AV PEŞİNDE
Dayısından
yediğim tokatın acısından çok Bengü’nün kendisine askıntı olan, tanımadığı
birisi olduğumu söylemiş olmasının acısı henüz yüreğimi dağlamağa devam ettiği
günlerden biriydi. Bir Pazar günüydü. Henüz Yozgat yurdunda kalıyordum. Oda
arkadaşım, sırdaşım, can yoldaşım Turan bir tanıdığını ziyarete gitmişti. Canım
burnumdaydı. Biraz ders çalışmayı denedim. Kafama bilgi kırıntısı bile
girmiyordu. Çıktım, avare yürümeye başladım. Bir süre sonra Konservatuvarın yan
tarafındaki otobüs durağında olduğumu fark ettim. Nereye gittiğine bakmaksızın
gelen ilk otobüse atladım. Otobüste tek bir boş koltuk vardı. Pencere kenarındakinde
bir genç kızın oturduğu bu ikili koltuğun boş olanına oturdum. Karamsar, kızgın,
küskün hayallerime dalıp gitmişim.
-Burası nere? Diyen bir sesle dalgınlığımdan uyandım.
-Bana mı
soruyorsunuz? Vallaha ben buraları hiç bilmiyorum, ilk defa geliyorum.
-Durak ismi
yazmıyor da. Siz belki biliyorsunuzdur diye sormuşdum.
-Nerde inecektiniz?
diye sordum.
-Bilmiyorum. Ya
siz?
-İnanın ben de
bilmiyorum.
Yüzüme bakıp
gülümsedi, ben de ona gülümsedim.
-Yani gideceğiniz
yerin adresini mi bilmiyorsunuz? Dedim.
-Hayır nereye
gideceğimi düşünmeden, amaçsızca bindim bu otobüse. Evde çok bunaldım. Biraz
hava alayım diye çıktım.
Onun
duyamayacağı, mırıldanır bir sesls;
-Şu işe bak, rastlantı
ancak bu kadar olabilir.
-Bi şey mi
dediniz iyi duyamadım da.
Şey, diyeceğim şu
ki, inanmayacaksınız bana, ama size yemin ederim ben de yurttaki odamdan aynı
duygularla çıkmıştım. Yani çok canım sıkılıyordu, biraz hava alayım diye
çıktım. Bu otobüse de nereye gittiğine bakmadan, öylesine bindim. Ve otobüste
tek boş koltuk burasıydı. Bu rastlantının bir anlamı olmalı değil mi?
Gene karşılıklı
gülümsedik.
-Siz yurtta
kaldığınıza göre öğrencisiniz galiba. Nerde okuyorsunuz?
Bu soruyla
birlikte koyu bir sohbet başlamış oldu. Birbirimize isimlerimizi söyleyerek
tanıştık. Adı Gülşen di. Ne kadar güzel bir isim olduğu, ona nasıl da yakıştığı
geçti aklımdan. Durumlarımızdan, ailelerimizden, yaşantımızdan söz ettik. Bir
süre sonra siz, bizliği de bırakıp sohbetimizi senli, benli sürdürmeye
başladık.
İki yıl kadar
önce, şehirlerarası kamyon şoförlüğü yapan, kendinden on üç yaş büyük birisiyle
ailesinin arzusu üzerine on yedi yaşında evlendirildiğini söyledi. Kocası, her ayın
nerdeyse tamamını dışarılarda geçiriyormuş. Eve gelebildiği birkaç günde de
daha çok arkadaşlarıyla vakit geçiriyormuş. Gereksinimler için bir miktar para
bırakıp belirlenemeyen bir zamanda dönmek üzere çıkıp gidiyormuş.
-Onu sevecek
kadar fırsatım olmadı. Onun da beni yeterince tanıdığını, sevdiğini
düşünmüyorum. Senin anlayacağın pek mutlu sayılmam. Bu yüzden de çok
sıkılıyorum. Kendimi sokaklara vuruyorum böyle. Başka ne yapabilirim ki. Sence
ben haksız mıyım? Haksız sayılmam değil mi?
Bence asla haksız sayılmazdı. Böyle bir kadın ömrünün en güzel
yıllarını boş bir evde, tek başına oturup, ne zaman geleceği belli olmayan,
kocasını bekleyerek geçirmesi bence de hiç adil değildi. O kadar genç ve narindi ki. Asla evli bir
kadın gibi görünmüyordu.
Evli olduğunu söyleyinceye kadar onun lisede ya da üniversitenin
ilk sınıflarında okuyan bir genç kız olduğunu düşünmüştüm. Hafif etine dolgun
olmasına karşın, mükemmel bir vücudu vardı. Bukle, bukle sarı saçlarını, özenle
yaratılmış yüzünün güzelliğini, iri, zeytin yeşili, bakan birinin doğrudan
kalbine bir ok gibi saplanan harika bir çift göz tamamlıyordu. Ucu hafifçe
kalkık küçük burnu, cazibesini bir kat daha artırıyordu. Kısacası, yaratılışı,
Yaratanın boş bir zamanına denk gelmiş olan şanslı bir yaratıktıdı.
“Tanrının beni böyle hoş bir rastlantıyla ödüllendirmesinin bir
anlamı olmalı. Bengü’nün kalbimde açtığı yarayı sarıp iyileştirme görevini yüce
Tanrı bu kadına mı vermişti yoksa. Yoksa İlahi gücün, haftalardır çektiğim
gönül acısını dindirmek için bana bir ödülü müydü Gülşen. Bir gün mutlaka, bu
güzel kadını koluma takıp Bengü’nün karşısına çıkmalıyım. Yeryüzünde sadece
kendisinin olmadığını ona göstermeliyim.” Aklımdan şimşek gibi geçti bu düşünceler.
Ertesi gün akşamüstü saat altı civarında Dikimevi Pastanesinde
buluşmak üzere sözleştik. Tekrar indiğimiz otobüs durağına yürüdük. Az sonra
gelen bir otobüse binmek üzere hareketlendi. El sıkışarak ayrıldık. Benden
taraftaki bir koltuğa oturuşunu izledim. Otobüs hareket edince, dünyanın en
tatlı gülücüğüyle el salladı. Bütün kibarlığımla, şirinliğimle ve coşkuyla
karşılık verdim. Otobüs dönemecin
arkasında kayboluncaya kadar ardından baktım. Hiç uyanmak istemediğim bir güzel
rüyanın ortasında gibiydim. İçim içime sığmıyordu adeta. Bu bir mucizeydi
sanki. Başka nasıl açıklanır, nasıl yorumlanabilirdi ki?
O gece geç vakitlere kadar gözüme uyku girmedi. Yarınki
buluşmamızda onun ilgisini çekecek neler anlatmalıydım ona? Gülşen’in güvenini
nasıl kazanmalıydım? Kendime nasıl bağlamalıydım? Beni çekici bulmasını, hatta
beni sevmesini nasıl sağlamalıydım? Tanrım, aklıma hiç ilginç şeyler
gelmiyordu. Randevumuza bir çiçekle gitmem yakışık alır mıydı ki. Para sorunum
yoktu. İki aydır DSİ de çalışıyordum. Gülşen’in arzu ettiği her şeyi ona
alabilirdim. Ona pastanenin en güzel pastasını, en güzel tatlısını ısmarlardım.
Beni yorgun düşüren bu tarz düşüncelerle boğuşurken uyumuşum.
Randevu saatinden en az on dakika önce pastanedeydim. İçerde bir
tur atıp, ısmarlayabileceğim ilginç yiyeceklere bir göz attım. Sonra dışarı
çıktım, bir ağacın gölgesinde Gülşen’in gelmesini bekledim. Tam saatinde ara
sokaktan pastaneye doğru yürüdüğünü fark ettim. Pastanenin kapısında karşıladım
onu. Öpüşmek üzere yanağını uzatması kaygılarımın uçup gitmesini sağlamaya
yetti. İçeri girdik, köşede boş bir masaya oturduk.
Üzerinde mavi, iri çiçekleri olan çok şık bir elbise vardı.
Süründüğü koku, o güne kadar burnumun tanık olduğu en güzel kokuydu. Makyajı
hiç abartılı değildi. Ne yandan baksan görgülü, kültürlü ve varlıklı görünen
bir havası vardı. Gülümseyerek bakıyordu gözlerime. Her şey ona o kadar
yakışıyordu ki. Bir süre ikimiz de bir şey söylemeksizin bakıştık. “Tanrım! Ne
kadar şanlıyım ben. Bu güzel kadını hak etmek için kimi dardan çekip kurtardım,
kime can suyu sundum, nasıl bir sevap işledim ki?”
Garsona siparişlerimizi verdik. Beklerken gülümseyerek gözlerime
bakıp; “Ben sana her şeyimi anlattım, şimdi de anlatma sırası sende. Bana
kendinden söz et. Nerelisin? Ailen nasıl? Kardeşlerin, arkadaşların, okulun?
Yani seninle ilgili her şeyi bilmek istiyorum.” dedi. Bu sözleri kalbimi,
ruhumu havalara uçurmağa yetti de arttı. Sesimin en yumuşak tonuyla, bir saate
yakın bir süre, onun sormadığı konuları da anlattım. Bu arada garsona yeni
siparişlerimiz oldu. Bana çok çabuk geçmiş gibi gelen iki saati aşkın bir
sürenin sonunda Gülşen; “Bir akrabama daha uğrayacağım, artık kalkmamız gerek.”
diyerek ayağa fırladı. Bir öğrenci için hiçte küçümsenemeyecek bir hesap
ödeyerek pastaneden çıktık.
“Sokağın ilerisindeki fotoğrafçıda resimlerim var, bugün
verecekti. İstersen birlikte yürüyelim, sonra ayrılırız.” Dedi. Yürürken;
“Yarın nasılsa Cumartesi. İşe gitmiyorum. Daha erken buluşabiliriz. Ne dersin?
Öyleden önce buluşalım mı?” Sorumu,
tatlı ve biraz da çapkın bir gülümseme ile yanıtladı. “Benimle birlikte olmayı
çok mu istiyorsun? Yarın çarşıya çıkacaktım zaten. İstersen birlikte çıkarız.”
Sevincimi belli etmemeye çalıştım. Daha o andan başlayarak, yarınki
beraberliğimizin hayalini kurarken, kapısının üstünde –Foto Şahin- yazan
fotoğrafçı dükkanından içeri girdik.
Birisi büyütülüp çerçevelenmiş, gerisi de bir zarfın içinde olan
resimleri fotoğrafçı Gülşen’e uzattı. Borcunun yirmi tl. olduğunu öğrenir
öğrenmez Gülşen’in ödemesine fırsat bırakmadan çıkarıp ödedim. Foto Şahinden
çıktık, yine gülümseyen zeytin yeşili gözleriyle gözlerime baktı, içimi yaktı,
gönlüme aktı, içten bir yanak öpücüğüyle ayrıldık.
Akşam Arkadaşım Turan’a, başıma gelen bu harikulade olayı
başından sonuna kadar, coşku içinde anlattım. Şaşkınlıkla, merakla ve gözleri
parlayarak dinledi beni. Aslında kadın, kız konularında oldukça şanslı ve
yetenekli olduğumu söyledi. Daha başka hoş sözler de söyledi. Egomu bir hayli
kabarttı. Kendimle gurur duymağa başladım. “Bu güzeller güzeli yengemizi ne
zaman benimle tanıştırmayı düşünüyorsun acaba?” diye kinayeli biçimde
soracağını bekliyordum. Nitekim sordu.
-Ne zaman tanışdıracaksın beni?
-Elbet onun da sırası gelecek. Sana bunun çok uzun sürmeyeceğini
söyleyebilirim. Bak bunu ilk defa sana anlattım. Şimdilik kimseye bi şey
söyleme lütfen. Dedim ve konuyu
kapattık.
O gece yine yatağımda geç saatlere kadar müthiş hayaller kurdum.
Hayallerimin odak noktası, bizi kimsenin rahatsız etmeyeceği, istediğimiz zaman
birlikte olabileceğimiz, çılgınlar gibi aşkımızı yaşayabileceğimiz,
sevişebileceğimiz bir mekan sağlamaktı. Öğrenci yurdunda bunun olması olanaksızdı.
Gülşen’in evine gitmek de onun için tehlikeli olabilirdi. Gerçi bana, onun
evinde buluşmamızı düşündürecek hiçbir iması bile olmamıştı ama. Yurttan
ayrılıp bir ev kiralayarak oraya taşınmak bile hayallerim arasındaydı. “Neyse,
işler biraz daha ilerlesin hele, bunu birlikte düşünüp, kararlaştırırız.”
Cumartesi günü saat on bir sularında Ulus Meydanındaki Akman Pastanesinde buluştuk. Birer dondurma
yedikten sonra Anafartalar caddesine yöneldik.
Cadde boyu birkaç mağazaya girip çıktıktan sonra, şimdi ismini
hatırlayamadığım ünlü bir ayakkabı mağazasına girdik. Gülşen bir yığın
ayakkabıyı giyip çıkardıktan sonra birinde karar kıldı. Yüz on lira olan
ayakkabıyı sıkı bir pazarlıkla doksan liraya indirdi. Yanımda yüz elli lira
kadar param vardı. Ayakkabının parasını ona verdirecek değildim herhalde.
Sevdiğim kadın için değil doksan, yüz doksan da helal olsun. Parayı ödedim.
Mağazadan ayrılmak üzereyken çıkışta vitrindeki çantayı göstererek; “Aaa! Uzun
zamandır hayalini kurduğum çanta bu. Almazsam uyku uyuyamam.” Diyerek tekrar
içeri yöneldi. Tezgahtar, Gülşen’in çantayı taksitle almak istediğini öğrenince
pazarlık yapmadı. Yüz atmış liraya, altı taksitte ödenmek üzere çantayı aldık.
Peşinatı olan yirmi beş lirayı da ödedim. Kalanına da kefil oldum, mağazadan
ayrıldık. Vakit öylen olmuştu. Yine Anafartalar Caddesinde bir restorana girip
yemek yedik. Paramın kalanını da orada yemeğe ödedim. Artık sadece yol parasına
yetecek kadar param kaldı. Şükür ki yeni bir alış veriş daha yapmadı. O semtte
oturduğundan söz ettiği teyzesini ziyarete gideceğini söyledi. Ertesi gün için yine randevulaştık ve saat üç
sularında ayrıldık.
Pazar günkü buluşmamızda Gülşen’i Atatürk Orman Çiftliğine
götürmeyi düşünüyordum. Orada ona, sürprizimi açıklayacağım. Kimselerin bizi
rahatsız edemeyeceği arkadaşımın evine gitmeyi teklif edeceğim. Buna çok
sevineceğinden eminim. Eğer orda da rahat edemezsek ben de arkadaşım gibi bir
eve çıkarım. Evi dayayıp döşemem gerekmez. Bir somya, bir masa, iki sandalye
yeter de artar bile. Kirası da 250 tl. yi geçmemeli.
Akşam olmadan fakülteden sınıf arkadaşım olan Naci’yi bulmam
gerekiyordu. Naci Sıhiye’nin arka sokaklarında, bir apartmanın bodrum katında
bir arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Önümüzdeki hafta içinde, onun için uygun
olan bir günde birkaç saatliliğine evin anahtarını istemeyi planlıyordum. Önce,
Maltepe’de onun sıkça gittiği kahveye uğradım, orada yoktu. Oradan evine
yollandım. Kapıyı birkaç kez çaldım ses seda yoktu. Sokağın karşı sırasındaki
kahvehanede, evin kapısını görebileceğim bir konumda bir sandalye çekip
oturdum.
Yarım saate yakın bir süre sora, elinde birkaç kitapla Naci
geldi. yerimden fırlayıp, içeri girerken yetiştim. El sıkıştık, içeri buyur
etti. Pabuçlarımızı kapının arkasında
bırakıp birlikte içeri girdik. Okuldan, derslerden, hocalardan söz ettik.
Kız arkadaşına getirdim lafı. Sık sık buraya geldiğini, ciddi,
güzel, mutlu bir beraberlikleri olduğunu söyledi.
-Benim de güzel bir kız arkadaşım var. Ama el ele tutuşmaktan
öte bir yakınlığımız olmuyo. Bu durumdan ikimiz de mutlu değilik.
-Neden daha ötesi olmuyo? İkiniz de isdedikden sona. Kim engel
oluyo ki? Ya da neden çekiniyonuz ki?
-Kimse engel olmuyo, kimseden çekindiğimiz de yok da, sokak
ortasında sarılacak, öpüşecek halimiz yok ki gardaşım.
-Haa! Şimdi anladım, sen benden evi vermemi isdiyon, onun için
geldin.
-Öyle değil be Naci de, valla ocağına düşdüm. Evde olmadığınız
bir gün, birkaç saatliğine bana anahtarı verebilirsen bu iyiliğini hiç unutmam.
O zaman dile benden ne dilersen. Evi bıraktığından daha temiz, daha derli toplu
teslim ederim emin ol.
Sonuçta Naci, önümüzdeki haftanın Perşembe günü, saat bir ile üç
arası evi kullanmama izin verdi. “Yalınız, girip çıkarken dikkatli olun,
kimsenin olmadığı zamanı kollayın. Laf söz olmasın. Sana yedek anahtarı
vereyim. İşiniz bittiğinde anahtarı sana göstereceğim yere bırakırsın.” Kalkıp
Naci’nin boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. Sevincimi belli etmemek
için, gereksiz kalkıp lavaboya gittim. Lavabodan dönüşte de; “O zaman ben izin
isteyim. Bu müjdeyi Gülşen’e hemen vermem lazım.” Diyerek ayaklandım. Naci
kitaplık rafındaki bir kutudan aldığı anahtarı bana verdi. Dışarı çıktık. Bahçe
duvarındaki bir kovuğu gösterdi; “İşin bitince anahtarı buraya koyarsın, tamam
mı?” Öpüşüp Naci’den ayrıldım.
Pazar sabahı Gülşen’le dikimevi pastanesinde buluştuk.
Pastanedeki kahvaltı sırasında ona, “ Bugün Atatürk Orman Çiftliğine gidelim
mi? Daha önce hiç gitmiş miydin? Ben bir kere gittim, ama tam olarak gezdiğim
söylenemez.” Dedim. O da; “Ben hiç gitmedim. Doğrusu görmeyi isterim, çok iyi
olur.” Dedi. Pastaneden ayrıldıktan sonra Cebeci Tren İstasyonuna indik. Kısa
bir süre sonra trendeydik.
Çitlikte hayvanat bahçesini gezdik. Yürümekten yoruldukça
ağaçların altındaki banklarda oturduk, iki fıkra anlattı gülüştük. Ötemizdeki
bankta bir oğlanla sevgilisi kollarını birbirinin boynuna dalamış olarak
oturuyorlardı. Bu sahneden aldığım cesaretle bende kolumu Gülşen’in boynuna
attım. Tepki vermeyince de sarılıp biraz daha kendime çektim. Daha fazlasına
cesaretim yetmedi. Perşembe günü bir arkadaşımın evini ayarladığımı, orda baş
başa kalmayı çok arzuladığımı söyledim. Önce gelemeyeceğini, bunun daha sonraki
bir zamanda olabileceğini söyledi. Evi bulmamın çok zor olduğunu, belki de
mümkün olmayacağını söyleyerek ısrar ettim, kabul etmesi için kırk dereden su
getirdim, hatta yalvardım. Sonuçta kabul etti. Sevinçten sarılıp, dudağından
öpmeye cesaretim yetmediğinden, yanaklarından öptüm. “Perşembe olması iyi oldu.
Bende bu arada Eskişehir’e anneme gider iki gece kalır dönerim.” Dedi. Oturduğumuz
banktan kalkarken ben Perşembenin hayalini kurmağa başlamıştım bile.
Öyle yemeğini Çiftlik Restoranda yedik. Yine oradaki kahvede
çaylarımızı içtik. Atatürk köşkünü, yüzme havuzunu, çiftliğin gezilecek başka
yerlerini gezdik. İkindi vakti istasyon bölgesine döndük. Birer de çiftlik
dondurması yedikten sonra trenimize bindik.
Pazar akşamları yurtta, oda sakinleri saat on’dan itibaren bir
araya gelir, zamanımızı gece yarısına dek gırgır ve şamata ile geçirirdik.
Herkes hafta içinde karşılaştığı ilginç konuları anlatır ya da çeşitli konuları
tartışırdık. O akşam, daha gırgır başlar başlamaz Turan benim maceramı ortaya
yumurtladı. Ne kadar istemesem de beş oda arkadaşımın hepsi birden anlatmam
için üzerime çullandılar. Aslında başarımı, yeteneğimi, cazibemi sergileyip
popülaritemi yüceltmeyi istemiyor
değildim içten içe. Ayrıntılara fazla girmeden nasıl tanıştığımızı, kadının ne
kadar güzel olduğunu, el ele, göz göze gezmelerimizi, ona aldığım hediyeleri
anlatmağa başladım. Herkesin ağzının suyu akarak, beni can kulağıyla
dinlediğinden emindim. Bir ara, adı Ümit olan, ama herkesin ‘Pala’ diye
ünlediği hukuk öğrencisi arkadaşımız;
-Bi Dakka, bi Dakka! Sen bu kadınla Mamak otobüsünde
karşılaştın. Hafif balıketinde, orta boylu, gözleri koyu yeşil demiştin değil
mi? Yüzünde, kulağının altında siyah bi ben var mıydı?
Gülşen’in yüzünü gözümün önünde hayalettim. Gerçekten de, tam da
Pala’nın dediği yerde, yüzünün güzelliğini bir kat daha artıran siyah bir ben
vardı. Ama Pala nasıl bilebilirdi ki bunu?
-Oğlum sen kadını benim yanımda nerde gördün ki de bunu biliyon?
Yoksa işkembeyi kübradan atıyon mu?”
-Peki ellerini tuttuğuna göre sorabilir miyim, sağ el
başparmağının üstünde mercimek gibi guccük bir siğil var mıydı?
Çitlikte bankta otururken iki elini de avucumun içine almış,
birkaç kez dudağıma götürmüştüm. O ara parmağının üstündeki siğili fark ederek,
isterse onu yok ettirebileceğini söylemiştim. Şaşkınlığım artmış olarak;
-Bu olanaksız, nasıl olur, bu dediğin de doğru.
Odadakiler merak içinde bir bana, bir Palaya bakıp diyaloğumuzun
sonunun nereye varacağını merak içinde bekliyorlardı.
-Dur hele, pastanelerde, lokantalarda, alışverişlerde parayı hep
sana ödetmedi işallah? Allah bilir, satın aldığı eşyalara kefil de olmamışındır.
Bunları da yapdın deği mi?
-Doğru söylüyon, yahu gardaşım, sen ajan mısın, casus musun işi
gucü bırakıp bizi mi izledin, bütün bunnarı nerden biliyon Allaaşgına?
Alış veriş için seni Anafartala’a gotürdü, doğru mu? Yemekden soğna
da seni bırakıp, Gale’de oturan halasına getdi. En son olarakdan da evde buluşma teklifini
gabul etti, değel mi?
-Vallaha bu dedikleriyin hepsi doğru, doğru olmasına da senin
bunları nasıl bildiğine akıl, sır erdirmediğim de doğru. Bu işin içinde bi iş
var emme ben içinden çıkamıyom.
-Dahasını da söyleyim mi? Adı Gulşen. Gocası ağır vasıta şoforu.
Eve gotüreceğin gun buluşmaya da gelmiyecek, goreceksin.
Lan oğlum, sen bu gadınla gorüşüyon mu? Bütün bu söylediklerini
nerden biliyon? Beni çıldırtma, bunun bi açıklaması olması lazım.
Turan araya girdi. “Ulan man gafa, hala anlamadın mı? Pala
gadını tanıyo. Sana yapdığı numarayı başkalarına da yapmış belikli. Umut da
bunu biliyo. Öyle mi Pala?”
-Başgalarını bilemem emme bu aynı numarayı bana da çekdi. Harcadıklarımın
dışında 550 lira da taksit borcunu ödüyom şimdi. Kefil oldum çünkü.
Utandığımdan kimselere söylüyemediydim. Bu gadın çaylak avcısı oğlum, o
belediye otobüsünde bizim gibi enayi çaylakları avlıyo. Olaydan daha önce
haberim olsaydı bu avanak Avni de av olmazdı.
Perşembe günü randevu saatinden önce buluşma yerindeydim. Oda
arkadaşım Pala içime büyük kuşkular
salmıştı. Ona inanmakla inanmamak arasında sıkışıp kalmıştım. Buluşma saati
geldi, on dakika geçti, yarım saat geçti, iki saat geçti. Yaprakları yolunmuş
bir ağaç gibi öylece dikilip kalmıştım buluşma yerinde. Giderek azalıp
tükenmeye yüz tutmuş bir ümitle bekledim, bekledim. Civarlarda bir tur atıp
tekrar döndüm. Gülşen’den eser yoktu. İçimdeki son ümit kıvılcımı da sönmüştü.
Arkadaşım Palanın söyledikleri doğruydu galiba. Ben de onun akıbetine uğramış,
Gülşen’in avı olmuştum. Güneş batarken, ilk fırsatta Palanın öyküsünü de
ayrıntılı bir biçimde dinlemek arzusuyla ve dünyanın en bahtsız insanı olarak
oradan ayrıldım.