tutsam
da koyu mavi bakışlarıyla o güzel kız hep karşımda duruyordu. Onun izine
ulaşmanın mutlaka bir yolunu bulmalıydım. Ali Kaptanın sahilde teknesinin
yanında olduğunu öğrendim. Doğru onun yanına gittim. Kızı dilimin ve
yeteneğimin elverdiği ölçüde tarif ettim,
onu kaybettiğim yeri tarif ettim ve bu kızın kim olduğunu sordum Ali
Kaptana. Kaptan, beni umutlandıran derin düşüncelere dalıp tekledi, çiftledi
sonuç olarak öyle birini hatırlayamadığını söyledi. “Ali Kaptan noolursun iyi
düşün, mutlaka tanırsın sen.” Dedimse de fayda etmedi. Kaptan,“Anlaşılan sen bu
kıza abayı yakmışsın. Hadi gidip bir de bizim hanıma soralım. Belki onun
tanıdığı biridir.” Diyerek beni yeniden umutlandırdı. Birkaç dakika sonra
evdeydik. Bütün ayrıntılarıyla anlatmama karşın yengeden de olumlu bir sonuç
alamadım. Aklıma Orhan öğretmen geldi. Fırlayıp okulunun yolunu tuttum.
Orhan, çıkarılan geçici
bir yasa gereği dört aylık kısa dönem askerlik hakkı kazanmış şanslı
öğretmenlerdendi. Bu dört ayı da bizim taburda gazino görevlisi olarak
yapmıştı. Marmaris’te görev yaptığını, terhisinden sonra da aynı okulda olduğunu
biliyordum ve birkaç gün önce okulunda ziyaret edip çayını içmiştim. Bir
sorunum olursa her türlü yardıma hazır olduğunu söylemişti. Okula vardığımda
Orhan’ın dersi olmadığını öğrendim. Aklımdan şansımın dönmekte olduğu geçti.
Yine her şeyiyle tanımladığım
kızı Orhan da çıkartamadı. “Bak teğmenin
bir fikrim var. Kızı kaybettiğini söylediğin sapak yakınında berber dükkânı
olan bir arkadaşım var. Hazır dersim de yokken hemen ona gidelim. O mahallenin
kızlarını bilirse o bilir. Sonra gelir yine burada oturup çayımızı içeriz.”
Bir kere daha yollara
düştük. Adının ‘Şeref’ olduğunu tanışmamız sırasında öğrendiğim berber bizi
oldukça candan karşıladı. Otuzlu yaşlarında görünüyordu. Dükkânda on, on iki
yaşlarında bir çırak ve bizden başka kimse yoktu. Orhan kısa bir hal hatır
sormanın ardından konuyu açtı. Kızı tanımasını umduğumuzu söyledi. Şeref yüksek
sesle mahallenin kızlarını saymaya başladı. Sayarken de sık sık “ Bu kız
olamaz, bu kızın gözleri ela, bu sizin tarifinize uymuyor.” Gibi değerlendirmelerde
bulunuyordu. Sonuç olarak, benim kızı çıkaramadığını, bu mahallede tarif
ettiğim gibi bir kızın bulunmadığını, varsa da kendisinin onu bilmediğini
söyledi. Bir kere daha umutsuzluğa
düşmüştüm. Akşam sinemada gördüğüm bir hayal olamazdı. Bu kız bu kasabada, bu
mahallede bir evde kalıyordu. Bir misafir de olabilirdi. Ama şu anda bu
kasabada, bu evlerden birisinde olduğu kesindi. Benim kafamda buna benzer
düşünceler çarpışırken Şeref; “Bu kızı bulmanın bir yolu daha var. Bu da ne
biliyor musunuz çocuklar? Bu mahallenin genç kızları hemen her gün, akşama
doğru sahildeki çay bahçesine inerler. Bir, iki saat sonra da evlerine geri
dönerler.” Dedi. Bana dönerek; “Akşam 5’e doğru gel. Kapının önüne bir sandalye
çıkarayım, çayını da söyleyeyim, otur caddeyi gözle. Şansın varsa o kız da
sahile iner. Yukarılarda kaybettinse muhakkak buradan geçecektir.”
Saat beş olmadan Şerefin
dükkânının önündeydim. Kapının yan tarafındaki Keçiboynuzu ağacının koyu
gölgesine Şeref ustanın çırağına taşıttığı sandalyeyi çekip, yolu en iyi
görebileceğim bir konumda oturdum. Önümden geçen yol kasabanın en işlek
caddesiydi. Bütün yukarı mahalleler sahile bu caddeyle bağlıydı sanırım. Bu
yüzden oldukça kalabalıktı. Elbette bir İstanbul’un İstiklal ya da Ankara’nın
Kızılay Caddesi değildi. Ama üçerli, beşerli çocuklar, genç kızlar, aile boyu
guruplar akın akın sahile doğru yürüyordu. Ters yönde yürüyenlerin sayısı çok
azdı.
Büyük umutlarla
başladığım, sevdalandığım kızın yolunu gözleme operasyonu da yeni bir hayal
kırıklığıyla sonuçlanmak üzereydi. İki saati, aşkın gözümü yoldan ayırmadan,
bir tahta sandalyenin üzerinde kıvranıyordum. Sahile inenlerin sayısı azalmış,
geri dönenlerinki artmıştı. Neredeyse güneş batacaktı. Dükkana girdim, Şeref
ustaya hala geçme olasılığının olup olmadığını sordum. “Gün batımına kadar
bekliyelim. Olmazsa yarın da gelip beklersin. Eğer dediğin gibi bir kız varsa
muhakkak buradan geçecek. Sen meraklanma.” Diyerek az da olsa yüreğime su
serpti. Çıkıp tekrar sandalyeye oturdum. Bir süre sonra caddenin yukarısından,
yanında daha küçük olduğu belli olan bir kızla benim kıza benzeyen birisi
göründü. Kalbim birden şaha kalktı sanki. Gözlerim karadı, nefesim daraldı.
Biraz daha yaklaştılar, Onun olduğundan hiç kuşkum kalmadı. Hemen içeri koştum,
Şeref Ustaya; “ Usta O geliyor, hemen
dışarı çıkalım, gözünü seveyim. Buldum Onu, Gözlerimle gördüm. Bu O. Kız bu
işte.” Şeref Usta elindeki usturayı bırakmaksızın dükkanın önüne fırladı. Tam o
sırada kızlar önümüzden geçtiler. Usta kızların peşinden hayret ve şaşkın
bakarken; “Vay anasını, hiç aklımdan geçmedi Kuşçu Memedin kızı.” Diye
mırıldandı.
“Bu kız kasabaya sadece
yaz tatillerinde gelir. İzmir’de Kız Öğretmen Okulunda okuyor sanırım. Çok
seyrek gördüğümden aklıma gelmedi. İki yıl önce babası Soma’da kömür ocağında
bir çökme’de öldü. Yanlış bilmiyorsam kendisinden küçük, ikisi kız üç kardeşi
var. Birlikte oturdukları bir de anneanneleri var. Ailesiyle dayısı ilgileniyor.
İki dayısı var ama büyük dayı pek ilgilenmez. Küçük dayısının çarşıda kitapçı
dükkanı var. Aynı zamanda Marmaris’in gazete bayisi. Kızın adını da biliyordum
ama şu an çıkartamadım. Senin anlayacağın, bunların her şeyi dayıları Ercan
efendiden sorulur. Her şeylerine o karışır. Senin derdine çare olacak olan da
odur bence.”
Berber Şerefin verdiği
bilgi benim gereksinimimin çok üstündeydi. Kendisine içten teşekkürlerimi
sundum ve içimden taşan bir sevinçle elini sıkıp ayrıldım.
Kitapçı Ercan Efendinin
dükkanını bulmam zor olmadı. Dükkanda on, on iki yaşlarında bir çocuk ve
tezgahın arkasında gazete okuyan kırklı yaşlarda birisi vardı. Çocuğa Ercan
Efendiyi sordum, bana gazete okuyan beyi işaret etti. Selam verip kendimi
tanıttım. İzmir’de okuduğunu öğrendiğim yeğenini görüp beğendiğimi, Onu daha
yakından tanımak ve bütün iyi niyetimle evlenme arzumu sunmak için mümkünse
bana bir babalık yapmasını saygılı bir dille istedim. Ercan Efendi bir süre
şaşkın, şaşkın yüzüme baktı; “Sen hiç tanımadığın bir kızı istemeye mi karar
verdin yani? Ben ne diyeceğimi şaşırdım. Yeğenim okulu bitirmedi. Kim isterse
istesin evlenmek isteyeceğini sanmam. Ama madem gelip benimle konuşmayı göze
alacak kadar cesaretli ve açıksözlüsün ben de elimden gelen yardımı yapayım
sana. Birazdan dükkanı kapayacağım. Eve gitmeden onlara uğrayıp annesiyle bir
konuşayım. Onların düşüncesini öğreneyim. Yarın sana durumu bildiririm.
Dükkanımı öğrendin. Sabahtan gelebilirsin.”
Dükkandan çıkıp doğru
Orhan’ın evine gittim. Onu bahçesindeki gülleri sularken buldum. Ona kızı
bulduğumu, sonra da dayısından onu istediğimi bir solukta anlattım. “Yarın
akşam yemekten sonra eşini de al, birlikte kızın ailesini görmeye gideceğiz
inşallah. Ortam uygun olursa kızı ailesinden isteyeceğiz. Kızın dayısı görüşüp,
konuşup yarın sabah durumu bana
bildirecek.” Dedim. Orhan’ın; “O zaman gitme şimdi teğmenim, birlikte bir
şeyler atıştırıp neler yapacağımızı kararlaştıralım.” Teklifi aklıma yattı ve
yemeğe kaldım.
Sabahın ilerleyen bir
saatinde dayının dükkanındaydım. Aslında bir saatten fazladır heyecan içinde,
oralarda vaktin biraz ilerlemesi için oyalanıyordum. Dayı beni güler yüzle
karşıladı. “Hoş geldin delikanlı. Seni meseleyi akşam konuştuk. Kardeşim olaya
olumsuz bakmadı. Akşam gidip konuşun, tanışın. Bazı istekleri var. Onları ikna
edersen mesele yok. Hayırlısı olsun Ben elimden gelen yardım ve desteği
yaparım.”
Kapıyı açan kız çocuğu,
sinemada ve ertesi gün de caddede benim kızın yanında gördüğüm kızdı. İki yanı
sedirle çevrili küçük bir salona geçtik. Salonun baş köşesindeki bir yer
minderinde yaşlı nine (Anne anne) oturuyordu. Diğer iki çocuk ve anne bizi ayakta
karşıladılar. Üçümüz de büyüklerin ellerinden, küçüklerin de yanaklarından öpüp
sedire sıralandık. Benimki ortalıklarda görünmüyordu. Hoş, beş ve hal hatır
sormaların ardından kendimi bir kez de onlara tanıttım. “Bu garip, emrivaki
misafirliğin nedenini Ercan beyin sizlere anlatmış olduğunu düşünüyorum. Bu
emrivaki için bizi bağışlayın. Benim izin sürem bittiği için böyle acele oldu.
Sizden çok özür diliyorum.” Dedim. Nine
hayli yaşlı görünüyordu. Konuşacak durumda değil miydi, konuşmayı sevmiyor
muydu bilmiyorum. Misafirliğimiz süresince ağzını açmadı. Anne, tatilin nasıl
geçtiği, nerede kaldığım, nereli olduğum, ailem vb. benzeri konularda sorular
sordu. Benim aklım da gözümde kızında kaldı. Evde değil miydi yoksa. Bunca
çabadan sonra Onu göremeyecek miydim. Yoksa dayısından böyle bir konu olduğunu
öğrenince, “Ben evlenmek istemiyorum, kimseleri de görmek istemiyorum.” Deyip
evden mi kaçtı? İçeri girdiğimizde evdekilerin yüz ifadelerinden ve
davranışlarından memnun ve mutlu oldukları izlenimi edinmiştim halbuki. Bu ve
benzeri düşüncelerin pençesinde terlemeye başlamıştım ki benim kız bir sürahi
dolusu limonata ve bardakların olduğu tepsi ile salona girdi. Farkında olmadan
koca bir nefes almışım. Odanın içi birden aydınlanıverdi sanki. Tepsiden
limonata bardağını alırken yine göz göze geldik. Gülümsüyordu ya da bana öyle
geldi. Damarlarımda bir an kan yerine ateş akıyormuş gibi hissettim. Bardağı
tutan elim titredi. Öteki elimle yakalamasam kesin limonatayı üstüme, başıma
dökecektim. Orhan’ın beni dürtükleyerek, “Kendine gel teğmenim.” Demesiyle
toparlandım sanırım. Annesinin, “Bu
benim en büyük kızım Feriha.” diye tanıtması sonucu sevdalandığım kızın ismini
de öğrendim.
Anne bize aileyle,
çocuklarıyla, özellikle de Feriha’yla ilgili konularda bilgiler aktardı. Ben de
ailem, işim ve biraz da hayallerimden söz ettim. Marmaris’i ne çok sevdiğimi,
fırsat bulursam en çok istediğim şeyin burada yaşamak olduğunu anlattım. Çünkü
kızlarını alıp çok uzak şehirlere götürmek istemediğimi bilsinler istiyordum.
Evlense de kızlarının yakınlarında olacağını bilsinler istiyordum. Asıl konu
açılıp bir sonuca bağlanmadan rahat edebilmem mümkün değildi. Bu yüzden arada
bir Orhan’ı dürterek neden geldiğimiz konusunu artık açmasını istiyordum. Bir
yandan da “Kızımız henüz evlenecek yaşta ve durumda değil. Okulunu bitirmeden
evlilik filan düşünmüyoruz.” Demelerinden korkuyordum.
Nihayet bir sessizlik
anında Orhan’ın ağzından beklediğim sözler döküldü. Kimsede bir şaşkınlık
belirtisi algılamadım. Tam tersine ev halkının, az da olsa, üzerlerindeki
gergin havadan sıyrılmış olduğu izlenimi edindim. Özellikle nine ve çocukların
gülümseyen bakışları yüreğimi ısıttı. Bana oldukça uzun gelen bir sessizliğin
ardından anne; “Böyle bi durum hiç beklemiyoduk. Çok ani oldu. Kızın fikrini
tam olarak almadık. Kızım isdemedikce bu iş olmaz. Kızımla buluşun, konuşun.
Ondan sonraki kararına göre bi cevap verelim size.” Dedi. Benim beklediğim
yanıt ta buydu zaten. Ertesi gün saat yedi de sahildeki çay bahçesinde
Feriha’yla buluşma kararı verildi. Sıcak el sıkışmalarının ardından oldukça
mutlu bir şekilde evden ayrıldık.
Hiçbir yerlere
sığamadığım upuzun bir günün sonunda randevu saatinden yarım saat önce çay
bahçesine damladım. Kollamakta olduğum boşalan bir masayı kapıp, Onun gelişini
rahatça görebileceğim bir konumda oturdum. Kafamda Feriha’ya söyleyeceğim
cümleleri evirdim, çevirdim. Nasıl evlenme teklif edeceğimin provasını
defalarca yineledim. Onu ürkütmemenin yollarını, yöntemlerini düşündüm. Beni
beğenip evlenme teklifimi kabul etmesi için ona nasıl güven verebileceğimi
düşündüm. Şimdilik neleri söylememem gerektiğini düşündüm. Düşünceler kafamdan,
deli bir rüzgarın önüne katılmış bulutlar gibi hızla akıp gidiyordu.
Feriha tam da saatinde
çay bahçesinin kapısında göründü. Yerimden kalkarak bulunduğum masayı görmesini
sağlayıncaya kadar el salladım. Bulunduğum masaya yöneldiğinde heyecandan her
yanım titremeye başladı. “Bu durumu fark ettirmemeliyim. Farkına varırsa çok
utanırım.” Düşüncesi zihnimi yalayıp geçti. Bütün güzelliği, çekiciliği ve zarafetiyle
karşımda duruyordu Feriha. Olayı bu noktaya kadar getirebilmiş olmama
inanamıyordum. Bana bunları yaptıran nasıl bir tutkuydu Tanrım. Ben ki bu güne
kadar, hoşlandığı bir kıza bunu söyleme cesaretini hiçbir zaman kendinde
bulamamış olan biriyim. Ayakta
karşılayıp, elimin titremesini olabildiğince gizlemeye çalışarak elini sıktım,
sandalyesini çekip oturmasına yardım ettim. İlk kez mavi gözlerinin tonunu,
bakışlarının sıcaklığıyla birlikte yakından görüyordum, muhteşemdi. Üzerindeki
mavi çiçekli, dizlerinden aşağısını açıkta bırakan, tek parça elbise bir
fani’ye ancak bu kadar yakışırdı. Hafifçe esen rüzgarla, olgunlaşmış başak
tarlası gibi dalgalanan başak sarısı saçlarını okşayan akşam güneşi sıcak
etkisini kaybetmişti. Heyecanımı gizlemeye ve en yumuşak olmasını sağlamaya
çalıştığım ses tonumla “Hoş geldiniz, nasılsınız?” diyebildim.
Tam bir saate yakın
oturduk çay bahçesinde. Daha çok onun bana sorduğu sorularla açtığı konularda
verdiğim ayrıntılı yanıtlarla geçti konuşmalarımız. Herhalde kendimi ona
beğendirmek için hep olumlu yanlarımı sergiledim sanırım. Onunla ilgili
öğrendiklerim; İzmir kız öğretmen okulunun son sınıfına geçtiği, bir kız
yurdunda kaldığı, öğretmen olduğunda ailesine yardım etmek istediği ve benim
evlenme arzumun kendisini oldukça şaşırttığı oldu. Karanlık olmadan evde olması
gerektiğini söyleyerek kalkmaya davrandı. Ben bütün cesaretimi toplayarak
hayatını benimle paylaşmak isteyip istemediğini sordum. Bana evet demedi, ama
cevabı hayır da değildi. Konuyu annesi ve dayısı ile konuşmak istediğini
söyledi. El sıkıştık ve ayrıldı.
Ertesi gün öyle
saatlerinde ailenin kararını öğrenmek için Feriha’nın dayısının dükkanına
gittim. Dükkanda Ercan Efendi ve çıraktan başka kimse yoktu. Hoş beşten sonra
konuyu benden önce açtı Ercan Efendi. “Bak delikanlı; Feriha okulunu bitirmedi.
Bitirse de tayinini buralara yaptırmak istiyor. Ailesinin en büyüğü O. Kardeşlerine
ablalık yapmak istiyor.” Ercan Efendi başka şeyler de söyledi ama bence hiç
önemi yoktu. Bütün bunları sevinçle, mutlulukla kabul ettiğimi söyledim.
Ailesine her anlamda kol, kanat germek en önemli görevim olacağını, bunu büyük
bir zevkle yapacağımı söyledim. O da; “ O zaman bu işi sonlandırmakta bir
sakınca yok bence. Yarından sonra Feriha İzmir’e dönecekmiş zaten. Yarın birer
yüzük alıp takarak söz keseriz, olur biter. Sonra da herkes işine, gücüne
bakar.”dedi. Bir süre daha ailemden, tasavvurlarımdan, düşüncelerimden söz
ettim Ercan Efendiye. O da bana iyi bir delikanlıya benzediğimi, yeğeni ile
mutlu olmamızı yürekten dilediğini, bundan böyle ailenin başının ben olacağımı,
onların buna çok ihtiyaçları olduğunu filan söyledi. Ertesi gün akşam yemeğinden
sonra Feriha’larda yüzükleri takarak söz kesmek için toplanma kararı verdik.
Sonra da dostça el sıkışarak dükkandan ayrıldım.
Orhan ve eşi ile ikindi
saatlerinde buluştuk, kasabanın tek çiçekçisine uğrayıp en güzel çiçeği
yaptırdım. Kitapçı dükkanından da dayıyı alıp Feriha’ların evinin yolunu tutuk.
Güneş batmak üzereyken Feriha’ların bahçesindeydik. Oldukça yaşlı bir ceviz
ağacının altına serilmiş kilimin üzerindeki bir masanın etrafına dizilmiş
sandalyelere oturduk. Evin giriş kapısının iki yanında ön cepheyi tamamen
kaplamış biri pembe, diğeri mavi öbek öbek çiçeklere bürünmüş begonviller
vardı. Feriha’nın gözlerinin mavisi karşımızdaki begonvilin aynısıydı.
Birden Ona ‘Mavi Begonvil’ adını vermemin çok yakışacağı geçti aklımdan.
Kucağımdaki çiçek buketini Mavi Begonvilime saygılı bir şekilde uzattım.
Alırken göz göze geldik. Gülümsedi. İçimde, özellikle damarlarımda sıcacık bir
şeylerin aktığını, tüm benliğimi sardığını duyumsadım. Kendi bahçelerinin
limonlarından elleriyle yaptıkları soğuk limonata ikramından sonra, adının
Hadiye olduğunu öğrendiğim küçük müstakbel baldızım bir tepsi içinde yüzükleri
getirdi. Heyecanımdan, ne bana yüzüğü takan dayının, ne de Feriha’ya yüzük
takan Orhan’ın söylediklerinin tek kelimesini anladım. Kulağımda kalan yalnızca oradakilerin alkış
sesleri oldu.
Ortalık kararmaya yüz
tutmuştu ki Orhanlar gitmek üzere kalktılar. Dayı da onlarla birlikte gitmek
zorunda olduğunu söyledi. Ben ise Orhanlarla geldiğim için onlarla da dönmem
gerektiğini düşündüm. Kayınvalidem kolumdan tutarak kalmamı, konuşacak şeyleri
olduğunu söyledi. Beklemediğim bu güzel davet beni çok mutlu etti. Önce dayının
sonra da Orhan’ın gözüne baktım, ikisi de kalmamı onayladı.
Kalmam için kayınvalidem
Zehra annenin ve ninenin ısrarlarına karşın gece yarısını aşkın evden ayrıldım.
Feriha’nın ailesinin bana ısındığını, damatları olarak benimsediğini
hissediyordum. Çocukların, kimsenin uyarmasına gerek duymadan bana enişte
demeleri beni çok mutlu etmişti. Fakir
sayılacak bir aileydi Mavi Begonvil’imin ailesi. Yedi ve on bir yaşındaki
Saliha ile Meliha ilkokula gidiyorlardı. On dört yaşındaki oğlan kardeşi Ahmet
ilkokuldan sonra okulu bırakıp bir demirci yanında çalışmak zorunda kalmıştı.
Böylece aile bütçesine az da olsa bir katkı sağlıyordu. Ninenin, on üç yıl önce
kaybettiği emekli ast subay kocasından kalan, maaşı ve on dönümlük bir limon
bahçesinin geliri ile geçiniyorlardı. Berber Şeref usta dayılarının da ara sıra
yardım ettiğini, özellikle çocukların okul gereksinimlerini Onun karşıladığını söylemişti.
Kendimi ailenin büyüğü, çocukların ağabeyi gibi hissetmeye başladım.
Bir sonraki gün Cumartesiydi ve ben Marmaris’ten, ve
Mavi Begonvil’imden ayrılmak zorundaydım. Aynı akşam Yozgat’ta oturan babamlara
uğrayacak, Marmaris’e gelip kızı istemelerini, işi tamamen resmileştirmelerini
isteyecektim. Çünkü Feriha’nın aile büyükleri, ben gelemesem de, annemle
babamın gelip kızı istemelerini, söz kesmenin nişan yapmaya dönüşmesini
istemişlerdi. Gece pansiyonuma gitmeden otobüs yazıhanesine uğrayıp sabah 9 için
Muğla aktarmalı Ankara’ya biletimi aldım.
Sabah erkenden kalkıp hazırlandım. Çantamı otobüs
yazıhanesinde emanete bırakıp vedalaşmak üzere Feriha’lara koştum. Evin
adresini not edip babamların ne zaman geleceğini mektupla bildireceğimi
söyledim. Büyüklerin ellerini, küçüklerin yanaklarını öptüm. Mavi Begonvil’im
bana bahçe kapısına kadar eşlik etti. Kapının dışında ilk kez Ona
sarıldım. Yanaklarından öptüm, ayrıldım.
Annemler yatmadan evdeydim. Beni beklemedikleri için
çok şaşırdılar ve çok ta sevindiler. Hoş beşten sonra asıl konuya girdim ve
olup bitenleri anlattım. Bu tarz bir emrivakiye hazırdılar. O yüzden
yadırgamadılar. Hatta nihayet başımın bağlanmış olmasına sevindiler. Çünkü daha
önce buna bezer bir iki girişim sonuç vermemişti. Yorgunluğun da etkisiyle o gece rahat bir
uyku çektim. Birliğime varır varmaz, Marmaris’e gidecekleri gün ve tarihi
kesinleştirip, bir şekilde onlara ulaştıracağımı söyleyerek Pazar günü öyle
saatlerinde Sivas otobüsüne bindim.
Sivas’a inip otelime yerleşir yerleşmez Mavi
begonvilime ilk mektubumu yazmaya koyuldum. Neler yazdığımı hatırlamasam da çok
güzel şeyler yazdığımdan eminim. Sabahı beklemeye sabrım yoktu. Gecenin ilerlemiş saatine aldırmaksızın
mektubu alıp postaya vermek üzere çıktım
otelden. Nöbetçi posta memuru uykulu gözlerle mektubumu pullayıp yanındaki
sepete attı. Kaç gün sonra döneceğini bilmediğim Feriha’nın cevabının
hayallerini kurarak tekrar otele döndüm. Yatağımda bir süre yarınki yazacağım
mektubumda Mavi Begonvilime anlatacaklarımı kafamda evirip çevirirken uyumuşum.
Her akşam yazıp postaya verdiğim mektuplarıma
Feriha’nın ilk yanıtı on iki gün sonra geçti elime. “Mektubunu bugün aldım,
beklemeden yazıyorum bu mektubu.” Diye başlıyordu satırlar. Sonraki
satırlarında mektubumu, sırdaşı olduğunu yazdığı, çok sevdiği arkadaşı
Şadiye’ye de okuduğunu, Onun da çok beğendiğini yazmıştı. Okulda ve yurtta
günlerinin nasıl geçtiğinden söz eden satırlardan sonra mektuplarımı
sabırsızlıkla beklediğini yazarak, “Çok öpüyorum.“ diye bitirmişti mektubunu. Sevinçten,
mutluluktan içim içime sığmıyordu. Ayıp olmasa gün içinde bulabildiğim her beş
on dakikalık boşlukta oturup Ona yazmak geliyordu içimden.
Feriha’mdan iki ya da üç gün ara ile mektup geliyordu.
Arada bir benim için yazdığı bir şiiri de mektupla gönderiyordu. Çocukça
yazılmış olsa da hoşuma gidiyordu şiirleri. Mektuplarında sırdaşın Şadiye’den
çok söz ediyordu. Yazdığım mektupları çok beğendiğini, benimle ilgili çok
olumlu düşünceleri olduğunu, sık sık ;“Böyle bir nişanlın olduğu için çok
şanslısın.” Dediğini yazıyordu. Bana yazdığı mektupları Şadiye’yle birlikte
yazdıklarını anlıyordum.
Sivas’a dönüşümden bir ay kadar sonra sürpriz bir
kararla, üç gün rapor alarak, İzmir’e gittim. Ziyaretçisi olduğu anons edilip,
yurdun bekleme salonuna geldiğinde karşısında beni görünce Feriha’nın
şaşkınlıktan dili tutuldu adeta. “Gözlerime inanamıyorum. A aaa. Nereden
çıktın?” gibi sözler mırıldanarak hayret ve şaşkınca uzun süre yüzüme baktı.
Neden sonra “Hoş geldin.” diyebildi. Bulunduğum yeri ve konumu unutmuştum
sanki. Ondan ayrı olduğum bir ayın hasretini çıkarırcasına sarıldım. “Ne
yapıyorsun? Bir görevli görürse yurttan atarlar beni. Yapma lütfen.” Diye adeta
yalvardı. Çok haklıydı. Bu devlet yurtlarını iyi tanıyordum. Nişanlımın başına
açabileceğim bir sorun ondan çok beni üzerdi. Toparlandım. “Yetkililerden izin
al şehre inelim.” Dedim. “Kolay olmaz
bu, ama deneyim.” Diyerek ayrıldı. Biraz sonra da gülümseyerek döndü. Akşamın
saat on’una kadar izin almıştı. Yurttan el ele ayrıldık.
İzmir uluslararası fuarının son günleriydi. Doğruca
fuara gittik. Önce, havuz kenarındaki bir çay bahçesinde oturduk. Çaylarımızı
içerken Onu ne kadar çok sevdiğimi anlattım yeteneğimin ve dilimin elverdiği
ölçüde. Onsuz günlerimin nasıl tatsız ve sıkıntılı geçtiğini anlattım. Onunla
birlikte kurduğum hayallerimi anlattım. Okulunun bitmesi için bir yıl daha
beklemenin benim için ne büyük bir işkence olacağını anlattım. Ara sıra bir ya
da iki kelimelik sorularını saymazsam, O hep gülümseyerek dinledi beni.
Akşam yemeğini yine Fuar parkında oldukça düzgün bir
restoranda yedik. Sonra da Fuardaki pavyonları yorulana kadar gezdik. Son
olarak lunaparka gittik. Mavi Begonvilimin istediği tüm eğlence araçlarını
kullandık. Saat ona gelirken Parktan çıkıp, bir taksiyle yurdun yoluna düştük.
Yaklaşık beş saatlik birlikteliğimiz göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmişti.
Yurdun kapısında birbirimize sarılarak vedalaştık. Olağanüstü güzel hayallerin
eşlik ettiği, yarım saat kadar süren, bir yürüyüşle kaldığım pansiyona döndüm.
Yarın cumartesiydi. Mavi Begonvilimle sabahtan gece yarısına kadar birlikte
olacaktık. Odamda, otogarda aldığım İzmir şehir haritasını masaya yayarak yarın
için Feriha’mı götüreceğim yerleri planladım. Gece yarısına doğru yattım. Güzel hayallerin, umutların kollarında uykuya
dalmışım.
Sabah sekizde yurdun kapısındaydım. Mavişim çok
bekletmedi beni. Yurdun karşısındaki duraktan otobüse binip Konak meydanında
indik. Bir pastahanede oturup bir şeyler yedik, içtik. Gelecek hayallerimizden
konuştuk. Hayallerimizin merkezinde İzmir’de yaşamak vardı. Burada bir ev
sahibi olmak, çocuklarımızı burada büyütmek, okutmak vb. gibi. Pastahaneden
çıktıktan sonra yine otobüsle Kadife Kaleye çıktık. Sonra sahile inip Kordon
Boyunda el ele yürüdük. Vapurla Karşıyaka’ya geçtik. Yemek yedik. Sinemaya
gittik. Saat altı’ya doğru vapura binip yine konağa, oradan da Kültür Parka
Fuar’a geldik. Gölün içine konumlandırılmış bir adacıktaki restoranda yemek
yedik. Bir gün önce gezemediğimiz pavyonları gezdik. Zeki Müren’in bir gazinoda
programı vardı. Begonvilime Zeki Müren’i sevip sevmediğini sordum, hayranı
olduğunu söyleyince de hemen soluğu onun programında aldık. Zeki Müren
söylerken bildiğimiz şarkılara birlikte eşlik ettik. Feriha’nın neşesi arttıkça
bundan büyük keyif alıyor, mutlu oluyordum. Konserin sonuna kadar bu böyle
oldu. Cumartesi ve Pazar günleri kızların izinleri gecenin 12 sine kadar
uzatılmış olmasına karşın, zaman yine su gibi akmış ayrılık vakti yaklaşmıştı.
Bir taksiye atlayıp yurdun yolunu tuttuk. Yurda yakın bir yerde indik. Çevremizde
kimse yoktu. Feriha’mı kucaklayıp öptüm. Karşı koymadı. Çok heyecanlanmıştım.
Sanırım O da öyleydi. Yurdun kapısında hiç istemesem de ayrıldık.
Bir kere daha sabahın erken saatlerinde nişanlımı
almak için yurdun önündeydim. Günlerden Pazardı ve ben bu gün öylen iki
otobüsüyle Ankara’ya, oradan da Sivas’a hareket edecektim. Terhisime 2 ay
kalmıştı ve onu geciktirmeyi asla göze alamazdım. Feriha’mın tıpkı peri
masallarındaki gibi, gülümseyen bakışlarıyla, süzülüp merdivenleri inişi içimde
tarifsiz bir coşku yarattı. Oracıkta sarılmamak için kendimi zor tuttum.
Birlikte vitrinleri izleyerek pansiyonuma doğru yürüdük. Bir gelinlikçi
mağazasının önünde durup gelinliklere baktık. Beğendiği gelinliği ona alacağıma
söz verdim. Bakışlarındaki pırıltıdan ve avucumun içindeki elinin
devinimlerinden Onun da yüreğinin pır pır ettiğini hissediyordum. Pansiyona
vardığımızda saat 12 yi geçiyordu. Birlikte valizimi hazırladık, sonra bahçeye
inip bir masada oturduk. Limonata söyledik. Bardaklarımızı içki içiyormuş gibi
tokuşturduk, gülüştük. Otobüsün kalkmasına yarım saat kala odamda birbirimize
sarıldık. Ben ağlamamak için kendimle savaşıyordum. Onun gözlerinde biriken
yaşları öpücüklerimle sildim. Çağırttığım taksiye bindim. Son kez bakışlarımız
birleşti. Havada sallanan ellerimiz daha şimdiden özlemimizi haykırıyordu
sanki.
Gece yarısı Sivas’ta Odamdaydım. Oda arkadaşım
uyumuştu. Sessizce, masa lambasının ışığında özlem yüklü ilk mektubumu yazıp
zarfladım. Sabah servise binmeden postaya vermeyi tasarlayıp yattım.
Mavi Begonvil’imimin ilk mektubunu on gün sonra aldım.
Birlikte olduğumuz birkaç gün için ne kadar çok mutlu olduğunu anlatıyordu
mektubunda. Üç gün sonra aldığım ikinci mektubunda yine benim için yazdığı bir
şiir yer almıştı. Bir ilkokul öğrencisinin saf ve çocukça duyguları vardı
şiirinde. Ne kadar çocukça olursa olsun benim için yazmıştı o satırları. Bu da
beni mutlu etmeye, ayaklarımı yerden kesmeye yetiyordu. Akşamları oda
arkadaşıma İzmir kavuşmamızı, buluşmalarımızı, gezmelerimizi, mutluluğumuzu anlatmaktan
kendimi alamıyordum. İçimden Mavi Begonvilimi, duygularımı, mutluluğumuzu
herkese haykırmak isteği kabarıp taşıyordu.
İzmir’den dönüşümün yaklaşık on beş gün sonrasıydı.
Ordu Evinde telefonum olduğu söylendi. İzin alıp motosikletimle Şehre indim. Telefondaki
babamdı. Titreyen bir ses tonuyla; “Oğlum, Marmaris’ten aradılar. Sana bir
türlü ulaşamamışlar. Nişanlın Feriha bir kaza geçirmiş. Durumu hiç iyi
değilmiş. Söylemesi çok zor. Gelinimi …”
Babamın hıçkırıkları her şeyi açıklıyordu. Birden bütün gövdem buz
kesti. Felç olmuş gibiydim. “Bu nasıl olur?” bile diyemeden telefon elimden
kayıp düştü. Bunun bir rüya, bir kabus olmasını istedim bütün içtenliğimle.
Fenalaştığımı gören ordu evi görevlileri koluma girip içeri taşıyarak bir
koltuğa oturtmuşlar. Uzun süre, “Bu nasıl olur?” diye sayıkladığımı
anımsıyorum.
O gün Ankara’ya otobüs bulamadım. Ertesi gün gece
yarısı Marmaris’e varabildim. Herkes şaşkın ve perişandı. Ben evden içeri
girince yükselen feryatlar, figanlar pencerelerden taşıp Marmaris semalarında
yankılandı. Mavi Begonvilimi öyleden sonra toprağa vermişlerdi. Gelip
gelemeyeceğimi bilemedikleri için bekletmemişlerdi cenazeyi.
Tanrıya isyanımı nasıl haykıracağımı bilemiyordum.
“Neden! Neden bunu reva gördün bana? Madem Onu alacaktın, neden bu kadar güzel
yarattın? Bizi mi kıskandın yoksa? Yarattığın güzelliği bir aciz kuluna çok mu
gördün? Hep sen kullarını affedersin. Ya ben seni affetmiyorsam! Ya ben sana
hakkımı helal etmiyorsam! Bu hiç aklına gelmedi, bunu hiç hesaplamadın, değil
mi?” Tövbe…
Yaşamak, gözümde anlamını tümden yitirmişti. Ölmeyi o
kadar çok istemiştim ki. Ama istemekle ölünmüyor işte. Ayrıca, bunun ne kadar anlamsız ve yararsız olduğu da
çok açıktı. Ölemedim.
İlk görev
yeri
12
Askerliğimi
bitirip Ankara’ya dönmüştüm. Kızılay’da buluştuğumuz bir arkadaşla, onun
bir işi için MEB’na (Milli Eğitim Bakanlığı) gittik. Arkadaşım bakanlıkta Doğu Karadeniz’in şirin
bir kasabasında Orta Okul müdürü olduğunu söylediği bir arkadaşı ile
karşılaştı. Sohbet sırasında adı Abidin
olan müdür Ankara’ya, bir heyetle, kasabalarında yeni bir lise açmak için
öğretmenler, öncelikle de Matematik ve Fizik öğretmeni bulmağa geldiklerini
anlattı. Arkadaşım; “İyileşecek hastanın doktor ayağına gelirmiş. Sizin
aradığınız eleman işte karşında.” Diyerek beni müdür beye takdim etti. Abidin
beyle birlikte üç kişi olan heyetin yanına gittik. Görüşme sonunda oldukça iyi
sayılan bir ücret karşılığı anlaştık. Sözleşmeyi imzaladıktan sonra Lisenin
müdürlüğünü de ayrıca bir ücret karşılığı bana teklif ettiklerinde sevinmekle
birlikte biraz tedirginlik duydum. Çünkü meslekte ilk görevimdi ve
yöneticiliğin Y’ sini bilmiyordum. Abidin Bey kulağıma eğilip; “Hiç endişe
etme. Yapılan Lise binası, Orta Okulun da içinde olduğu geniş bir bahçenin
içinde. Gereksinim duyduğun her idari konuda ben senin yanındayım. Göreceksin
hiçbir sorun çıkmayacak.” Deyince rahatladım ve tekliflerini memnunlukla
karşıladım.
Görev
üslendiğim okulun bulunduğu kasabanın adı Arhavi idi. Bu ismi daha önce hiç
duymamıştım. Abidin Bey Artvin’in bu sahil kasabasını çok beğeneceğimi söyledi.
Ayrıca; “Arhavi o yörenin en kültürlü, en çalışkan ve yeniliklere açık
insanlarının yaşadığı bir kasabadır. Ben de Arhavi’ye gelmeden önce bir hayli
endişeliydim. Şimdi orada görev yapmaktan son derece mutluyum.” Diye ekledi.
O
yıllarda değil kasabalarda, Doğunun, Güney Doğunun bazı illerinde bile henüz
lise yoktu. Hali vakti yerinde olan kasabalar Lise Yaptırma Derneği kurarak
MBE'nın verdiği projeye uygun şekilde Lise binasını ya o yörenin zenginlerinden
biri ya da birkaçının gönüllü katkılarıyla, ya da imece usulü ile kendileri
yapıyordu. Kendi olanakları ile sağladıkları sözleşmeli öğretmenlerle birinci
yıl eğitimi sürdürüyorlar, ertesi yıl MBE ye başvurarak bakanlık normlarına
uygun, her şeyiyle hazır bir liseyi hiçbir talepte bulunmamak koşulu ile MBE ye
devrediyorlardı. Böylece bakanlık, bütçesinden beş kuruş harcamadan bir lise
binasına sahip oluyor, yöre halkı da lise okuluna bir an önce kavuşmuş
oluyordu. Benim lisemin de işte böyle bir okul olduğunu söylediler.
Uzun ve
sıkıntılı bir otobüs yolculuğu sonunda ikindi vakti Rize’ye ulaştım. Buradan
sonra yolculuğuma minibüsle devam etmem gerektiğini söylediler. İki saati
aşkın, kâh sahilden kâh gür ormanların içinden geçecek olan bozuk yollara
düştük. Bir dönemcin bitiminde bizi sollayıp geçen bir taksi önümüzde seyreden
boş kamyonun yolunu kesip durdurdu. Taksiden hışımla inen genç bir kadın
kuşağından çıkardığı tabancayla kamyonun şoför mahallinde oturan, sonradan iki
kişi olduklarını öğrendiğimiz, adamların üstüne kurşun yağdırdı. Ardından da
görevini yapmış olmanın huzuru ile taksiye atlayıp hızla oradan uzaklaştı. Ben
şaşkınlıktan donup kaldım. Minibüsümüz, şoförle birlikte inen birkaç kişinin,
olup biteni öğrenerek merakları gidermeye yetecek kadar bir süre bekledi.
Minibüstekiler tanığı olduğumuz bu korkunç cinayete pek şaşırmış gibi
görünmediler. Olayı yorumlamakla yetindiler. Onlara göre kamyondakilerden biri
kadını evlenme vaadiyle kandırmış ya da ikisi bir olup dağa kaldırmış
olmalıymış. O da intikamını almışmış. Arabaya dönen şoförümüz olayın nedenini
öğrenemediklerini, şoförün ölmüş olduğunu, öteki şahsın da doktora yetişmesinin
mucize olacağını söyledi. Olay beni
hayli etkilemişti. Bekârdım, gittiğim kasabanın kızlarıyla heyecanlı, tatlı
gönül ilişkileri hayal etmiştim. Hâlbuki şimdi yörede bulunduğum süre içinde ne
kadar dikkatli olmam gerektiği gün gibi açıktı. Yöreye ilişkin pek çok
bilinmezliğe bir de bu korku eklendi.
Sahilde yemyeşil bir vadiye kurulmuş kasaba,
sonradan adının kızılağaç olduğunu öğrendiğim kocaman, yüksek ve düzgün
ağaçların arasında adeta kaybolmuş gibiydi. Sahil boyundaki bir otel ve beş on
işyerini saymazsanız, bırakın duvar duvara olanını bahçeleri yan yana olan iki
ev görmek bile olanaksızdı. Zaten birbirine uzak yapılmış evler kızılağaçların
ve fındık bahçelerinin arasında zar zor fark ediliyordu. Vadinin gerilerinde
yükselen tepelerin aşağı yamaçları yeşil bir halıyı andırıyordu. Buraların çay
bahçeleri olduğunu sonradan öğrenecektim. Fındık, çay ya da mısır ekili olmayan
tüm alanlar ve tepeler gür ormanlarla kaplı görünüyordu. Kasabanın önünden
geçen sahili izleyen yol, denizden oldukça yüksek, kayalarla örülmüş sur gibi
duvarlarla sağlama alınmış görünüyordu. Her yönüyle kasabamın olağanüstü güzel
bir görünümü vardı. Bu güzelliklerin içinde mutlu olamamak düşünülemezdi.
Minibüs
bir lokantanın önünde durup indirmişti beni. İçinde en az bir hafta beni idare
edecek öteberinin olduğu çantamı alıp lokantaya girdim. İşyerinin patronu
olduğunu sandığım, görünümü ile dört dörtlük bir Laz uşağı olan adama gidip
kendimi tanıttım. “Uyyyy! Haçan pizum lisemizun mudürü misun? Ha piz buraya
yaşli, başli pirinu pekleyiduk. Demek böyle mudür de olayi.” Beni lisenin
müdürlüğüne yakıştıramadığı açıktı. Ben bile kendimi yakıştırmadıktan sonra…
Okul
binası kasabanın biraz dışında, fındık bahçelerinin arasında, iki katlı,
ortaokulla birlikte yüksek taş duvarlarla çevrili bir alanda, ortaokuldan daha
gösterişli ve büyük yeni bir bina. Bahçede voleybol, basketbol ve eksik ebatlı
bir futbol alanı var. Okulun ana giriş
kapısına yedi, sekiz basamak mermer merdivenle ulaşılıyor. Ana girişin üzerine
boydan boya yerleştirilmiş tabelada - ARHAVİ ÖZEL LİSESİ- yazısı okunuyor.
Kasabadan
küçük yaşta İstanbul’a göçüp zengin olan, büyük bir firmanın sahibi şahıs
hiçbir masraftan kaçınmamış, dört dörtlük bir lise binası yaptırmış. Müdür
odasına girdiğim zaman şaşkınlığımı gizleyemedim. “Burada ben mi oturacağım?”
deyince dernekçiler gülüştü. “Şimdu oturayisun şu koltuğa da foturafçimız bi
foturafinu çeksun. İlk mudürümüz olarak koridora asalum oni da.” Dedi birisi.
Kocaman bir masanın arkasındaki, benim için oldukça lüks olan, makam koltuğuna
kurulup fotoğraf çektirdim. Sonra makam odasında birkaç toplu fotoğraf daha
çekildi. Birlikte olduğumuz, kasabanın ileri gelenlerinden oluşan bu sekiz on
kişilik gurupla Sınıfları, kütüphaneyi, fizik ve kimya laboratuarlarını,
toplantı salonunu dolaştık. Son olarak da geceleri kalacağım odayı gösterdiler.
Güzel bir otel odasından farkı yoktu. Bana göre hiçbir eksiği kalmamıştı
okulumun.
Okulların
açılmasına iki hafta kalmıştı. Bakanlıktan açılış izni olmak için en az üç
farklı derse daha öğretmen bulmam gerekiyordu. Bana önerdikleri, yöreden
yetişmiş edebiyat, coğrafya ve tarih öğretmenleri ile görüştüm. Ücret devlet
lisesine göre hayli yüksek olduğundan kolay anlaştık. Bir hafta içinde açılış
iznini çıkarttık. Sıra ders dağıtımı ve programlarının yapılmasına gelmişti.
Lisemizin
ilk yılı olduğundan sadece birinci sınıf açılıyordu. Kayıtların başlamasından
birkaç gün sonra kaç öğrencimiz olacağı aşağı yukarı belli oldu. Yüz elli ye
yakın bir sayıya ulaşacaktık. Sınıflarımızı otuz beş, kırk arası mevcutlu dört
şube olarak planladık. Biyoloji dersini kasabalı bir doktora, kimya dersini
yine işyerini o yıl açmış kasabanın tek eczacısına, İngilizce dersini de orta
öğrenimini Ankara Maarif kolejınde okumuş olan kasabanın ikinci doktoruna
verdim. Branş derslerimin yanında beden eğitimi ve müzik derslerini de kendime
verdim. Böylece açık dersimiz kalmadı. Kurucu derneğin başkanı kasabanın
belediye başkanıydı. O yüzden pek çok sorunumuz belediyenin olanakları ile
giderilebiliyordu. Konunun hukuki boyutuna ilişkin sorunlarını dernek yönetim
kurulu başkan yardımcısı bir avukat ağabeyimiz çözümlüyordu. Ücretlerle ilgili
her türlü bürokratik sorunları da yine kasabanın tek mali müşaviri olan yönetim
kurulu üyesi birisi yapıyordu. Yani anlayacağınız bu görevi ilk kez yapıyor
olmamın bana fazla bir sıkıntısı yoktu.
Kasabada
ilk günüm hayli yoğun geçmişti. İlgili ilgisiz pek çok kişi ile tanıştırıldım.
Hayli kalabalık bir gurupla yediğimiz akşam yemeğinin ardından kasabanın sahil
gazinosuna gittik. Çay, kahve sunumlarının ardından yorgun ve uykusuz olman
nedeni ile dinlenmek isteğimi arz ettim. Eşlik eden bir refakatçi ile o gün
için otelde ayrılan odama çıktım. Yüksek duvarlara çarpan dalgaların sesinden
bir süre uyuyamadım. Sonunda yorgunluk ve uykusuzluk baskın çıktı sanırım.
Ertesi
sabah okula gittiğimde önce hademe denilen hizmetli karşıladı. Ellili
yaşlarında bir yöre insanı. “Hoş celdinuz sayin mudürüm. Ben Hademenuz çamil
(kâmil) Kayikçu. Emrinuzdayum efendum.” “Estağfurullah Kamil Efendi. Ne demek
emir filan. Ricam olur ancak.” Ana kapıdan binaya girince genç ve güzel bir kız
gülümseyerek; “Hoş geldiniz efendim. Ben sekreteriniz ….” Şaşkınlıktan ne
diyeceğimi şaşırdım. Güzel bir kızın benim sekreterim olabileceği aklımın
ucundan geçmemişti. Makam odama çıkıp, o güne kadar benzerini bile görmediğim
lüks ve konforlu koltuğuma kuruldum. Kısa bir süre sonra kapıyı tıklatıp içeri
giren sekreterimin gülümseyerek kahvemi nasıl alacağımı sorması beni bayağı
havalara soktu sanırım. Kasabalıların
gösterdiği yakınlık ve saygılı davranışları da göz önüne alınınca kendimi
önemli biri gibi hissetmeye başladım. Bütün bunları hak etmek için var gücümle
çalışmam gerektiğine karar verdim.
Okulda
yattığım ilk geceden itibaren garip bir olayla karşılaştım. Gecenin ilerleyen
saatlerinde okulun çevresi köpek sesine tam da benzemeyen ulumalarla
çınlıyordu. Penceremin dibine kadar geliyorlar, var güçleriyle bağırıyorlardı.
Ulumalar şafak vaktine kadar kesilmiyordu. Birkaç gün gözüme uyku girmedi.
Sonra bunların çakal olduğunu söylediler. İyice karanlık bastıktan sonra tepelerden
inip buralarda yiyecek aradıklarını, uluyarak ta haberleştiklerini anlattılar.
Lokantacı Dursun amca; “Canuni sikma mudür bey. Bi gaç cune galmaz alışirsun.
Oyleçi piz o sesleru duymadan uyku uyuyamayiruk bile, pize ninnu çimu celiyi
da.” Diyerek sözüm ona beni rahatlatmıştı. İlk haftadan sonra bu seslerden
rahatsızlık duymadığımı hayretle fark ettim.
Okulda
işim bitince kasabanın sahil gazinosuna gidiyordum. Orada akşamları denizin
ortasından, altın bir sütun gibi denize çakılan güneşin batışını izlemenin
zevkine doyum olmazdı. Okuldan gazinoya
gidişteki yol boyunda iki taraflı fındık bahçeleri uzanıyordu. Gelirken de
giderken de, yollara kadar sarkmış ağaçlardan, taze fındık kopartıp cebime
dolduruyor, uygun bir yerde ve zamanda kırıp yiyordum. Bahçelerin sınırlarında
kızılağaçlar onlarca metre yüksekliğe erişmiş, başta asma olmak üzere birçok
bitkinin sarılarak yükseklere tırmanmasına olanak sağlıyordu. Üzüm salkımları
ta yirmi, yirmi beş metre yükseklerden bardak gibi sallanıyordu. Bu üzümler
insanlardan çok kuşların işine yarıyor gibi göründü bana.
Bir iki
hafta içinde Arhavi’deki yaşam tarzına uyum sağladığımı söyleyebilirim.
Kahvaltı etmiyordum. Öğle ve akşam yemeklerini diğer bekâr arkadaşlarla
birlikte Dursun Ustanın lokantasında yiyorduk. Akşamlarım çoğu zaman makam
odamda yatıncaya kadar ders hazırlamakla geçiyordu. Yirmi saati matematik, on
ikisi fizik, dördü de müzik olmak üzere otuz altı saat dersim vardı
haftada. Dersler başladığında uykularım
da düzene girmişti. Derse girdiğim her saati bir sorun yaşamadan bitirmek bana
büyük keyif veriyordu. Öğrenciler ders aralarında, nereden çıktığını
anlayamadığım, bir kemençe eşliğinde hemen bir horon başlatıyorlardı. Önceleri
çocukların bu neşesi beni mutlu ediyordu. Birkaç gün sonra horunun ortasında
patlatılmağa başlatılan silahları mantar tabancası olarak algılamıştım. Sonra
bunların gerçek tabanca ve atılan mermilerin de gerçek mermi olduğunu öğrenince
korku ve şaşkınlıkla panikledim. Ertesi gün yaptığımız aramada bir düzüne
civarında gerçek tabancaya el koyduk. Yönetim kurulunun ve velilerin desteği
ile bir iki hafta içinde bu konuyu sorunlar listesinden çıkardık. Canımı sıkan
tek konu, güzel sekreterimle yakınlaşamamaktı. Başıma gelebilecekleri düşünmek
bile beni çok korkutuyordu. O bana ne kadar yakın durmak istese de ben oldukça
ciddi ve soğukça karşılıyor, ümit vermemeğe özen gösteriyordum. Sekreterim,
yönetim kurulu üyelerinden birisinin kızıydı zaten.
Yağmur
yağmıyorsa yörenin ekim, kasım ayları çok güzel oluyormuş. Benim şansımdan mı
nedir, ekim ayı yağışsız geçiyordu. Bir hafta sonu ilçenin kaymakamı, doktoru
ve eczacısı ile Arhavililerin “Hemşin” dedikleri dağ köylerine günübirlik bir
geziye çıktık. Kaymakamın cipiyle, inişli yokuşlu, toprak, dağ yollarında
ilerliyorduk. Giyim kuşamı ve donanımıyla tam bir Doğu Karadenizli olan, ama
yaşını kestiremediğim bir kadına rastladık yolda. Sırtındaki küfeyle yeşil çay
yaprağı taşıyordu. Beş on metre önde de kırklı yaşlarında bir adam gömleğinin
yakasını göbeğine kadar açmış ağır, ağır yürüyordu. Adamın yanına gelince
kaymakam cipi durdurdu. Selamlaştıktan sonra adama; “Arkadaki hanım neyin
oluyor?” diye sordu. Adam geriye döndü; “Ha onu mi deyisun, çendusi penum kari
olayi da.” “Pekâlâ, yük neden onun sırtında?
Sen erkek değil misin? Üstelik ondan çok daha güçlü, kuvvetlisin. Bu sıcakta,
yokuş yukarı O kan ter içinde canını dişine takmış çabalıyor, sen bir elinde
tespih, diğerinde sigara maşallah erkekliğine diyecek yok doğrusu. Üstüne
üstlük ceketini, şapkanı da küfenin üstüne atmışsın gel keyfim gel. Karına
verdiğin değer bu mu?” Belli ki böyle
bir çıkış beklemiyordu adam. “Çimsinuz
pilmeyirum ama Penum karinun yaptuğu iş onun işidur. Pundan size ne uşağum. Pen
küfe taşur isem puralarda herçes pağa culer da.” Kaymakamın suratından
sinirlendiği belli oluyordu. Hepimiz cipten inmiştik. Davranışının yanlış olduğunu anlatmağa
çalıştıkça adam bize kızdı. İkide bir gömleğinin altındaki tabancasını
yokluyordu. Ben ciddi olarak korkmağa başlamıştım ki şoförümüz adamın kulağına
bir şeyler söyledi. Adam yelkenleri suya indiriverdi. Kadını onun tarafını
tutuyor, “Herifimdan ne isdeyisinuz,
Çimseye bi şey yapmaduk piz. Pirakun yakamizu da işimize pakalım.” Kaymakam hem
kadının hem de kocasının şaşkın bakışları altında küfeyi kadının sırtından alıp
adamın sırtına vurdu. “Bundan böyle
karılarınıza eşeğinizmiş gibi davranamayacaksınız. Onlar köle gibi çalışırken
kocaların kahvede oyun oynayıp, çubuk tüttürmesine izin vermiyorum. Bunu yapanı
duyar, görürsem jandarmayla aldırır hapislerde süründürürüm. Beni anladın mı?”
Kaymakamın çıkışı Hemşinliyi iyi korkuttu sanırım. Sırtında küfe yokuş yukarı
tırmanırken; “Emredersinuz gaymagamim. Köye varayim emrinizu köyun tüm
erçeklerine pizzat diyecegum.”
Ekim
ayının sıcak ve sakin bir tatil günü kasabanın sahil gazinosunda birkaç arkadaş
oturmuş şundan, bundan laflıyoruz. Deniz çarşaf gibi durgun. Oralarda az
rastlanır bir manzara. Açıklarda bir cisim fark ettik. Suyun içinde bir görünüp
bir kayboluyor. Herkes kafasına göre bir şey söylüyor. Birisi gemilerin
birisinden düşmüş bir konteyner, diğer biri bir balıkçı sandalı olmalı falan
filan diyor. Denize girme düşüncesiyle aldığım mayom da üzerimde olduğundan o
cisme kadar yüzeceğimi söyledim. Arkadaşlar cismin çok uzakta olduğunu, oraya
yüzmeye kalkışmanın çok tehlikeli olacağını söyledilerse de ben, bilinçaltı bir
şeyler kanıtlama dürtüsüyle olmalı, kendimi suya vurdum. Bir saate yakın
yüzmeme rağmen cisme yeterince yaklaşamamıştım. Geri dönmeyi de kendime
yediremedim. Yarım saat kadar daha yüzdükten sonra cismin bir tomruk olduğunu
fark edebildim. “Nasılsa tomruğa ulaştığımda üzerine çıkıp dinlenirim.” diye
canımı dişime takıp oraya kadar yüzmeğe karar verdim. Tomruğun yanına
vardığımda artık yüzmeğe takatim kalmamıştı. Tomruk tahminimden çok daha
büyüktü. On beş metreye yakın uzunluğu, bir metreden fazla çapı olan,
kabuğundan soyulmuş, bir oklava kadar düzgün dev bir ağaç gövdesiydi. Bırakın
üstüne çıkmayı elimi attıkça yavaş, yavaş dönüyor, tutunabilme olanağı
vermiyordu. Bu durumda üzerine çıkıp dinlenmem asla söz konusu değildi. Ama ben
birazda paniklemiş olarak ısrarla tutunmağa, üzerine tırmanmağa çalıştım.
Dermansızlıktan suyun üzerinde durmakta zorlanmağa ve su yutmağa başladım. Bir
süre sonra da nefessiz kalıp kendimi Kara Denizin sularına bıraktım.
Gözümü
açtığımda gazinoda bir koltuğa uzanmış durumdaydım. Başımda doktor ve tanıdık,
tanımadık bir yığın insan vardı. Anlaşılan bir kere daha Azrail’in pençesinden
çekip almışlardı beni. Ağzım deniz suyu ile doluymuş gibiydi. Bir de dehşetli
üşüyordum. Titrediğimi fark edip getirtilen bir battaniyeye sardılar.
Ben
tomruğa yüzerken hâkim bey evden dürbününü getirtip ne olduğu belirsiz cismi
tanımak istemiş. Daha sonrada benim zorda olduğumu görünce belediyenin motoru
ile yardımıma koşmuşlar. Birkaç dakika daha gecikseler dünyamı değişmiş olmam
kaçınılmazmış.
Bir
balıkçı teknesini hazırlayıp sahile çekmek üzere belediyenin birkaç adamı ile
tekrar tomruğun oraya gidildi. Bir saate kalmadı tomruk sahile çekildi.
Tomruğun büyüklüğü karşısında, seyre gelen meraklı kalabalığın dili tutuldu
desem yeridir. Tomruğun sahibinin ben olduğumu söylüyordu herkes. Nedeni de, denizde bulunan bir şeyin onu ilk
görene, bulana ait olduğu şeklindeki inanışlarıymış. Eğer ev yaptırıyor
olsaydım kereste gereksinimimin tamamını karşılardı nerdeyse. Bağışlayıp
bağışlayamayacağımı sordum, olumlu yanıt alınca da onu belediyeye bağışladım.
Ekim
ayının sonunda havalar soğudu, bulutlar gökyüzünü sardı. Kısa bir süre sonra da
yağmur başladı. Tam olarak on beş gün aralıksız ve aynı tempoda yağan yağmurlar
içimi karartmakla birlikte bir başka yöre etkinliğini de tanımamı sağladı. Gece
boyunca, lüks lambaları eşliğinde sürdürülen bıldırcın avı. Arhavililerin
söylediğine göre bu mevsimde Rusya üzerinden güney ülkelerine göç eden
bıldırcın sürüleri geceleri yıldızları izleyerek yol alırlarmış. Hava kapalı
olduğu zamanlarda karanlıkta uçan bıldırcınların bir kısmı gece ışığı gördüğü
yere doğru uçar, ışığın dibine düşermiş. İşte bu yüzden bu havalar bıldırcın
avı için bulunmadık fırsat yaratırmış. Bir gece, yaklaşık on kişinin katıldığı
ve davetli olduğum bu ava, tam donanımlı bir şekilde, ben de katıldım. Ormanın
içinde yağmur ve çamurda dolaşmak çok zor olduğu için küçükçe açık bir alanda
lambayı yanıma bırakıp çömeldim. Biraz sonra da pat diye dizimin dibine düşen
bıldırcını yakalayıp sepete koydum. Birkaç saatlik bekleyişin sonunda tam beş
tane bıldırcınım olmuştu. Dönüş işareti ile toplandık. En az bıldırcın bende
vardı. Yirminin üstünde yakalamış olan avcılar bile vardı arsamızda. İlk avım
olmasına karşın başarılı olduğumu söyleyerek beni kutladılar. Ertesi gün akşam,
Dursun amcanın nar gibi kızarttığı bıldırcınlarla rakı, şarap ve buz gibi
biraların eşliğinde, kalabalık bir ziyafette avımızı ve benim Arhavililiğimi
kutladık.