27 Haziran 2015 Cumartesi

ACIYA KATLANMAK NİYE ?

çocuklarımın yardımları ile edindiğim BLOG uma yazdığım öykülerimden ve Türk Sanat Müziği ve Halk Müziği için yazdığım güfte şiirlerimden birini her hafta bu sayfada siz saygıdeğer okurlarımla paylaşmaya karar verdim. beğeneceğinizi umuyor, saygılarımı sunuyorum.

İsmail İlhan

                           ACIYA KATLANMAK


Cennet bu dünyada derken
Acıya katlanmak niye ?
Ömür dört nala giderken
Acıya katlanmak niye ?

Yine açacaksa güller
Şenlenecekse gönüller
Bir gün bitecekse yollar
Acıya katlanmak niye?

Kapılarak sevdalara
Düşer gönül ahu-zara
Kış dönecekse bahara
Acıya katlanmak niye ?

MAVİ BEGONVİL

On beş günlük iznimi geçirmek üzere Marmaris’e ikinci gelişimdi bu. Bir yıl önce de bir arkadaşımla yaz tatilimizi burada geçirmiştik. Hem pırıl pırıl, masmavi denizi, hem de insanlarının ve pansiyon sahibi ailenin içten ve sıcak davranışları bu yaz da beni oraya çekmişti. Başka bir şehirde, aynı dönem yedek subay olan, sürekli mektuplaştığım, 15 günlük yaz tatilini birlikte geçirmeye ikna ettiğim, fakülteden de arkadaşım olan Mustafa isimli arkadaşımla iznimizi çakıştırarak buluşmuş, birlikte gelmiştik Marmaris’e. Doğruca eski pansiyonuma gittik. Pansiyoncum Ali Kaptan ve eşi Sevim Hanım beni görünce çok sevindiler. Küçük ikramlardan sonra odamıza yerleşip, dinlenmeye çekildik.
O yıllar Marmaris küçük şirin bir sahil kasabasıydı. Benim gibi serüvenci beş, on yerli turist dışında pek uğrayanı da yoktu. Sahilde bir çay bahçesi ve ‘Sini Restoran-Kafe’ adında bir lokantası vardı. Üç beş sene önce geçirdiği bir deprem sonucu devletin sahil boyunda yaptırmış olduğu bahçe içinde, iki katlı Deprem Konutları'nın çoğu boş duruyordu. Bizim pansiyonumuz da bu konutlardan biriydi. Hatta Ali kaptan bana; “Paran varsa bu konutlardan istediğini 30 bin liraya alabilirsin.” demişti. O günkü teğmen maaşının 800 TL. Civarında olduğu düşünülürse bu evler pahalı sayılamazdı. Ama bizde o paranın onda biri de yoktu ki.
Ali kaptan motorlu sandalıyla her gün bizi farklı bir yere götürüyor, farklı bir koy’un ter temiz, parıltılı maviliklerinde yüzmemizi sağlıyordu. Bunun için aldığı ücret komik denecek kadar azdı. Günlerimiz çok güzel geçiyordu. Tatilimizin onuncu günü olan Perşembe günü Mustafa’ya bir telgraf geldi. Kız kardeşinin düğünü erkene alınmış, Düğün Pazar akşamı yapılacakmış. Acele gelmesi isteniyordu. Bunun üzerine ertesi sabah Mustafa beni yalnız başıma bırakıp apar topar Marmaris’ten ayrıldı. 
Akşam yemeğinden sonra can sıkıntısına meydan vermemek için Açık Hava Sinemasına gitmeye karar verdim. O yıllarda bu yazlık, Açık Hava sinemalarına büyük rağbet vardı. Filmin başlamasına on dakika kadar süre varken ortalarda bir yer seçip oturdum. Bir ara kafamı çevirip geriye baktığımda, bir arkamdaki sıranın bana göre solunda bulunan iki sandalyeye biri on bir, on iki, diğeri yetişkin iki kız oturmak üzereydi. Büyük olanla bir an göz göze geldik, olanlar oldu. Başımdan aşağı üstüme bir yıldırım düşmüş gibi oldum. Çarpıldım. Sarsıldım. Ayaklarım yerden kesildi. Nutkum tutuldu. Kafam allak bullak oldu. Daha önce böyle bir duyguyu hiç tanımamıştım. Oturduğum sandalyedeki varlık ben değildim sanki. Masmavi bakışlarından beynime akan bir ateş birden bire tüm bedenimi saran bir yangına dönüştü.
Film çoktan başlamış, herkes sessizce izliyorken benim beyaz perdede gördüğüm tek görüntü sol arkamda oturduğunu bildiğim kızın olağanüstü güzel yüzü ve mavi gözleri. Kendimce bahaneler yaratıp sık, sık o tarafa dönüp, orada oturmaya devam edip etmediklerine bakıyorum. Çünkü ben farkında olmadan kalkıp gitmiş olabilecekleri düşüncesi beni tedirgin ediyor. Evlerini öğrenmeden bu kızı kaybetmeyi asla göze alamam.
Sinemacı filme on dakikalık ara verip ışıkları yaktığında yanına gidip tanışmak isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Birlikte olduğu küçük kızın bir an yanından uzaklaşması ya da benimkinin herhangi bir nedenle oturduğu sandalyeyi terk etmesi için bildiğim bütün duaları okudum. Bir yararı olmadı. İkisi de ara boyunca yerlerinden kıpırdamadılar. Sinemanın dağılmasını beklemekten başka umarım kalmadı.
Işıklar yanınca filmin bittiğini fark ettim. Filmin konusu neydi, baş oyuncular kimdi, komedi miydi, dram mıydı? Farkında değildim.  Çıkışta yine bu ikili birlikte yukarı mahallenin yolunu tuttu. Sokak lambalarının aydınlığında izlediğimi fark edemeyeceklerini düşündüğüm bir mesafeden onları izliyordum. Bir köşeyi döndüler, ben o köşeye geldiğimde ise yok olmuşlardı. Hızlandım, yan sokakları aradım, taradım ileriye koştum, geriye koştum yok, yok, yok. Kuş olup uçmuşlar ya da birden görünmez oluvermişlerdi. Yarım saat kadar kasabanın üst başındaki ara sokaklarda dolandım. Henüz ışıkları sönmemiş evlerin perdesiz, aydınlık pencerelerden, belki onu görebilirim umuduyla, uzanıp gizlice baktım. Bir işe yaramadı. Beni, vurgun yemiş bir bahtsıza çeviren o ahuyu kaybetmiştim. Çaresiz pansiyona döndüm. Sessizce odama girip yattım.
O gece gözüme uyku girmedi.  Gözümü kapasam da, açık tutsam da koyu mavi bakışlarıyla o güzel kız hep karşımda duruyordu. Onun izine ulaşmanın mutlaka bir yolunu bulmalıydım. Ali Kaptanın sahilde teknesinin yanında olduğunu öğrendim. Doğru onun yanına gittim. Kızı dilimin ve yeteneğimin elverdiği ölçüde tarif ettim,  onu kaybettiğim yeri tarif ettim ve bu kızın kim olduğunu sordum Ali Kaptana. Kaptan, beni umutlandıran derin düşüncelere dalıp tekledi, çiftledi sonuç olarak öyle birini hatırlayamadığını söyledi. “Ali Kaptan noolursun iyi düşün, mutlaka tanırsın sen.” Dedimse de fayda etmedi. Kaptan,“Anlaşılan sen bu kıza abayı yakmışsın. Hadi gidip bir de bizim hanıma soralım. Belki onun tanıdığı biridir.” Diyerek beni yeniden umutlandırdı. Birkaç dakika sonra evdeydik. Bütün ayrıntılarıyla anlatmama karşın yengeden de olumlu bir sonuç alamadım. Aklıma Orhan öğretmen geldi. Fırlayıp okulunun yolunu tuttum.
Orhan, çıkarılan geçici bir yasa gereği dört aylık kısa dönem askerlik hakkı kazanmış şanslı öğretmenlerdendi. Bu dört ayı da bizim taburda gazino görevlisi olarak yapmıştı. Marmaris’te görev yaptığını, terhisinden sonra da aynı okulda olduğunu biliyordum ve birkaç gün önce okulunda ziyaret edip çayını içmiştim. Bir sorunum olursa her türlü yardıma hazır olduğunu söylemişti. Okula vardığımda Orhan’ın dersi olmadığını öğrendim. Aklımdan şansımın dönmekte olduğu geçti.
Yine her şeyiyle tanımladığım kızı Orhan da çıkartamadı.  “Bak teğmenin bir fikrim var. Kızı kaybettiğini söylediğin sapak yakınında berber dükkânı olan bir arkadaşım var. Hazır dersim de yokken hemen ona gidelim. O mahallenin kızlarını bilirse o bilir. Sonra gelir yine burada oturup çayımızı içeriz.”
Bir kere daha yollara düştük. Adının ‘Şeref’ olduğunu tanışmamız sırasında öğrendiğim berber bizi oldukça candan karşıladı. Otuzlu yaşlarında görünüyordu. Dükkânda on, on iki yaşlarında bir çırak ve bizden başka kimse yoktu. Orhan kısa bir hal hatır sormanın ardından konuyu açtı. Kızı tanımasını umduğumuzu söyledi. Şeref yüksek sesle mahallenin kızlarını saymaya başladı. Sayarken de sık sık “ Bu kız olamaz, bu kızın gözleri ela, bu sizin tarifinize uymuyor.” Gibi değerlendirmelerde bulunuyordu. Sonuç olarak, benim kızı çıkaramadığını, bu mahallede tarif ettiğim gibi bir kızın bulunmadığını, varsa da kendisinin onu bilmediğini söyledi.  Bir kere daha umutsuzluğa düşmüştüm. Akşam sinemada gördüğüm bir hayal olamazdı. Bu kız bu kasabada, bu mahallede bir evde kalıyordu. Bir misafir de olabilirdi. Ama şu anda bu kasabada, bu evlerden birisinde olduğu kesindi. Benim kafamda buna benzer düşünceler çarpışırken Şeref; “Bu kızı bulmanın bir yolu daha var. Bu da ne biliyor musunuz çocuklar? Bu mahallenin genç kızları hemen her gün, akşama doğru sahildeki çay bahçesine inerler. Bir, iki saat sonra da evlerine geri dönerler.” Dedi. Bana dönerek; “Akşam 5’e doğru gel. Kapının önüne bir sandalye çıkarayım, çayını da söyleyeyim, otur caddeyi gözle. Şansın varsa o kız da sahile iner. Yukarılarda kaybettinse muhakkak buradan geçecektir.”
Saat beş olmadan Şerefin dükkânının önündeydim. Kapının yan tarafındaki Keçiboynuzu ağacının koyu gölgesine Şeref ustanın çırağına taşıttığı sandalyeyi çekip, yolu en iyi görebileceğim bir konumda oturdum. Önümden geçen yol kasabanın en işlek caddesiydi. Bütün yukarı mahalleler sahile bu caddeyle bağlıydı sanırım. Bu yüzden oldukça kalabalıktı. Elbette bir İstanbul’un İstiklal ya da Ankara’nın Kızılay Caddesi değildi. Ama üçerli, beşerli çocuklar, genç kızlar, aile boyu guruplar akın akın sahile doğru yürüyordu. Ters yönde yürüyenlerin sayısı çok azdı.
Büyük umutlarla başladığım, sevdalandığım kızın yolunu gözleme operasyonu da yeni bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmak üzereydi. İki saati, aşkın gözümü yoldan ayırmadan, bir tahta sandalyenin üzerinde kıvranıyordum. Sahile inenlerin sayısı azalmış, geri dönenlerinki artmıştı. Neredeyse güneş batacaktı. Dükkana girdim, Şeref ustaya hala geçme olasılığının olup olmadığını sordum. “Gün batımına kadar bekliyelim. Olmazsa yarın da gelip beklersin. Eğer dediğin gibi bir kız varsa muhakkak buradan geçecek. Sen meraklanma.” Diyerek az da olsa yüreğime su serpti. Çıkıp tekrar sandalyeye oturdum. Bir süre sonra caddenin yukarısından, yanında daha küçük olduğu belli olan bir kızla benim kıza benzeyen birisi göründü. Kalbim birden şaha kalktı sanki. Gözlerim karadı, nefesim daraldı. Biraz daha yaklaştılar, Onun olduğundan hiç kuşkum kalmadı. Hemen içeri koştum, Şeref Ustaya; “ Usta  O geliyor, hemen dışarı çıkalım, gözünü seveyim. Buldum Onu, Gözlerimle gördüm. Bu O. Kız bu işte.” Şeref Usta elindeki usturayı bırakmaksızın dükkanın önüne fırladı. Tam o sırada kızlar önümüzden geçtiler. Usta kızların peşinden hayret ve şaşkın bakarken; “Vay anasını, hiç aklımdan geçmedi Kuşçu Memedin kızı.” Diye mırıldandı.
“Bu kız kasabaya sadece yaz tatillerinde gelir. İzmir’de Kız Öğretmen Okulunda okuyor sanırım. Çok seyrek gördüğümden aklıma gelmedi. İki yıl önce babası Soma’da kömür ocağında bir çökme’de öldü. Yanlış bilmiyorsam kendisinden küçük, ikisi kız üç kardeşi var. Birlikte oturdukları bir de anneanneleri var. Ailesiyle dayısı ilgileniyor. İki dayısı var ama büyük dayı pek ilgilenmez. Küçük dayısının çarşıda kitapçı dükkanı var. Aynı zamanda Marmaris’in gazete bayisi. Kızın adını da biliyordum ama şu an çıkartamadım. Senin anlayacağın, bunların her şeyi dayıları Ercan efendiden sorulur. Her şeylerine o karışır. Senin derdine çare olacak olan da odur bence.”
Berber Şerefin verdiği bilgi benim gereksinimimin çok üstündeydi. Kendisine içten teşekkürlerimi sundum ve içimden taşan bir sevinçle elini sıkıp ayrıldım. 
Kitapçı Ercan Efendinin dükkanını bulmam zor olmadı. Dükkanda on, on iki yaşlarında bir çocuk ve tezgahın arkasında gazete okuyan kırklı yaşlarda birisi vardı. Çocuğa Ercan Efendiyi sordum, bana gazete okuyan beyi işaret etti. Selam verip kendimi tanıttım. İzmir’de okuduğunu öğrendiğim yeğenini görüp beğendiğimi, Onu daha yakından tanımak ve bütün iyi niyetimle evlenme arzumu sunmak için mümkünse bana bir babalık yapmasını saygılı bir dille istedim. Ercan Efendi bir süre şaşkın, şaşkın yüzüme baktı; “Sen hiç tanımadığın bir kızı istemeye mi karar verdin yani? Ben ne diyeceğimi şaşırdım. Yeğenim okulu bitirmedi. Kim isterse istesin evlenmek isteyeceğini sanmam. Ama madem gelip benimle konuşmayı göze alacak kadar cesaretli ve açıksözlüsün ben de elimden gelen yardımı yapayım sana. Birazdan dükkanı kapayacağım. Eve gitmeden onlara uğrayıp annesiyle bir konuşayım. Onların düşüncesini öğreneyim. Yarın sana durumu bildiririm. Dükkanımı öğrendin. Sabahtan gelebilirsin.” 
Dükkandan çıkıp doğru Orhan’ın evine gittim. Onu bahçesindeki gülleri sularken buldum. Ona kızı bulduğumu, sonra da dayısından onu istediğimi bir solukta anlattım. “Yarın akşam yemekten sonra eşini de al, birlikte kızın ailesini görmeye gideceğiz inşallah. Ortam uygun olursa kızı ailesinden isteyeceğiz. Kızın dayısı görüşüp, konuşup yarın sabah  durumu bana bildirecek.” Dedim. Orhan’ın; “O zaman gitme şimdi teğmenim, birlikte bir şeyler atıştırıp neler yapacağımızı kararlaştıralım.” Teklifi aklıma yattı ve yemeğe kaldım.
Sabahın ilerleyen bir saatinde dayının dükkanındaydım. Aslında bir saatten fazladır heyecan içinde, oralarda vaktin biraz ilerlemesi için oyalanıyordum. Dayı beni güler yüzle karşıladı. “Hoş geldin delikanlı. Seni meseleyi akşam konuştuk. Kardeşim olaya olumsuz bakmadı. Akşam gidip konuşun, tanışın. Bazı istekleri var. Onları ikna edersen mesele yok. Hayırlısı olsun Ben elimden gelen yardım ve desteği yaparım.”     
Kapıyı açan kız çocuğu, sinemada ve ertesi gün de caddede benim kızın yanında gördüğüm kızdı. İki yanı sedirle çevrili küçük bir salona geçtik. Salonun baş köşesindeki bir yer minderinde yaşlı nine (Anne anne) oturuyordu. Diğer iki çocuk ve anne bizi ayakta karşıladılar. Üçümüz de büyüklerin ellerinden, küçüklerin de yanaklarından öpüp sedire sıralandık. Benimki ortalıklarda görünmüyordu. Hoş, beş ve hal hatır sormaların ardından kendimi bir kez de onlara tanıttım. “Bu garip, emrivaki misafirliğin nedenini Ercan beyin sizlere anlatmış olduğunu düşünüyorum. Bu emrivaki için bizi bağışlayın. Benim izin sürem bittiği için böyle acele oldu. Sizden çok özür diliyorum.” Dedim.  Nine hayli yaşlı görünüyordu. Konuşacak durumda değil miydi, konuşmayı sevmiyor muydu bilmiyorum. Misafirliğimiz süresince ağzını açmadı. Anne, tatilin nasıl geçtiği, nerede kaldığım, nereli olduğum, ailem vb. benzeri konularda sorular sordu. Benim aklım da gözümde kızında kaldı. Evde değil miydi yoksa. Bunca çabadan sonra Onu göremeyecek miydim. Yoksa dayısından böyle bir konu olduğunu öğrenince, “Ben evlenmek istemiyorum, kimseleri de görmek istemiyorum.” Deyip evden mi kaçtı? İçeri girdiğimizde evdekilerin yüz ifadelerinden ve davranışlarından memnun ve mutlu oldukları izlenimi edinmiştim halbuki. Bu ve benzeri düşüncelerin pençesinde terlemeye başlamıştım ki benim kız bir sürahi dolusu limonata ve bardakların olduğu tepsi ile salona girdi. Farkında olmadan koca bir nefes almışım. Odanın içi birden aydınlanıverdi sanki. Tepsiden limonata bardağını alırken yine göz göze geldik. Gülümsüyordu ya da bana öyle geldi. Damarlarımda bir an kan yerine ateş akıyormuş gibi hissettim. Bardağı tutan elim titredi. Öteki elimle yakalamasam kesin limonatayı üstüme, başıma dökecektim. Orhan’ın beni dürtükleyerek, “Kendine gel teğmenim.” Demesiyle toparlandım sanırım.  Annesinin, “Bu benim en büyük kızım Feriha.” diye tanıtması sonucu sevdalandığım kızın ismini de öğrendim.
Anne bize aileyle, çocuklarıyla, özellikle de Feriha’yla ilgili konularda bilgiler aktardı. Ben de ailem, işim ve biraz da hayallerimden söz ettim. Marmaris’i ne çok sevdiğimi, fırsat bulursam en çok istediğim şeyin burada yaşamak olduğunu anlattım. Çünkü kızlarını alıp çok uzak şehirlere götürmek istemediğimi bilsinler istiyordum. Evlense de kızlarının yakınlarında olacağını bilsinler istiyordum. Asıl konu açılıp bir sonuca bağlanmadan rahat edebilmem mümkün değildi. Bu yüzden arada bir Orhan’ı dürterek neden geldiğimiz konusunu artık açmasını istiyordum. Bir yandan da “Kızımız henüz evlenecek yaşta ve durumda değil. Okulunu bitirmeden evlilik filan düşünmüyoruz.” Demelerinden korkuyordum.
Nihayet bir sessizlik anında Orhan’ın ağzından beklediğim sözler döküldü. Kimsede bir şaşkınlık belirtisi algılamadım. Tam tersine ev halkının, az da olsa, üzerlerindeki gergin havadan sıyrılmış olduğu izlenimi edindim. Özellikle nine ve çocukların gülümseyen bakışları yüreğimi ısıttı. Bana oldukça uzun gelen bir sessizliğin ardından anne; “Böyle bi durum hiç beklemiyoduk. Çok ani oldu. Kızın fikrini tam olarak almadık. Kızım isdemedikce bu iş olmaz. Kızımla buluşun, konuşun. Ondan sonraki kararına göre bi cevap verelim size.” Dedi. Benim beklediğim yanıt ta buydu zaten. Ertesi gün saat yedi de sahildeki çay bahçesinde Feriha’yla buluşma kararı verildi. Sıcak el sıkışmalarının ardından oldukça mutlu bir şekilde evden ayrıldık. 
Hiçbir yerlere sığamadığım upuzun bir günün sonunda randevu saatinden yarım saat önce çay bahçesine damladım. Kollamakta olduğum boşalan bir masayı kapıp, Onun gelişini rahatça görebileceğim bir konumda oturdum. Kafamda Feriha’ya söyleyeceğim cümleleri evirdim, çevirdim. Nasıl evlenme teklif edeceğimin provasını defalarca yineledim. Onu ürkütmemenin yollarını, yöntemlerini düşündüm. Beni beğenip evlenme teklifimi kabul etmesi için ona nasıl güven verebileceğimi düşündüm. Şimdilik neleri söylememem gerektiğini düşündüm. Düşünceler kafamdan, deli bir rüzgarın önüne katılmış bulutlar gibi hızla akıp gidiyordu.
Feriha tam da saatinde çay bahçesinin kapısında göründü. Yerimden kalkarak bulunduğum masayı görmesini sağlayıncaya kadar el salladım. Bulunduğum masaya yöneldiğinde heyecandan her yanım titremeye başladı. “Bu durumu fark ettirmemeliyim. Farkına varırsa çok utanırım.” Düşüncesi zihnimi yalayıp geçti. Bütün güzelliği, çekiciliği ve zarafetiyle karşımda duruyordu Feriha. Olayı bu noktaya kadar getirebilmiş olmama inanamıyordum. Bana bunları yaptıran nasıl bir tutkuydu Tanrım. Ben ki bu güne kadar, hoşlandığı bir kıza bunu söyleme cesaretini hiçbir zaman kendinde bulamamış olan biriyim.  Ayakta karşılayıp, elimin titremesini olabildiğince gizlemeye çalışarak elini sıktım, sandalyesini çekip oturmasına yardım ettim. İlk kez mavi gözlerinin tonunu, bakışlarının sıcaklığıyla birlikte yakından görüyordum, muhteşemdi. Üzerindeki mavi çiçekli, dizlerinden aşağısını açıkta bırakan, tek parça elbise bir fani’ye ancak bu kadar yakışırdı. Hafifçe esen rüzgarla, olgunlaşmış başak tarlası gibi dalgalanan başak sarısı saçlarını okşayan akşam güneşi sıcak etkisini kaybetmişti. Heyecanımı gizlemeye ve en yumuşak olmasını sağlamaya çalıştığım ses tonumla “Hoş geldiniz, nasılsınız?” diyebildim.
Tam bir saate yakın oturduk çay bahçesinde. Daha çok onun bana sorduğu sorularla açtığı konularda verdiğim ayrıntılı yanıtlarla geçti konuşmalarımız. Herhalde kendimi ona beğendirmek için hep olumlu yanlarımı sergiledim sanırım. Onunla ilgili öğrendiklerim; İzmir kız öğretmen okulunun son sınıfına geçtiği, bir kız yurdunda kaldığı, öğretmen olduğunda ailesine yardım etmek istediği ve benim evlenme arzumun kendisini oldukça şaşırttığı oldu. Karanlık olmadan evde olması gerektiğini söyleyerek kalkmaya davrandı. Ben bütün cesaretimi toplayarak hayatını benimle paylaşmak isteyip istemediğini sordum. Bana evet demedi, ama cevabı hayır da değildi. Konuyu annesi ve dayısı ile konuşmak istediğini söyledi. El sıkıştık ve ayrıldı.
Ertesi gün öyle saatlerinde ailenin kararını öğrenmek için Feriha’nın dayısının dükkanına gittim. Dükkanda Ercan Efendi ve çıraktan başka kimse yoktu. Hoş beşten sonra konuyu benden önce açtı Ercan Efendi. “Bak delikanlı; Feriha okulunu bitirmedi. Bitirse de tayinini buralara yaptırmak istiyor. Ailesinin en büyüğü O. Kardeşlerine ablalık yapmak istiyor.” Ercan Efendi başka şeyler de söyledi ama bence hiç önemi yoktu. Bütün bunları sevinçle, mutlulukla kabul ettiğimi söyledim. Ailesine her anlamda kol, kanat germek en önemli görevim olacağını, bunu büyük bir zevkle yapacağımı söyledim. O da; “ O zaman bu işi sonlandırmakta bir sakınca yok bence. Yarından sonra Feriha İzmir’e dönecekmiş zaten. Yarın birer yüzük alıp takarak söz keseriz, olur biter. Sonra da herkes işine, gücüne bakar.”dedi. Bir süre daha ailemden, tasavvurlarımdan, düşüncelerimden söz ettim Ercan Efendiye. O da bana iyi bir delikanlıya benzediğimi, yeğeni ile mutlu olmamızı yürekten dilediğini, bundan böyle ailenin başının ben olacağımı, onların buna çok ihtiyaçları olduğunu filan söyledi. Ertesi gün akşam yemeğinden sonra Feriha’larda yüzükleri takarak söz kesmek için toplanma kararı verdik. Sonra da dostça el sıkışarak dükkandan ayrıldım.
Orhan ve eşi ile ikindi saatlerinde buluştuk, kasabanın tek çiçekçisine uğrayıp en güzel çiçeği yaptırdım. Kitapçı dükkanından da dayıyı alıp Feriha’ların evinin yolunu tutuk. Güneş batmak üzereyken Feriha’ların bahçesindeydik. Oldukça yaşlı bir ceviz ağacının altına serilmiş kilimin üzerindeki bir masanın etrafına dizilmiş sandalyelere oturduk. Evin giriş kapısının iki yanında ön cepheyi tamamen kaplamış biri pembe, diğeri mavi öbek öbek çiçeklere bürünmüş begonviller vardı. Feriha’nın gözlerinin mavisi karşımızdaki begonvilin aynısıydı. Birden Ona ‘Mavi Begonvil’ adını vermemin çok yakışacağı geçti aklımdan. Kucağımdaki çiçek buketini Mavi Begonvilime saygılı bir şekilde uzattım. Alırken göz göze geldik. Gülümsedi. İçimde, özellikle damarlarımda sıcacık bir şeylerin aktığını, tüm benliğimi sardığını duyumsadım. Kendi bahçelerinin limonlarından elleriyle yaptıkları soğuk limonata ikramından sonra, adının Hadiye olduğunu öğrendiğim küçük müstakbel baldızım bir tepsi içinde yüzükleri getirdi. Heyecanımdan, ne bana yüzüğü takan dayının, ne de Feriha’ya yüzük takan Orhan’ın söylediklerinin tek kelimesini anladım.  Kulağımda kalan yalnızca oradakilerin alkış sesleri oldu.
Ortalık kararmaya yüz tutmuştu ki Orhanlar gitmek üzere kalktılar. Dayı da onlarla birlikte gitmek zorunda olduğunu söyledi. Ben ise Orhanlarla geldiğim için onlarla da dönmem gerektiğini düşündüm. Kayınvalidem kolumdan tutarak kalmamı, konuşacak şeyleri olduğunu söyledi. Beklemediğim bu güzel davet beni çok mutlu etti. Önce dayının sonra da Orhan’ın gözüne baktım, ikisi de kalmamı onayladı.
Kalmam için kayınvalidem Zehra annenin ve ninenin ısrarlarına karşın gece yarısını aşkın evden ayrıldım. Feriha’nın ailesinin bana ısındığını, damatları olarak benimsediğini hissediyordum. Çocukların, kimsenin uyarmasına gerek duymadan bana enişte demeleri  beni çok mutlu etmişti. Fakir sayılacak bir aileydi Mavi Begonvil’imin ailesi. Yedi ve on bir yaşındaki Saliha ile Meliha ilkokula gidiyorlardı. On dört yaşındaki oğlan kardeşi Ahmet ilkokuldan sonra okulu bırakıp bir demirci yanında çalışmak zorunda kalmıştı. Böylece aile bütçesine az da olsa bir katkı sağlıyordu. Ninenin, on üç yıl önce kaybettiği emekli ast subay kocasından kalan, maaşı ve on dönümlük bir limon bahçesinin geliri ile geçiniyorlardı. Berber Şeref usta dayılarının da ara sıra yardım ettiğini, özellikle çocukların okul gereksinimlerini Onun karşıladığını söylemişti. Kendimi ailenin büyüğü, çocukların ağabeyi gibi hissetmeye başladım.
Bir sonraki gün Cumartesiydi ve ben Marmaris’ten, ve Mavi Begonvil’imden ayrılmak zorundaydım. Aynı akşam Yozgat’ta oturan babamlara uğrayacak, Marmaris’e gelip kızı istemelerini, işi tamamen resmileştirmelerini isteyecektim. Çünkü Feriha’nın aile büyükleri, ben gelemesem de, annemle babamın gelip kızı istemelerini, söz kesmenin nişan yapmaya dönüşmesini istemişlerdi. Gece pansiyonuma gitmeden otobüs yazıhanesine uğrayıp sabah 9 için Muğla aktarmalı Ankara’ya biletimi aldım. 
Sabah erkenden kalkıp hazırlandım. Çantamı otobüs yazıhanesinde emanete bırakıp vedalaşmak üzere Feriha’lara koştum. Evin adresini not edip babamların ne zaman geleceğini mektupla bildireceğimi söyledim. Büyüklerin ellerini, küçüklerin yanaklarını öptüm. Mavi Begonvil’im bana bahçe kapısına kadar eşlik etti. Kapının dışında ilk kez Ona sarıldım.  Yanaklarından öptüm, ayrıldım.
Annemler yatmadan evdeydim. Beni beklemedikleri için çok şaşırdılar ve çok ta sevindiler. Hoş beşten sonra asıl konuya girdim ve olup bitenleri anlattım. Bu tarz bir emrivakiye hazırdılar. O yüzden yadırgamadılar. Hatta nihayet başımın bağlanmış olmasına sevindiler. Çünkü daha önce buna bezer bir iki girişim sonuç vermemişti.  Yorgunluğun da etkisiyle o gece rahat bir uyku çektim. Birliğime varır varmaz, Marmaris’e gidecekleri gün ve tarihi kesinleştirip, bir şekilde onlara ulaştıracağımı söyleyerek Pazar günü öyle saatlerinde Sivas otobüsüne bindim.
Sivas’a inip otelime yerleşir yerleşmez Mavi begonvilime ilk mektubumu yazmaya koyuldum. Neler yazdığımı hatırlamasam da çok güzel şeyler yazdığımdan eminim. Sabahı beklemeye sabrım yoktu.  Gecenin ilerlemiş saatine aldırmaksızın mektubu alıp postaya vermek üzere  çıktım otelden. Nöbetçi posta memuru uykulu gözlerle mektubumu pullayıp yanındaki sepete attı. Kaç gün sonra döneceğini bilmediğim Feriha’nın cevabının hayallerini kurarak tekrar otele döndüm. Yatağımda bir süre yarınki yazacağım mektubumda Mavi Begonvilime anlatacaklarımı kafamda evirip çevirirken uyumuşum.
Her akşam yazıp postaya verdiğim mektuplarıma Feriha’nın ilk yanıtı on iki gün sonra geçti elime. “Mektubunu bugün aldım, beklemeden yazıyorum bu mektubu.” Diye başlıyordu satırlar. Sonraki satırlarında mektubumu, sırdaşı olduğunu yazdığı, çok sevdiği arkadaşı Şadiye’ye de okuduğunu, Onun da çok beğendiğini yazmıştı. Okulda ve yurtta günlerinin nasıl geçtiğinden söz eden satırlardan sonra mektuplarımı sabırsızlıkla beklediğini yazarak, “Çok öpüyorum.“ diye bitirmişti mektubunu. Sevinçten, mutluluktan içim içime sığmıyordu. Ayıp olmasa gün içinde bulabildiğim her beş on dakikalık boşlukta oturup Ona yazmak geliyordu içimden.
Feriha’mdan iki ya da üç gün ara ile mektup geliyordu. Arada bir benim için yazdığı bir şiiri de mektupla gönderiyordu. Çocukça yazılmış olsa da hoşuma gidiyordu şiirleri. Mektuplarında sırdaşın Şadiye’den çok söz ediyordu. Yazdığım mektupları çok beğendiğini, benimle ilgili çok olumlu düşünceleri olduğunu, sık sık ;“Böyle bir nişanlın olduğu için çok şanslısın.” Dediğini yazıyordu. Bana yazdığı mektupları Şadiye’yle birlikte yazdıklarını anlıyordum. 
Sivas’a dönüşümden bir ay kadar sonra sürpriz bir kararla, üç gün rapor alarak, İzmir’e gittim. Ziyaretçisi olduğu anons edilip, yurdun bekleme salonuna geldiğinde karşısında beni görünce Feriha’nın şaşkınlıktan dili tutuldu adeta. “Gözlerime inanamıyorum. A aaa. Nereden çıktın?” gibi sözler mırıldanarak hayret ve şaşkınca uzun süre yüzüme baktı. Neden sonra “Hoş geldin.” diyebildi. Bulunduğum yeri ve konumu unutmuştum sanki. Ondan ayrı olduğum bir ayın hasretini çıkarırcasına sarıldım. “Ne yapıyorsun? Bir görevli görürse yurttan atarlar beni. Yapma lütfen.” Diye adeta yalvardı. Çok haklıydı. Bu devlet yurtlarını iyi tanıyordum. Nişanlımın başına açabileceğim bir sorun ondan çok beni üzerdi. Toparlandım. “Yetkililerden izin al şehre inelim.”  Dedim. “Kolay olmaz bu, ama deneyim.” Diyerek ayrıldı. Biraz sonra da gülümseyerek döndü. Akşamın saat on’una kadar izin almıştı. Yurttan el ele ayrıldık.
İzmir uluslararası fuarının son günleriydi. Doğruca fuara gittik. Önce, havuz kenarındaki bir çay bahçesinde oturduk. Çaylarımızı içerken Onu ne kadar çok sevdiğimi anlattım yeteneğimin ve dilimin elverdiği ölçüde. Onsuz günlerimin nasıl tatsız ve sıkıntılı geçtiğini anlattım. Onunla birlikte kurduğum hayallerimi anlattım. Okulunun bitmesi için bir yıl daha beklemenin benim için ne büyük bir işkence olacağını anlattım. Ara sıra bir ya da iki kelimelik sorularını saymazsam, O hep gülümseyerek dinledi beni.
Akşam yemeğini yine Fuar parkında oldukça düzgün bir restoranda yedik. Sonra da Fuardaki pavyonları yorulana kadar gezdik. Son olarak lunaparka gittik. Mavi Begonvilimin istediği tüm eğlence araçlarını kullandık. Saat ona gelirken Parktan çıkıp, bir taksiyle yurdun yoluna düştük. Yaklaşık beş saatlik birlikteliğimiz göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitmişti. Yurdun kapısında birbirimize sarılarak vedalaştık. Olağanüstü güzel hayallerin eşlik ettiği, yarım saat kadar süren, bir yürüyüşle kaldığım pansiyona döndüm. Yarın cumartesiydi. Mavi Begonvilimle sabahtan gece yarısına kadar birlikte olacaktık. Odamda, otogarda aldığım İzmir şehir haritasını masaya yayarak yarın için Feriha’mı götüreceğim yerleri planladım. Gece yarısına doğru yattım.  Güzel hayallerin, umutların kollarında uykuya dalmışım.
Sabah sekizde yurdun kapısındaydım. Mavişim çok bekletmedi beni. Yurdun karşısındaki duraktan otobüse binip Konak meydanında indik. Bir pastahanede oturup bir şeyler yedik, içtik. Gelecek hayallerimizden konuştuk. Hayallerimizin merkezinde İzmir’de yaşamak vardı. Burada bir ev sahibi olmak, çocuklarımızı burada büyütmek, okutmak vb. gibi. Pastahaneden çıktıktan sonra yine otobüsle Kadife Kaleye çıktık. Sonra sahile inip Kordon Boyunda el ele yürüdük. Vapurla Karşıyaka’ya geçtik. Yemek yedik. Sinemaya gittik. Saat altı’ya doğru vapura binip yine konağa, oradan da Kültür Parka Fuar’a geldik. Gölün içine konumlandırılmış bir adacıktaki restoranda yemek yedik. Bir gün önce gezemediğimiz pavyonları gezdik. Zeki Müren’in bir gazinoda programı vardı. Begonvilime Zeki Müren’i sevip sevmediğini sordum, hayranı olduğunu söyleyince de hemen soluğu onun programında aldık. Zeki Müren söylerken bildiğimiz şarkılara birlikte eşlik ettik. Feriha’nın neşesi arttıkça bundan büyük keyif alıyor, mutlu oluyordum. Konserin sonuna kadar bu böyle oldu. Cumartesi ve Pazar günleri kızların izinleri gecenin 12 sine kadar uzatılmış olmasına karşın, zaman yine su gibi akmış ayrılık vakti yaklaşmıştı. Bir taksiye atlayıp yurdun yolunu tuttuk. Yurda yakın bir yerde indik. Çevremizde kimse yoktu. Feriha’mı kucaklayıp öptüm. Karşı koymadı. Çok heyecanlanmıştım. Sanırım O da öyleydi. Yurdun kapısında hiç istemesem de ayrıldık.
Bir kere daha sabahın erken saatlerinde nişanlımı almak için yurdun önündeydim. Günlerden Pazardı ve ben bu gün öylen iki otobüsüyle Ankara’ya, oradan da Sivas’a hareket edecektim. Terhisime 2 ay kalmıştı ve onu geciktirmeyi asla göze alamazdım. Feriha’mın tıpkı peri masallarındaki gibi, gülümseyen bakışlarıyla, süzülüp merdivenleri inişi içimde tarifsiz bir coşku yarattı. Oracıkta sarılmamak için kendimi zor tuttum. Birlikte vitrinleri izleyerek pansiyonuma doğru yürüdük. Bir gelinlikçi mağazasının önünde durup gelinliklere baktık. Beğendiği gelinliği ona alacağıma söz verdim. Bakışlarındaki pırıltıdan ve avucumun içindeki elinin devinimlerinden Onun da yüreğinin pır pır ettiğini hissediyordum. Pansiyona vardığımızda saat 12 yi geçiyordu. Birlikte valizimi hazırladık, sonra bahçeye inip bir masada oturduk. Limonata söyledik. Bardaklarımızı içki içiyormuş gibi tokuşturduk, gülüştük. Otobüsün kalkmasına yarım saat kala odamda birbirimize sarıldık. Ben ağlamamak için kendimle savaşıyordum. Onun gözlerinde biriken yaşları öpücüklerimle sildim. Çağırttığım taksiye bindim. Son kez bakışlarımız birleşti. Havada sallanan ellerimiz daha şimdiden özlemimizi haykırıyordu sanki.
Gece yarısı Sivas’ta Odamdaydım. Oda arkadaşım uyumuştu. Sessizce, masa lambasının ışığında özlem yüklü ilk mektubumu yazıp zarfladım. Sabah servise binmeden postaya vermeyi tasarlayıp yattım. 
Mavi Begonvil’imimin ilk mektubunu on gün sonra aldım. Birlikte olduğumuz birkaç gün için ne kadar çok mutlu olduğunu anlatıyordu mektubunda. Üç gün sonra aldığım ikinci mektubunda yine benim için yazdığı bir şiir yer almıştı. Bir ilkokul öğrencisinin saf ve çocukça duyguları vardı şiirinde. Ne kadar çocukça olursa olsun benim için yazmıştı o satırları. Bu da beni mutlu etmeye, ayaklarımı yerden kesmeye yetiyordu. Akşamları oda arkadaşıma İzmir kavuşmamızı, buluşmalarımızı, gezmelerimizi, mutluluğumuzu anlatmaktan kendimi alamıyordum. İçimden Mavi Begonvilimi, duygularımı, mutluluğumuzu herkese haykırmak isteği kabarıp taşıyordu.
İzmir’den dönüşümün yaklaşık on beş gün sonrasıydı. Ordu Evinde telefonum olduğu söylendi. İzin alıp motosikletimle Şehre indim. Telefondaki babamdı. Titreyen bir ses tonuyla; “Oğlum, Marmaris’ten aradılar. Sana bir türlü ulaşamamışlar. Nişanlın Feriha bir kaza geçirmiş. Durumu hiç iyi değilmiş. Söylemesi çok zor. Gelinimi …”  Babamın hıçkırıkları her şeyi açıklıyordu. Birden bütün gövdem buz kesti. Felç olmuş gibiydim. “Bu nasıl olur?” bile diyemeden telefon elimden kayıp düştü. Bunun bir rüya, bir kabus olmasını istedim bütün içtenliğimle. Fenalaştığımı gören ordu evi görevlileri koluma girip içeri taşıyarak bir koltuğa oturtmuşlar. Uzun süre, “Bu nasıl olur?” diye sayıkladığımı anımsıyorum.
O gün Ankara’ya otobüs bulamadım. Ertesi gün gece yarısı Marmaris’e varabildim. Herkes şaşkın ve perişandı. Ben evden içeri girince yükselen feryatlar, figanlar pencerelerden taşıp Marmaris semalarında yankılandı. Mavi Begonvilimi öyleden sonra toprağa vermişlerdi. Gelip gelemeyeceğimi bilemedikleri için bekletmemişlerdi cenazeyi.
Tanrıya isyanımı nasıl haykıracağımı bilemiyordum. “Neden! Neden bunu reva gördün bana? Madem Onu alacaktın, neden bu kadar güzel yarattın? Bizi mi kıskandın yoksa? Yarattığın güzelliği bir aciz kuluna çok mu gördün? Hep sen kullarını affedersin. Ya ben seni affetmiyorsam! Ya ben sana hakkımı helal etmiyorsam! Bu hiç aklına gelmedi, bunu hiç hesaplamadın, değil mi?” Tövbe…
Yaşamak, gözümde anlamını tümden yitirmişti. Ölmeyi o kadar çok istemiştim ki. Ama istemekle ölünmüyor işte. Ayrıca,  bunun ne kadar anlamsız ve yararsız olduğu da çok açıktı. Ölemedim.   



   İlk görev yeri
12
Askerliğimi bitirip Ankara’ya dönmüştüm. Kızılay’da buluştuğumuz bir arkadaşla, onun bir işi için MEB’na (Milli Eğitim Bakanlığı) gittik.  Arkadaşım bakanlıkta Doğu Karadeniz’in şirin bir kasabasında Orta Okul müdürü olduğunu söylediği bir arkadaşı ile karşılaştı.  Sohbet sırasında adı Abidin olan müdür Ankara’ya, bir heyetle, kasabalarında yeni bir lise açmak için öğretmenler, öncelikle de Matematik ve Fizik öğretmeni bulmağa geldiklerini anlattı. Arkadaşım; “İyileşecek hastanın doktor ayağına gelirmiş. Sizin aradığınız eleman işte karşında.” Diyerek beni müdür beye takdim etti. Abidin beyle birlikte üç kişi olan heyetin yanına gittik. Görüşme sonunda oldukça iyi sayılan bir ücret karşılığı anlaştık. Sözleşmeyi imzaladıktan sonra Lisenin müdürlüğünü de ayrıca bir ücret karşılığı bana teklif ettiklerinde sevinmekle birlikte biraz tedirginlik duydum. Çünkü meslekte ilk görevimdi ve yöneticiliğin Y’ sini bilmiyordum. Abidin Bey kulağıma eğilip; “Hiç endişe etme. Yapılan Lise binası, Orta Okulun da içinde olduğu geniş bir bahçenin içinde. Gereksinim duyduğun her idari konuda ben senin yanındayım. Göreceksin hiçbir sorun çıkmayacak.” Deyince rahatladım ve tekliflerini memnunlukla karşıladım.
Görev üslendiğim okulun bulunduğu kasabanın adı Arhavi idi. Bu ismi daha önce hiç duymamıştım. Abidin Bey Artvin’in bu sahil kasabasını çok beğeneceğimi söyledi. Ayrıca; “Arhavi o yörenin en kültürlü, en çalışkan ve yeniliklere açık insanlarının yaşadığı bir kasabadır. Ben de Arhavi’ye gelmeden önce bir hayli endişeliydim. Şimdi orada görev yapmaktan son derece mutluyum.” Diye ekledi.  
O yıllarda değil kasabalarda, Doğunun, Güney Doğunun bazı illerinde bile henüz lise yoktu. Hali vakti yerinde olan kasabalar Lise Yaptırma Derneği kurarak MBE'nın verdiği projeye uygun şekilde Lise binasını ya o yörenin zenginlerinden biri ya da birkaçının gönüllü katkılarıyla, ya da imece usulü ile kendileri yapıyordu. Kendi olanakları ile sağladıkları sözleşmeli öğretmenlerle birinci yıl eğitimi sürdürüyorlar, ertesi yıl MBE ye başvurarak bakanlık normlarına uygun, her şeyiyle hazır bir liseyi hiçbir talepte bulunmamak koşulu ile MBE ye devrediyorlardı. Böylece bakanlık, bütçesinden beş kuruş harcamadan bir lise binasına sahip oluyor, yöre halkı da lise okuluna bir an önce kavuşmuş oluyordu. Benim lisemin de işte böyle bir okul olduğunu söylediler.
Uzun ve sıkıntılı bir otobüs yolculuğu sonunda ikindi vakti Rize’ye ulaştım. Buradan sonra yolculuğuma minibüsle devam etmem gerektiğini söylediler. İki saati aşkın, kâh sahilden kâh gür ormanların içinden geçecek olan bozuk yollara düştük. Bir dönemcin bitiminde bizi sollayıp geçen bir taksi önümüzde seyreden boş kamyonun yolunu kesip durdurdu. Taksiden hışımla inen genç bir kadın kuşağından çıkardığı tabancayla kamyonun şoför mahallinde oturan, sonradan iki kişi olduklarını öğrendiğimiz, adamların üstüne kurşun yağdırdı. Ardından da görevini yapmış olmanın huzuru ile taksiye atlayıp hızla oradan uzaklaştı. Ben şaşkınlıktan donup kaldım. Minibüsümüz, şoförle birlikte inen birkaç kişinin, olup biteni öğrenerek merakları gidermeye yetecek kadar bir süre bekledi. Minibüstekiler tanığı olduğumuz bu korkunç cinayete pek şaşırmış gibi görünmediler. Olayı yorumlamakla yetindiler. Onlara göre kamyondakilerden biri kadını evlenme vaadiyle kandırmış ya da ikisi bir olup dağa kaldırmış olmalıymış. O da intikamını almışmış. Arabaya dönen şoförümüz olayın nedenini öğrenemediklerini, şoförün ölmüş olduğunu, öteki şahsın da doktora yetişmesinin mucize olacağını söyledi.  Olay beni hayli etkilemişti. Bekârdım, gittiğim kasabanın kızlarıyla heyecanlı, tatlı gönül ilişkileri hayal etmiştim. Hâlbuki şimdi yörede bulunduğum süre içinde ne kadar dikkatli olmam gerektiği gün gibi açıktı. Yöreye ilişkin pek çok bilinmezliğe bir de bu korku eklendi.
 Sahilde yemyeşil bir vadiye kurulmuş kasaba, sonradan adının kızılağaç olduğunu öğrendiğim kocaman, yüksek ve düzgün ağaçların arasında adeta kaybolmuş gibiydi. Sahil boyundaki bir otel ve beş on işyerini saymazsanız, bırakın duvar duvara olanını bahçeleri yan yana olan iki ev görmek bile olanaksızdı. Zaten birbirine uzak yapılmış evler kızılağaçların ve fındık bahçelerinin arasında zar zor fark ediliyordu. Vadinin gerilerinde yükselen tepelerin aşağı yamaçları yeşil bir halıyı andırıyordu. Buraların çay bahçeleri olduğunu sonradan öğrenecektim. Fındık, çay ya da mısır ekili olmayan tüm alanlar ve tepeler gür ormanlarla kaplı görünüyordu. Kasabanın önünden geçen sahili izleyen yol, denizden oldukça yüksek, kayalarla örülmüş sur gibi duvarlarla sağlama alınmış görünüyordu. Her yönüyle kasabamın olağanüstü güzel bir görünümü vardı. Bu güzelliklerin içinde mutlu olamamak düşünülemezdi.
Minibüs bir lokantanın önünde durup indirmişti beni. İçinde en az bir hafta beni idare edecek öteberinin olduğu çantamı alıp lokantaya girdim. İşyerinin patronu olduğunu sandığım, görünümü ile dört dörtlük bir Laz uşağı olan adama gidip kendimi tanıttım. “Uyyyy! Haçan pizum lisemizun mudürü misun? Ha piz buraya yaşli, başli pirinu pekleyiduk. Demek böyle mudür de olayi.” Beni lisenin müdürlüğüne yakıştıramadığı açıktı. Ben bile kendimi yakıştırmadıktan sonra…
Okul binası kasabanın biraz dışında, fındık bahçelerinin arasında, iki katlı, ortaokulla birlikte yüksek taş duvarlarla çevrili bir alanda, ortaokuldan daha gösterişli ve büyük yeni bir bina. Bahçede voleybol, basketbol ve eksik ebatlı bir futbol alanı var.  Okulun ana giriş kapısına yedi, sekiz basamak mermer merdivenle ulaşılıyor. Ana girişin üzerine boydan boya yerleştirilmiş tabelada - ARHAVİ ÖZEL LİSESİ- yazısı okunuyor.     
Kasabadan küçük yaşta İstanbul’a göçüp zengin olan, büyük bir firmanın sahibi şahıs hiçbir masraftan kaçınmamış, dört dörtlük bir lise binası yaptırmış. Müdür odasına girdiğim zaman şaşkınlığımı gizleyemedim. “Burada ben mi oturacağım?” deyince dernekçiler gülüştü. “Şimdu oturayisun şu koltuğa da foturafçimız bi foturafinu çeksun. İlk mudürümüz olarak koridora asalum oni da.” Dedi birisi. Kocaman bir masanın arkasındaki, benim için oldukça lüks olan, makam koltuğuna kurulup fotoğraf çektirdim. Sonra makam odasında birkaç toplu fotoğraf daha çekildi. Birlikte olduğumuz, kasabanın ileri gelenlerinden oluşan bu sekiz on kişilik gurupla Sınıfları, kütüphaneyi, fizik ve kimya laboratuarlarını, toplantı salonunu dolaştık. Son olarak da geceleri kalacağım odayı gösterdiler. Güzel bir otel odasından farkı yoktu. Bana göre hiçbir eksiği kalmamıştı okulumun. 
Okulların açılmasına iki hafta kalmıştı. Bakanlıktan açılış izni olmak için en az üç farklı derse daha öğretmen bulmam gerekiyordu. Bana önerdikleri, yöreden yetişmiş edebiyat, coğrafya ve tarih öğretmenleri ile görüştüm. Ücret devlet lisesine göre hayli yüksek olduğundan kolay anlaştık. Bir hafta içinde açılış iznini çıkarttık. Sıra ders dağıtımı ve programlarının yapılmasına gelmişti.
Lisemizin ilk yılı olduğundan sadece birinci sınıf açılıyordu. Kayıtların başlamasından birkaç gün sonra kaç öğrencimiz olacağı aşağı yukarı belli oldu. Yüz elli ye yakın bir sayıya ulaşacaktık. Sınıflarımızı otuz beş, kırk arası mevcutlu dört şube olarak planladık. Biyoloji dersini kasabalı bir doktora, kimya dersini yine işyerini o yıl açmış kasabanın tek eczacısına, İngilizce dersini de orta öğrenimini Ankara Maarif kolejınde okumuş olan kasabanın ikinci doktoruna verdim. Branş derslerimin yanında beden eğitimi ve müzik derslerini de kendime verdim. Böylece açık dersimiz kalmadı. Kurucu derneğin başkanı kasabanın belediye başkanıydı. O yüzden pek çok sorunumuz belediyenin olanakları ile giderilebiliyordu. Konunun hukuki boyutuna ilişkin sorunlarını dernek yönetim kurulu başkan yardımcısı bir avukat ağabeyimiz çözümlüyordu. Ücretlerle ilgili her türlü bürokratik sorunları da yine kasabanın tek mali müşaviri olan yönetim kurulu üyesi birisi yapıyordu. Yani anlayacağınız bu görevi ilk kez yapıyor olmamın bana fazla bir sıkıntısı yoktu.
Kasabada ilk günüm hayli yoğun geçmişti. İlgili ilgisiz pek çok kişi ile tanıştırıldım. Hayli kalabalık bir gurupla yediğimiz akşam yemeğinin ardından kasabanın sahil gazinosuna gittik. Çay, kahve sunumlarının ardından yorgun ve uykusuz olman nedeni ile dinlenmek isteğimi arz ettim. Eşlik eden bir refakatçi ile o gün için otelde ayrılan odama çıktım. Yüksek duvarlara çarpan dalgaların sesinden bir süre uyuyamadım. Sonunda yorgunluk ve uykusuzluk baskın çıktı sanırım.
Ertesi sabah okula gittiğimde önce hademe denilen hizmetli karşıladı. Ellili yaşlarında bir yöre insanı. “Hoş celdinuz sayin mudürüm. Ben Hademenuz çamil (kâmil) Kayikçu. Emrinuzdayum efendum.” “Estağfurullah Kamil Efendi. Ne demek emir filan. Ricam olur ancak.” Ana kapıdan binaya girince genç ve güzel bir kız gülümseyerek; “Hoş geldiniz efendim. Ben sekreteriniz ….” Şaşkınlıktan ne diyeceğimi şaşırdım. Güzel bir kızın benim sekreterim olabileceği aklımın ucundan geçmemişti. Makam odama çıkıp, o güne kadar benzerini bile görmediğim lüks ve konforlu koltuğuma kuruldum. Kısa bir süre sonra kapıyı tıklatıp içeri giren sekreterimin gülümseyerek kahvemi nasıl alacağımı sorması beni bayağı havalara soktu sanırım.   Kasabalıların gösterdiği yakınlık ve saygılı davranışları da göz önüne alınınca kendimi önemli biri gibi hissetmeye başladım. Bütün bunları hak etmek için var gücümle çalışmam gerektiğine karar verdim.  
Okulda yattığım ilk geceden itibaren garip bir olayla karşılaştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde okulun çevresi köpek sesine tam da benzemeyen ulumalarla çınlıyordu. Penceremin dibine kadar geliyorlar, var güçleriyle bağırıyorlardı. Ulumalar şafak vaktine kadar kesilmiyordu. Birkaç gün gözüme uyku girmedi. Sonra bunların çakal olduğunu söylediler. İyice karanlık bastıktan sonra tepelerden inip buralarda yiyecek aradıklarını, uluyarak ta haberleştiklerini anlattılar. Lokantacı Dursun amca; “Canuni sikma mudür bey. Bi gaç cune galmaz alışirsun. Oyleçi piz o sesleru duymadan uyku uyuyamayiruk bile, pize ninnu çimu celiyi da.” Diyerek sözüm ona beni rahatlatmıştı. İlk haftadan sonra bu seslerden rahatsızlık duymadığımı hayretle fark ettim.
Okulda işim bitince kasabanın sahil gazinosuna gidiyordum. Orada akşamları denizin ortasından, altın bir sütun gibi denize çakılan güneşin batışını izlemenin zevkine doyum olmazdı.  Okuldan gazinoya gidişteki yol boyunda iki taraflı fındık bahçeleri uzanıyordu. Gelirken de giderken de, yollara kadar sarkmış ağaçlardan, taze fındık kopartıp cebime dolduruyor, uygun bir yerde ve zamanda kırıp yiyordum. Bahçelerin sınırlarında kızılağaçlar onlarca metre yüksekliğe erişmiş, başta asma olmak üzere birçok bitkinin sarılarak yükseklere tırmanmasına olanak sağlıyordu. Üzüm salkımları ta yirmi, yirmi beş metre yükseklerden bardak gibi sallanıyordu. Bu üzümler insanlardan çok kuşların işine yarıyor gibi göründü bana.
Bir iki hafta içinde Arhavi’deki yaşam tarzına uyum sağladığımı söyleyebilirim. Kahvaltı etmiyordum. Öğle ve akşam yemeklerini diğer bekâr arkadaşlarla birlikte Dursun Ustanın lokantasında yiyorduk. Akşamlarım çoğu zaman makam odamda yatıncaya kadar ders hazırlamakla geçiyordu. Yirmi saati matematik, on ikisi fizik, dördü de müzik olmak üzere otuz altı saat dersim vardı haftada.  Dersler başladığında uykularım da düzene girmişti. Derse girdiğim her saati bir sorun yaşamadan bitirmek bana büyük keyif veriyordu. Öğrenciler ders aralarında, nereden çıktığını anlayamadığım, bir kemençe eşliğinde hemen bir horon başlatıyorlardı. Önceleri çocukların bu neşesi beni mutlu ediyordu. Birkaç gün sonra horunun ortasında patlatılmağa başlatılan silahları mantar tabancası olarak algılamıştım. Sonra bunların gerçek tabanca ve atılan mermilerin de gerçek mermi olduğunu öğrenince korku ve şaşkınlıkla panikledim. Ertesi gün yaptığımız aramada bir düzüne civarında gerçek tabancaya el koyduk. Yönetim kurulunun ve velilerin desteği ile bir iki hafta içinde bu konuyu sorunlar listesinden çıkardık. Canımı sıkan tek konu, güzel sekreterimle yakınlaşamamaktı. Başıma gelebilecekleri düşünmek bile beni çok korkutuyordu. O bana ne kadar yakın durmak istese de ben oldukça ciddi ve soğukça karşılıyor, ümit vermemeğe özen gösteriyordum. Sekreterim, yönetim kurulu üyelerinden birisinin kızıydı zaten.  
Yağmur yağmıyorsa yörenin ekim, kasım ayları çok güzel oluyormuş. Benim şansımdan mı nedir, ekim ayı yağışsız geçiyordu. Bir hafta sonu ilçenin kaymakamı, doktoru ve eczacısı ile Arhavililerin “Hemşin” dedikleri dağ köylerine günübirlik bir geziye çıktık. Kaymakamın cipiyle, inişli yokuşlu, toprak, dağ yollarında ilerliyorduk. Giyim kuşamı ve donanımıyla tam bir Doğu Karadenizli olan, ama yaşını kestiremediğim bir kadına rastladık yolda. Sırtındaki küfeyle yeşil çay yaprağı taşıyordu. Beş on metre önde de kırklı yaşlarında bir adam gömleğinin yakasını göbeğine kadar açmış ağır, ağır yürüyordu. Adamın yanına gelince kaymakam cipi durdurdu. Selamlaştıktan sonra adama; “Arkadaki hanım neyin oluyor?” diye sordu. Adam geriye döndü; “Ha onu mi deyisun, çendusi penum kari olayi da.”  “Pekâlâ, yük neden onun sırtında? Sen erkek değil misin? Üstelik ondan çok daha güçlü, kuvvetlisin. Bu sıcakta, yokuş yukarı O kan ter içinde canını dişine takmış çabalıyor, sen bir elinde tespih, diğerinde sigara maşallah erkekliğine diyecek yok doğrusu. Üstüne üstlük ceketini, şapkanı da küfenin üstüne atmışsın gel keyfim gel. Karına verdiğin değer bu mu?”  Belli ki böyle bir çıkış beklemiyordu adam.  “Çimsinuz pilmeyirum ama Penum karinun yaptuğu iş onun işidur. Pundan size ne uşağum. Pen küfe taşur isem puralarda herçes pağa culer da.” Kaymakamın suratından sinirlendiği belli oluyordu. Hepimiz cipten inmiştik.  Davranışının yanlış olduğunu anlatmağa çalıştıkça adam bize kızdı. İkide bir gömleğinin altındaki tabancasını yokluyordu. Ben ciddi olarak korkmağa başlamıştım ki şoförümüz adamın kulağına bir şeyler söyledi. Adam yelkenleri suya indiriverdi. Kadını onun tarafını tutuyor,  “Herifimdan ne isdeyisinuz, Çimseye bi şey yapmaduk piz. Pirakun yakamizu da işimize pakalım.” Kaymakam hem kadının hem de kocasının şaşkın bakışları altında küfeyi kadının sırtından alıp adamın sırtına vurdu.  “Bundan böyle karılarınıza eşeğinizmiş gibi davranamayacaksınız. Onlar köle gibi çalışırken kocaların kahvede oyun oynayıp, çubuk tüttürmesine izin vermiyorum. Bunu yapanı duyar, görürsem jandarmayla aldırır hapislerde süründürürüm. Beni anladın mı?” Kaymakamın çıkışı Hemşinliyi iyi korkuttu sanırım. Sırtında küfe yokuş yukarı tırmanırken; “Emredersinuz gaymagamim. Köye varayim emrinizu köyun tüm erçeklerine pizzat diyecegum.”
Ekim ayının sıcak ve sakin bir tatil günü kasabanın sahil gazinosunda birkaç arkadaş oturmuş şundan, bundan laflıyoruz. Deniz çarşaf gibi durgun. Oralarda az rastlanır bir manzara. Açıklarda bir cisim fark ettik. Suyun içinde bir görünüp bir kayboluyor. Herkes kafasına göre bir şey söylüyor. Birisi gemilerin birisinden düşmüş bir konteyner, diğer biri bir balıkçı sandalı olmalı falan filan diyor. Denize girme düşüncesiyle aldığım mayom da üzerimde olduğundan o cisme kadar yüzeceğimi söyledim. Arkadaşlar cismin çok uzakta olduğunu, oraya yüzmeye kalkışmanın çok tehlikeli olacağını söyledilerse de ben, bilinçaltı bir şeyler kanıtlama dürtüsüyle olmalı, kendimi suya vurdum. Bir saate yakın yüzmeme rağmen cisme yeterince yaklaşamamıştım. Geri dönmeyi de kendime yediremedim. Yarım saat kadar daha yüzdükten sonra cismin bir tomruk olduğunu fark edebildim. “Nasılsa tomruğa ulaştığımda üzerine çıkıp dinlenirim.” diye canımı dişime takıp oraya kadar yüzmeğe karar verdim. Tomruğun yanına vardığımda artık yüzmeğe takatim kalmamıştı. Tomruk tahminimden çok daha büyüktü. On beş metreye yakın uzunluğu, bir metreden fazla çapı olan, kabuğundan soyulmuş, bir oklava kadar düzgün dev bir ağaç gövdesiydi. Bırakın üstüne çıkmayı elimi attıkça yavaş, yavaş dönüyor, tutunabilme olanağı vermiyordu. Bu durumda üzerine çıkıp dinlenmem asla söz konusu değildi. Ama ben birazda paniklemiş olarak ısrarla tutunmağa, üzerine tırmanmağa çalıştım. Dermansızlıktan suyun üzerinde durmakta zorlanmağa ve su yutmağa başladım. Bir süre sonra da nefessiz kalıp kendimi Kara Denizin sularına bıraktım.
Gözümü açtığımda gazinoda bir koltuğa uzanmış durumdaydım. Başımda doktor ve tanıdık, tanımadık bir yığın insan vardı. Anlaşılan bir kere daha Azrail’in pençesinden çekip almışlardı beni. Ağzım deniz suyu ile doluymuş gibiydi. Bir de dehşetli üşüyordum. Titrediğimi fark edip getirtilen bir battaniyeye sardılar.
Ben tomruğa yüzerken hâkim bey evden dürbününü getirtip ne olduğu belirsiz cismi tanımak istemiş. Daha sonrada benim zorda olduğumu görünce belediyenin motoru ile yardımıma koşmuşlar. Birkaç dakika daha gecikseler dünyamı değişmiş olmam kaçınılmazmış.
Bir balıkçı teknesini hazırlayıp sahile çekmek üzere belediyenin birkaç adamı ile tekrar tomruğun oraya gidildi. Bir saate kalmadı tomruk sahile çekildi. Tomruğun büyüklüğü karşısında, seyre gelen meraklı kalabalığın dili tutuldu desem yeridir. Tomruğun sahibinin ben olduğumu söylüyordu herkes.  Nedeni de, denizde bulunan bir şeyin onu ilk görene, bulana ait olduğu şeklindeki inanışlarıymış. Eğer ev yaptırıyor olsaydım kereste gereksinimimin tamamını karşılardı nerdeyse. Bağışlayıp bağışlayamayacağımı sordum, olumlu yanıt alınca da onu belediyeye bağışladım.
Ekim ayının sonunda havalar soğudu, bulutlar gökyüzünü sardı. Kısa bir süre sonra da yağmur başladı. Tam olarak on beş gün aralıksız ve aynı tempoda yağan yağmurlar içimi karartmakla birlikte bir başka yöre etkinliğini de tanımamı sağladı. Gece boyunca, lüks lambaları eşliğinde sürdürülen bıldırcın avı. Arhavililerin söylediğine göre bu mevsimde Rusya üzerinden güney ülkelerine göç eden bıldırcın sürüleri geceleri yıldızları izleyerek yol alırlarmış. Hava kapalı olduğu zamanlarda karanlıkta uçan bıldırcınların bir kısmı gece ışığı gördüğü yere doğru uçar, ışığın dibine düşermiş. İşte bu yüzden bu havalar bıldırcın avı için bulunmadık fırsat yaratırmış. Bir gece, yaklaşık on kişinin katıldığı ve davetli olduğum bu ava, tam donanımlı bir şekilde, ben de katıldım. Ormanın içinde yağmur ve çamurda dolaşmak çok zor olduğu için küçükçe açık bir alanda lambayı yanıma bırakıp çömeldim. Biraz sonra da pat diye dizimin dibine düşen bıldırcını yakalayıp sepete koydum. Birkaç saatlik bekleyişin sonunda tam beş tane bıldırcınım olmuştu. Dönüş işareti ile toplandık. En az bıldırcın bende vardı. Yirminin üstünde yakalamış olan avcılar bile vardı arsamızda. İlk avım olmasına karşın başarılı olduğumu söyleyerek beni kutladılar. Ertesi gün akşam, Dursun amcanın nar gibi kızarttığı bıldırcınlarla rakı, şarap ve buz gibi biraların eşliğinde, kalabalık bir ziyafette avımızı ve benim Arhavililiğimi kutladık.