HATİCE’NİN ÖYKÜSÜ
4
Urfa’nın bir köyünden, kan davası yüzünden kaçıp gelen
Seyit ile karısı Güllü, komşu köy olan Söğütlü köyüne sığınmışlardı. Bir
çoban’a da gereksinimi olan köylüler Seyit ve karısını sahiplenip köye
yerleşmelerine yardımcı oldular. Köyün üst başında onlar için, el birliği ile
iki göz bir ev ve yanına küçük bir ahır yaptılar. Seyit çoban olarak, karısı
Güllü de varsılların evlerinde işlerine yardımcı olarak yeni yaşamlarını
sürdürmeğe başladılar. Söğütlüye yerleşmelerinin üzerinden altı ay geçmişti ki
Güllü ilk çocuğunu doğurdu. Bu, tosuncuk bir oğlandı. Seyit ona babasının adı olan Ömer’i uygun
gördü. Bir yılı henüz bir ay geçmişti ki Güllü ikinci çocuğunu doğurdu. Bu da
nur topu gibi bir kızdı. Onun adını da Hatice koydular.
İlk yıllarda Seyidin çobanlıktan kazandığı para ve
Güllünün ev hizmetlerinden sağladığı erzak, giyecek vb. ile iyi kötü geçinip
gidiyorlardı. Gülünün hizmet ettiği varsıl bir ailenin verdiği dişi bir dana
büyümüş, yavrulamış yeterli olmasa da süt yoğurt gereksinimlerini karşılıyordu.
Ama çocuklar büyüdükçe geçim sıkıntıları da artmağa başladı. Ankara’ya
çalışmağa gidenlerin daha çok kazandıklarını, dönüşlerinde onlardan sık, sık
dinliyordu Seyit. Kendisi de Ankara’ya gidip çalışmaya karar verdi. Köye dönüp,
bir süre evinde kaldıktan sonra tekrar Ankara’ya giden Kara Hasanın yanına
takılıp yola düştü. On gün kadar sonra gelen mektubunda, büyük bir inşaatta işe
başladığını yazdırmıştı Seyit.
Çocuklar, diş kapı girişinin olduğu, oturdukları
bölümde, aynı yatakta yatıyorlardı. Evde anne, babalarının yattığı, öteki
bölümdeki yataktan başka yatak yoktu zaten. Güllü işe giderken çocukları da
yanında götürüyordu. Ömer ve Hatice annelerinin çalıştığı evin kötürüm’lerini
(Hastalıklı ya da sakat olup, sürüyle gidemeyen koyun, kuzu, keçi, oğlak gibi
hayvanlara ‘kötürüm’ denir) köyün
civarındaki otlaklarda otlatarak hem bir işin ucundan tutmuş oluyorlar hem de
günlerini birlikte geçiriyorlardı.
Ömer ile Hatice birbirlerini çok seviyordu. Birkaç
saatlik ayrılıkları bile onları mutsuz, huzursuz ve tedirgin ediyordu. Köyün
çocukları ile fazla bir ilgileri yoktu. Zaten diğer çocuklar bunları pek de
aralarına almak, onlarla oynamak istemiyorlardı. Köyde okul da olmadığından,
özellikle kış aylarında çocukların oynamak için bolca zamanları oluyordu. Ömer
ve Hatice birkaç kez o çocuklarla birlikte oynamaya kalkışmışlar,
aşağılandıklarını hissedince bir daha katılmamayı yeğlemişlerdi. Kendi
aralarında oynamaktan sıkılmıyorlardı. Hatta bundan büyük zevk duyuyorlardı.
Ömer, evin ufak tefek yapı, tamirat işleriyle ineğim bakımını, Hatice de anne
yokken evin derlenip toplanması görevini iyi kötü yerine getiriyordu.
Seyit, olağanüstü bir çabanın sonunda okuma yazmayı
öğrenmişti. Çalıştığı firmada kalfa konumuna yükselmiş, iş yükü az da olsa
hafiflemiş, kazancı ise bir miktar artmıştı.
Düzenli olarak evine, kazandığı paranın önemli bir kısmını gönderiyordu.
Senede en çok iki kez, izin alarak kendisi de geliyordu. Gelirken asla eli boş
gelmezdi Seyit. Karısına ve çocuklara
başta giysiler olmak üzere çeşitli hediyelerle gelirdi. En çok on gün
kalabiliyordu ailesiyle. Günlerce karısına ve çocuklara Ankara’yı, çalıştığı
firmayı, patronunu, arkadaşlarını anlatırdı. Bir gün onları alıp Ankara’ya
göçebilecekleri hayallerinden söz ederdi.
Karısı da, çocuklar da Seyit varken zamanın nasıl geçtiğini bilemeden
dönüş günü gelip çatardı.
Ömer on beşine, Hatice de on dördüne basmışlardı. Hala
aynı yatakta yatıyorlardı. Kışın soğuk günlerinde birbirlerine iyice sarılmadan
uyumuyorlardı. Ömer de Emine de ergenlik çağına girmişlerdi. Emine’nin memeleri
hafiften büyümeye başlamıştı. İkisinin de rüyalarında cinsel temalar yer
alıyordu artık. Gece yatağa girdiklerinde ikisinin de içinde birbirlerine
sarılma, öpme, okşama arzusu uyanıyordu. İkisi de bu yönde ilk davranışı
karşıdan bekliyor gibiydi. Yatak dışında bu duyguyu hatırladıklarında, başta
Ömer olmak üzere utanıyor, adeta irkiliyorlardı. Bir süre bu duyguları
bastırmak için çaba gösterdiler, arzularına direndiler. Bir gece sarılmış
yatarken Ömer’in, Emine’nin göğüsleri üzerinde ki kolu aşağı kaydı. Emine,
abisinin kolunu tutup kaldırdı ve avucu memesinin üstüne gelecek şekilde koyup
bastırdı. Ömer’in ergenlik duygu ve dürtüleri uyanmış, ayaklanmıştı. Kardeşinin
memelerini okşamağa başladı. Emine abisine daha bir sıkı sarılıp önce onu
dudağından öptü, sonra dudaklarını onun dudaklarına yapıştırdı. Alt alta, üst
üste dakikalarca seviştiler. Birbirlerinin okşanmadık yerlerini bırakmadılar.
Yorgun ve mutlu bir şekilde uyudular.
Takip eden günlerde ikisi de birbirlerine sarılıp
öpüşmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Bunun için yeterince uygun
zamanları ve mekanları vardı. Gerekçe ne olursa olsun birbirlerinden ayrılmak
istemiyorlardı. Geceleri daha heyecanlı, daha bir arzulu sevişiyorlardı.
Sarılma, öpüşme ve okşamalarla sınırlı sevişmeleri birkaç hafta sürdü. Bir
gece, iradesine yenik düşen, arzularını denetleyemeyen, frenleyemeyen Ömer
kardeşine sahip oldu. Emine buna asla karşı çıkmadı. Hatta bu onu daha da mutlu
etmişti. Abisine daha bir tutkuyla sarılıp, öptü. İkisinin de gözlerinden
mutlulukları adeta fışkırıyordu.
İkisi de henüz çocuktu. Gelecekte neler olacağı, hangi
zorluklarla karşılaşacakları, nelere göğüs germek zorunda kalacakları
akıllarından bile geçmiyordu. Toplumun değerlerinden, yargılarından, gelenek ve
göreneklerden ne bir bilgileri vardı, ne de bu alanda bir düşünceleri. Yaşamın
hep böyle tozpembe geçeceğini, hiçbir sorunla karşılaşmayacaklarını
sanıyorlardı. Daha doğrusu hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye aldırış etmeden
günlerini arzu ettikleri gibi bir sevginin sarmalında mutlu yaşıyorlardı.
Mutluluklarının kimselere bir zararı yoktu. Zaten nasıl olsa kimseler
duymayacak, bilmeyecekti. Öyle ya, kendileri kimseye söylemedikten sonra nasıl
bilebilirlerdi ki? Bu yüzden sevgilerini, birlikteliklerini sonsuza kadar
sürdüreceklerini sanıyorlardı.
Ömer on yedisinin içinde, Hatice de on altısına
basmıştı. Yaklaşık iki yıldan beri sessizce mutlu yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Ömer gelecekte olabilecekleri az çok kavramağa başlamıştı. Çok daha dikkatli ve
temkinli olmaları gerektiğini düşünüyordu. Hatice’den birazcık uzak durmak
istediyse de Hatice buna fırsat vermedi. Çeşitli yolarla abisini kendine
çekmeyi başarıyordu. Ömer, kardeşine ilerde neler olabileceğini anlatmağa
çalıştı birkaç kez. Hatice’nin aklı ya basmıyor, ya da bunların olma
olasılığını yok sayıyordu. Abisinin endişelerini çok anlamsız buluyordu. Hele
de çevrenin değer yargılarından, onlara hangi gözle bakacaklarından asla endişe
duymuyordu. Çünkü birilerinin duymasının, bilmesinin mümkün olabileceğini
düşünemiyordu. Böylece, ne zaman, nerede tökezleyeceği bilinmeyen bu sağlıksız
ilişki sürüp gidiyordu.
Hatice, başında esen kavak yelleri ve gönlünde abisine
duyduğu sevda ile on altı yaşının baharını coşku içinde sürdürüyordu. Köyde iş
yoğunluğunun arttığı mayıs ayının ortalarında bir çapa işinde çalışırken başı
döndü, midesi bulandı, çapa elinden düştü. Bahçenin bir köşesindeki çardağa
taşıdılar. Hatice bir şeyi olmadığını, birazcık dinlenirse bir şeyinin
kalmayacağını söyleyince herkes onu bırakıp işine döndü. Gerçekten de on, on
beş dakika kadar dinlenip kendini iyi hissedince o da çapasını alıp yeniden
işine koyuldu. Birkaç gün sonra aynı rahatsızlığı tekrarlandı. İzleyen birkaç
hafta sonra bu rahatsızlıkları bitti ve unutuldu. Kimseciklerin de bu
rahatsızlığa farklı yorumlar üretmek akıllarının köşesinden geçmedi. Bu sıralar
Hatice’nin bedeninde de dikkatini çeken değişmeler oluyordu. Göğüsleri
normalden hızlı büyüyor, bazı yiyeceklere karşı aşırı istek duyuyordu.
Hamilelik konusunda azıcık ta olsa bir bilgisi yoktu. Bu yüzden hamile
olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu. Böyle olunca da yaşamının akışında
karşılaştığı ufak, tefek bu değişimleri umursamıyordu.
Hatice’nin kayıtsızlığı da, mutluluğu da uzun sürmedi.
Karnı büyümeğe başladı. İlk kez hamile olabileceği aklına geldi. Çok korktu.
Eğer aklından geçen gerçekse buna engel olması gerektiğini düşündü. Hamile ise
bunun öğrenilmesinin, duyulmasının her şeyin sonu olacağını düşündü. Düşündüğü
şeyi abisine açtı. Ömer önceleri inanmadı böyle bir durumla karşılaşacaklarına.
Ama günler geçtikçe o da Hatice’deki değişikliği fark etti. Zaten bebek de
annesinin karnında rahat durmuyor, zaman, zaman tekmeliyordu. Birlikte, bu
çıkmazdan kurtulmanın bir yolunu düşünmeğe, bir çıkış aramağa yoğunlaştılar.
Kimselere bir şey söyleyecek, kimseden yardım isteyecek durumda değillerdi. Bu
büyük beladan kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Ama yoktu.
Artık abisine sarılıp mutlu anlar yaşamak yerine,
sarılıp ağlamak olmuştu Hatice’nin kaderi. Geceleri uyku uyuyamıyordu. Sevişme
arzusu tümden yok olmuştu. ‘Çocuk düşürmek’ diye bir şeyler duymuştu ama bunun
nasıl olacağı konusunda zerrecik fikri, bilgisi yoktu. Birilerinin yardımına
gereksinimi vardı. Bu da asla olabilecek bir şey değildi. Kimselerin bilmesini
istemiyordu. Çaresizlik omuzlarına öyle bir çökmüştü ki feleği şaşmıştı
Hatice’nin. Aklından geçen tek kurtuluş yolu ölümdü. Ama bunu nasıl yapacaktı?
Bu düşüncesinden Ömer’in haberi olsun istemedi. Abisinin yaşamasını, mutlu bir
geleceğinin olmasını istiyordu. Abisi, ölmesine bir süre üzülse de sonunda
unutacağını düşünüyordu. Ölmenin en kolay yolu olarak ta evde ya da dışarıda
bir yerlerde kendini bir ağaca asmaktı ona göre. Emine bu fikrinin en doğru
karar olup olmadığını günlerce düşündü. Sonunda kesin kararını verdi. Bunu
gerçekleştirecekti. Uygulamak için en uygun konumu da belirledi. Köyün dışında,
gözlerden uzakta bir ağaca kendini asacaktı.
Ömer
kardeşinin davranışlarından endişe duymağa başladı. Yapması gereken hiçbir işi
doğru şekilde yapamıyordu. Kedine güveni tam anlamıyla dibe vurmuştu. Eskiden
içtikleri su bile ayrı gitmeyen Hatice şimdi abisine tek kelime
söylemiyordu. Ortalıkta ölü gibi
dolaşıyordu. Ömer, Hatice’nin kendini öldürmeğe
karar vermiş olabileceğini düşündü. Beraber olmadıkları zamanlarda,
uzaktan uzağa onu izlemesi gerektiğine karar verdi. Nitekim verdiği kararın
doğru olduğunu iki gün sonra gördü.
Hatice
babasının artık kullanmadığı dokuma kuşağını beline sarıp, abisine, biraz hava
almak istediğini söyleyerek evden ayrıldı. Köyün üst tarafında, köye uğramayan
patikayı izleyerek evden uzaklaştı. Abisinin izlediğinden habersiz belirlediği
ağacın yolunu tuttu. Kimseler bir şey öğrenmeden bebekten kurtulacaktı. Böylece
ne anası, ne babası nede abisi kötü durumlara düşmeyeceklerdi. El alemin yüzene
bakabileceklerdi. Kimse onların suratına, kızlarının abisinden çocuk
peydahladığını haykıramayacaktı. Anne babasının, özellikle de Ömer’in huzur ve
mutluluk içinde yaşamını sürdürmesi için gerekirse bin kere ölmeğe hazırdı. Bu
düşüncelerle kendini asmak için kararlaştırdığı ağacın dibine geldi. kuşağı,
kafasından geçireceği biçimde ilmek yapıp ağacın dalına doladı. Üzerine
çıkacağı taşı ayarladı. Taşın üzerine çıkıp boynuna ip yerine kullandığı kuşağı
geçirmek üzereydi ki abisinin haykırışıyla irkildi; “Hatca, sakın yapma.
Öleceksek birlikde ölek. Beni goyup getme. Biliyodum böyle bi şey yapacağanı.”
Ömer bunları söylerken var gücüyle de koşarak, kuşağı boynuna geçirmeden
Hatice’ye kavuştu. Onu sertçe itti. Hatice yere yuvarlandı. Ömer onu yerden kaldırıp ona sımsıkı sarıldı.
Ağacın altına oturup, bir süre hiçbir şey konuşmadan, sessizce ağladılar. Sonra
birlikte evlerine döndüler.
Ama büyük
sorun hala orta yerde duruyordu. Ömer’in yaşamlarına birlikte son verme planına
Hatice şiddetle karşı çıkıyordu. Bir süredir kızındaki değişikliği hisseden
Güllü bir akşam kızını yanına çağırıp, neler olduğunu, karnının neden
şiştiğini, hasta olup olmadığını sordu. Hatice kaçamak yanıtlarla o günkü
sorgulamayı savuşturdu. Bir hafta kadar sonra Güllü kızını tekrar karşısına
aldı; “canım gızım sende bi hallar var. Ağer (eğer) hasda dağalsen garnın niye şişiyo böyle?
Sayıdan(sahiden) ağrıyan, acıyan bi yerin yok mu?” birden aklına kızının hamile
olabileceği geldi, korkuyla irkildi.
Sanki birileri varmış ta duyabileceklermiş gibi alçak bir sesle; “Gız
yoğusa sen gebe misin? Bana doğruyu söyle, geberesice. Biriynen düşüp galkdın
mı? Varısa biri bilmem ilazım.” Hatice ne diyeceğini bilmiyordu. Sustu. Annesi
ne dediyse, ne yaptıysa fayda etmedi. Kızının ağzından tek kelime alamadı.
Hatice ağabeyiyle seviştiğini, çocuğun babasının o olduğunu nasıl
söyleyebilirdi ki? Kısa bir süre sonra da kızının hamile olduğuna Güllü’nün
kuşkusu kalmadı. Bir çaresine bakması için kızını doktora götürmeye karar
verdi. Hatice bütün gücüyle gitmemekte direndiyse de annesini kararından döndüremedi.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, ikisi birlikte şehrin yolunu tuttular.
Şehir yaya
olarak iki saatlik uzaklıktaydı. Hatice hala gitmemekte ısrara ediyor, annesine
boyuna yalvarıyordu. Doktor da olsa başkalarının bilmesini, hem kendisi, hem de
abisi için büyük bir yıkım olarak algılıyordu. O yüzden de ölmeyi tek kurtuluş
olarak görmeğe devam ediyordu. Güllü bakışlarından, davranışlarından kızının
canına kıyabileceğini hissediyordu. Neredeyse yol boyunca Hatice’nin elini
bırakmadı. Yolu yarıladıklarında bir subaşındaki kavakların gölgesinde oturup
dinlenme molası verdiler. Güllü kızına olup bitenleri anlatması için yalvardı,
çırpındı, gözyaşı döktü, nafile.
Hatice’nin sessizce ağlamaktan başka bir yanıtı olmadı.
Hastaneye
vardıklarında gün hayli ilerlemiş, doktorlar vizitelerini bitirip muayenelerine
başlamışlardı. Sorarak Güllü kadın doğum doktorunun muayene odasını buldu. Bir
süre sonra da kızının elinden tutup doktorun karşısına çıktı. Doktor Hatice’yi
muayene etti, altı aylık hamile olduğunu, bebeğin son derece sağlıklı
göründüğünü söyledi. Güllü birkaç kez yutkunduktan sonra bu bebeği aldırtmak
istediklerini, ederi, gideri neyse karşılamağa hazır olduğunu söyledi. İki gözü
iki çeşme; “Dokdurum, gulun gurbanın oluyum. Bu bebek doğarsa biz perişan
oluruk. Söylemesi ayıp, senden saklamanın manası yok, bebeğin babasını
bilmiyok. Ne etdimse, ne söyledimse gızıma laf geçiremedim. Bebeğen kimden
olduğunu söyledemedim. Bebek duyulursa gapıdan dışarı çıhamam. Hepimiz gapında
kole oluruk, yeterki bize çare ol. Bizi bu dertden kurtar.” Doktor dilinin
döndüğünce yapabileceği bir şey olmadığını anlatmağa çalıştı. Altı aylık
bebeğin alınmasının hem ahlaken, hem de tıbben hiçbir biçimde mümkün olmadığını
söyleyerek Güllüyle kızını adeta odasından kovdu. Kolu kanadı kırık, içi kan
ağlayarak Hatice’nin elinden tutup tekrar köye döndü Güllü.
Eşini dört
yıl önce bilinmeyen bir hastalık sonucu kaybeden Yayık Keziban, on sekiz yaşına
basmış olan oğlu Erkan’a Hatice’yi istemiş, Hatice’nin şiddetle karşı çıkması
üzerine Güllü Yayığı eli boş çevirmişti. Doktorun söylediklerinden sonra her
şey değişmişti. Tek çare Hatice’yi vakit kaybetmeden birisiyle baş göz etmekti.
Güllü el altından Yayık Keziban’a haber salıp kızının gönlünü yaptığını,
istemeye gelirlerse kızı vereceğini duyurdu. Bu haberi alan Yayık soluğu
Güllü’de aldı. Konuştular, anlaştılar, oracıkta Allahın emri anıldı, Keziban
parmağındaki yüzüğü çıkartıp Hatice’nin parmağına geçirdi. Hatice, gönülsüz
kaynanasının elini öptü. On gün sonra da imam nikahı ile Hatice istemeye,
istemeye Yayık Keziban’ın evine gitti, Erkan’ın karısı oldu.
Erkan, uzun
bir süredir göz koyduğu Hatice’ye kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Evlendikten
bir, iki hafta kadar sonra eşinin hamile olduğunu öğrenen Erkan’ın buna tepkisi
çok sert olmadı. Hatice’ye duyduğu sevgi, bebeğini kabullenebilecek kadar
büyüktü. Ama babasının kim olduğunu bilmek de hakkıydı. Bunun için Hatice’yi
defalarca sorgulamasına karşın bir sonuç alamadı. Kocasının sorularına karşı
Hatice susup ağlıyordu sadece. Doğum yaklaştıkça Erkanın mutluluğu üzerinde
kara bulutlar görünmeye başladı.
Başlarda karısı ile ilgili söylentileri fazla umursamayan Erkan, köylüler
tarafından kendisine açıktan açığa yapılan saldırılar ve hakaretler karşısında
duyarsızlığını koruyamaz hale geldi. Bir keresinde köy kahvesinden çıkarken
ardından; “Çıharken dıkgat et, boynuzların gapıya dahılmasın.” Diye laf atan
Deli Kamil’in üzerine atıldı, attığı yumruklardan sonra gırtlağına sarılıp
öldürmeye bile kalkıştı. Kahvedekiler Deli’yi Erkan’ın elinden zor aldılar.
Ardından da, yenilip yutulması zor hakaretler savurarak Serdarı kapı dışarı
ettiler.
Kaynana,
gelininin başkasından hamile olduğun öğrendiğinde başından vurulmuşa döndü.
Dizine vura vura; “Ben bunu nasıl fargetmedim? Bu kotülüğü Erkan’ıma nasıl
yapdım? Yavrımı ataşlara atdım.” diye dövündü. Meraklı komşu kadınlar Haticeyi
yakından görüp, emin olmak için birer, ikişer Yayığın evine damladılar. Yayık
Kezlban ne diyeceğini bilemez bir halde, sersem tavuk gibi başı öne eğik
dolaşıyor, onlara söyleyecek bir çift laf bulamıyordu. Hatice ise avludan
dışarı adım atmamıştı bu eve geldiğinden beri. Evde başka oda olsa, oraya
saklanıp, gelenlerin karşısına da çıkmayacaktı hiç. Gelen kadınlar imalı,
aşağılayıcı bakışlarıyla Hatice’yi süzüyor; “ Gız Keziban gozün aydın. Maşallah
torunun sağlıhlı olacak. Erkan üç ayda baba oluyo. Ne hoş dağal mi?” gibi
sözler diyerek Keziban’ın yarasına tuz, biber ekiyor, onu çileden
çıkartıyorlardı.
Çevrenin
baskısı arttıkça Erkan’ın Hatice’ye karşı davranışları da değişti. Bir süreden
beri eve suratı asık gelen ve her fırsatta Hatice’yi azarlayan Erkan şimdi
bahaneler yaratarak onu kıyasıya dövmeye başladı. Sık, sık bebeğin babasının
kim olduğunu soruyor, yanıt alamadıkça da karısına sille tokat girişiyordu.
Üstüne üstlük kaynanası da oğlunu kışkırtmak için elinden geleni esirgemiyordu.
Zavallı Hatice işittiği hakaret ve azarlamalara ve yediği sopalara sessizce
katlanıyor, gözyaşı döküp oturuyordu. Evden dışarı çıkmak istemediği için
annesini de görmüyordu. Görse bile ona anlatabileceği hiçbir şeyi yoktu. Güllü
de kızının mutsuz olduğunu biliyordu ama içinde yaşadığı cehennemden haberdar
değildi.
Vakit
gelince Hatice, annesi dışında kimsenin yardımı olmadan bir kız dünyaya
getirdi. Bebek sağlıklıydı. Güllü ona ‘Kader’ adını verdi. Kızıyla birlikte
bebeği bir süreliğine kendi evine götürmek istediyse de kaynana buna izin
vermedi. İstemeye gittiğinde kızının hamile olduğunu sakladığı için Güllüye
büyük öfke duyuyordu. Bu yüzden onunla görüşmek istemiyordu. Güllünün, aklına estiği
zaman çat kap kızını görmeye gelmesini de istemediğini yüzüne söyledi. Akşama
kadar kızının başında bekleyen Güllü akşamüstü ağlayarak, sessizce evine döndü.
Bebekten
sonra Serdar’ın Hatice’ye zulmü daha da zamladı. Doğumu üzerinden henüz iki gün
geçmişti ki sudan bir bahaneyle Hatice’yi yerlerde sürükleyerek kıyasıya dövdü.
Artık onu evlerinde görmek istemediğini, piç’ini de alıp defolup gitmesini
haykırdı. Hatice o gece hiç uyumadı. Her yanı ağrıyordu. Gözyaşları sel oldu
aktı sabahlara kadar.
Ortalık ışıyordu. Hatice kararını vermişti.
Henüz herkes uykudayken bebeğini alıp sessizce evden çıktı. Yaya olarak yarım
saate yakın bir mesafedeki ‘Derin yarma’ denilen yere yöneldi. Orası gerçekten
de oldukça derin bir uçurumdu. Bıçak gibi kesilmiş, otuz metre kadar derinliği
olan dimdik bir kayalıktı. Oradan aşağı düşen bir canlının sağ kalma olasılığı
hiç yoktu. Hatice bebeğine sımsıkı sarılmış olarak taşlık patika yoldan Derin
Yarma’ ya ulaştığında ortalık iyice ağarmıştı. Çevre ıssız ve sessizdi. Hatice
yalnızca beynindeki uğultuyu duyuyordu. Uçuruma bir an önce varma isteğinden
başka hiçbir şey yoktu kafasında. Oraya eriştiğinde, çok uzaklardaki tepelerden
güneşin ucu görünmüştü. Doğa uykusundan ağır, ağır uyanırken Hatice, henüz beş
günlük olan bebesiyle birlikte ebedi uykusuna kavuşmağa hazırlanıyordu. Güneşe
doğru dönüp baktığında, doğmakta olan yeni günün ilk pırıltıları gözlerini
kamaştırdı. Uçurumun ucuna geldi, bebeğine baktı, bir anne sıcaklığı ile onu
öptü, daha bir sıkı sarıldığı, bebeğiyle
birlikte kendini, sonsuzluğun huzur dolu kollarına, o engin, o derin boşluğa
bıraktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder