13 Kasım 2015 Cuma


      
                                            


                                                       HATİCE’NİN ÖYKÜSÜ
4
Urfa’nın bir köyünden, kan davası yüzünden kaçıp gelen Seyit ile karısı Güllü, komşu köy olan Söğütlü köyüne sığınmışlardı. Bir çoban’a da gereksinimi olan köylüler Seyit ve karısını sahiplenip köye yerleşmelerine yardımcı oldular. Köyün üst başında onlar için, el birliği ile iki göz bir ev ve yanına küçük bir ahır yaptılar. Seyit çoban olarak, karısı Güllü de varsılların evlerinde işlerine yardımcı olarak yeni yaşamlarını sürdürmeğe başladılar. Söğütlüye yerleşmelerinin üzerinden altı ay geçmişti ki Güllü ilk çocuğunu doğurdu. Bu, tosuncuk bir oğlandı.   Seyit ona babasının adı olan Ömer’i uygun gördü. Bir yılı henüz bir ay geçmişti ki Güllü ikinci çocuğunu doğurdu. Bu da nur topu gibi bir kızdı. Onun adını da Hatice koydular.
İlk yıllarda Seyidin çobanlıktan kazandığı para ve Güllünün ev hizmetlerinden sağladığı erzak, giyecek vb. ile iyi kötü geçinip gidiyorlardı. Gülünün hizmet ettiği varsıl bir ailenin verdiği dişi bir dana büyümüş, yavrulamış yeterli olmasa da süt yoğurt gereksinimlerini karşılıyordu. Ama çocuklar büyüdükçe geçim sıkıntıları da artmağa başladı. Ankara’ya çalışmağa gidenlerin daha çok kazandıklarını, dönüşlerinde onlardan sık, sık dinliyordu Seyit. Kendisi de Ankara’ya gidip çalışmaya karar verdi. Köye dönüp, bir süre evinde kaldıktan sonra tekrar Ankara’ya giden Kara Hasanın yanına takılıp yola düştü. On gün kadar sonra gelen mektubunda, büyük bir inşaatta işe başladığını yazdırmıştı Seyit.
Çocuklar, diş kapı girişinin olduğu, oturdukları bölümde, aynı yatakta yatıyorlardı. Evde anne, babalarının yattığı, öteki bölümdeki yataktan başka yatak yoktu zaten. Güllü işe giderken çocukları da yanında götürüyordu. Ömer ve Hatice annelerinin çalıştığı evin kötürüm’lerini (Hastalıklı ya da sakat olup, sürüyle gidemeyen koyun, kuzu, keçi, oğlak gibi hayvanlara  ‘kötürüm’ denir) köyün civarındaki otlaklarda otlatarak hem bir işin ucundan tutmuş oluyorlar hem de günlerini birlikte geçiriyorlardı.
Ömer ile Hatice birbirlerini çok seviyordu. Birkaç saatlik ayrılıkları bile onları mutsuz, huzursuz ve tedirgin ediyordu. Köyün çocukları ile fazla bir ilgileri yoktu. Zaten diğer çocuklar bunları pek de aralarına almak, onlarla oynamak istemiyorlardı. Köyde okul da olmadığından, özellikle kış aylarında çocukların oynamak için bolca zamanları oluyordu. Ömer ve Hatice birkaç kez o çocuklarla birlikte oynamaya kalkışmışlar, aşağılandıklarını hissedince bir daha katılmamayı yeğlemişlerdi. Kendi aralarında oynamaktan sıkılmıyorlardı. Hatta bundan büyük zevk duyuyorlardı. Ömer, evin ufak tefek yapı, tamirat işleriyle ineğim bakımını, Hatice de anne yokken evin derlenip toplanması görevini iyi kötü yerine getiriyordu.
Seyit, olağanüstü bir çabanın sonunda okuma yazmayı öğrenmişti. Çalıştığı firmada kalfa konumuna yükselmiş, iş yükü az da olsa hafiflemiş, kazancı ise bir miktar artmıştı.  Düzenli olarak evine, kazandığı paranın önemli bir kısmını gönderiyordu. Senede en çok iki kez, izin alarak kendisi de geliyordu. Gelirken asla eli boş gelmezdi Seyit.  Karısına ve çocuklara başta giysiler olmak üzere çeşitli hediyelerle gelirdi. En çok on gün kalabiliyordu ailesiyle. Günlerce karısına ve çocuklara Ankara’yı, çalıştığı firmayı, patronunu, arkadaşlarını anlatırdı. Bir gün onları alıp Ankara’ya göçebilecekleri hayallerinden söz ederdi.  Karısı da, çocuklar da Seyit varken zamanın nasıl geçtiğini bilemeden dönüş günü gelip çatardı.  
Ömer on beşine, Hatice de on dördüne basmışlardı. Hala aynı yatakta yatıyorlardı. Kışın soğuk günlerinde birbirlerine iyice sarılmadan uyumuyorlardı. Ömer de Emine de ergenlik çağına girmişlerdi. Emine’nin memeleri hafiften büyümeye başlamıştı. İkisinin de rüyalarında cinsel temalar yer alıyordu artık. Gece yatağa girdiklerinde ikisinin de içinde birbirlerine sarılma, öpme, okşama arzusu uyanıyordu. İkisi de bu yönde ilk davranışı karşıdan bekliyor gibiydi. Yatak dışında bu duyguyu hatırladıklarında, başta Ömer olmak üzere utanıyor, adeta irkiliyorlardı. Bir süre bu duyguları bastırmak için çaba gösterdiler, arzularına direndiler. Bir gece sarılmış yatarken Ömer’in, Emine’nin göğüsleri üzerinde ki kolu aşağı kaydı. Emine, abisinin kolunu tutup kaldırdı ve avucu memesinin üstüne gelecek şekilde koyup bastırdı. Ömer’in ergenlik duygu ve dürtüleri uyanmış, ayaklanmıştı. Kardeşinin memelerini okşamağa başladı. Emine abisine daha bir sıkı sarılıp önce onu dudağından öptü, sonra dudaklarını onun dudaklarına yapıştırdı. Alt alta, üst üste dakikalarca seviştiler. Birbirlerinin okşanmadık yerlerini bırakmadılar. Yorgun ve mutlu bir şekilde uyudular.
Takip eden günlerde ikisi de birbirlerine sarılıp öpüşmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Bunun için yeterince uygun zamanları ve mekanları vardı. Gerekçe ne olursa olsun birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı. Geceleri daha heyecanlı, daha bir arzulu sevişiyorlardı. Sarılma, öpüşme ve okşamalarla sınırlı sevişmeleri birkaç hafta sürdü. Bir gece, iradesine yenik düşen, arzularını denetleyemeyen, frenleyemeyen Ömer kardeşine sahip oldu. Emine buna asla karşı çıkmadı. Hatta bu onu daha da mutlu etmişti. Abisine daha bir tutkuyla sarılıp, öptü. İkisinin de gözlerinden mutlulukları adeta fışkırıyordu.
İkisi de henüz çocuktu. Gelecekte neler olacağı, hangi zorluklarla karşılaşacakları, nelere göğüs germek zorunda kalacakları akıllarından bile geçmiyordu. Toplumun değerlerinden, yargılarından, gelenek ve göreneklerden ne bir bilgileri vardı, ne de bu alanda bir düşünceleri. Yaşamın hep böyle tozpembe geçeceğini, hiçbir sorunla karşılaşmayacaklarını sanıyorlardı. Daha doğrusu hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye aldırış etmeden günlerini arzu ettikleri gibi bir sevginin sarmalında mutlu yaşıyorlardı. Mutluluklarının kimselere bir zararı yoktu. Zaten nasıl olsa kimseler duymayacak, bilmeyecekti. Öyle ya, kendileri kimseye söylemedikten sonra nasıl bilebilirlerdi ki? Bu yüzden sevgilerini, birlikteliklerini sonsuza kadar sürdüreceklerini sanıyorlardı. 
Ömer on yedisinin içinde, Hatice de on altısına basmıştı. Yaklaşık iki yıldan beri sessizce mutlu yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ömer gelecekte olabilecekleri az çok kavramağa başlamıştı. Çok daha dikkatli ve temkinli olmaları gerektiğini düşünüyordu. Hatice’den birazcık uzak durmak istediyse de Hatice buna fırsat vermedi. Çeşitli yolarla abisini kendine çekmeyi başarıyordu. Ömer, kardeşine ilerde neler olabileceğini anlatmağa çalıştı birkaç kez. Hatice’nin aklı ya basmıyor, ya da bunların olma olasılığını yok sayıyordu. Abisinin endişelerini çok anlamsız buluyordu. Hele de çevrenin değer yargılarından, onlara hangi gözle bakacaklarından asla endişe duymuyordu. Çünkü birilerinin duymasının, bilmesinin mümkün olabileceğini düşünemiyordu. Böylece, ne zaman, nerede tökezleyeceği bilinmeyen bu sağlıksız ilişki sürüp gidiyordu.
Hatice, başında esen kavak yelleri ve gönlünde abisine duyduğu sevda ile on altı yaşının baharını coşku içinde sürdürüyordu. Köyde iş yoğunluğunun arttığı mayıs ayının ortalarında bir çapa işinde çalışırken başı döndü, midesi bulandı, çapa elinden düştü. Bahçenin bir köşesindeki çardağa taşıdılar. Hatice bir şeyi olmadığını, birazcık dinlenirse bir şeyinin kalmayacağını söyleyince herkes onu bırakıp işine döndü. Gerçekten de on, on beş dakika kadar dinlenip kendini iyi hissedince o da çapasını alıp yeniden işine koyuldu. Birkaç gün sonra aynı rahatsızlığı tekrarlandı. İzleyen birkaç hafta sonra bu rahatsızlıkları bitti ve unutuldu. Kimseciklerin de bu rahatsızlığa farklı yorumlar üretmek akıllarının köşesinden geçmedi. Bu sıralar Hatice’nin bedeninde de dikkatini çeken değişmeler oluyordu. Göğüsleri normalden hızlı büyüyor, bazı yiyeceklere karşı aşırı istek duyuyordu. Hamilelik konusunda azıcık ta olsa bir bilgisi yoktu. Bu yüzden hamile olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu. Böyle olunca da yaşamının akışında karşılaştığı ufak, tefek bu değişimleri umursamıyordu.
Hatice’nin kayıtsızlığı da, mutluluğu da uzun sürmedi. Karnı büyümeğe başladı. İlk kez hamile olabileceği aklına geldi. Çok korktu. Eğer aklından geçen gerçekse buna engel olması gerektiğini düşündü. Hamile ise bunun öğrenilmesinin, duyulmasının her şeyin sonu olacağını düşündü. Düşündüğü şeyi abisine açtı. Ömer önceleri inanmadı böyle bir durumla karşılaşacaklarına. Ama günler geçtikçe o da Hatice’deki değişikliği fark etti. Zaten bebek de annesinin karnında rahat durmuyor, zaman, zaman tekmeliyordu. Birlikte, bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolunu düşünmeğe, bir çıkış aramağa yoğunlaştılar. Kimselere bir şey söyleyecek, kimseden yardım isteyecek durumda değillerdi. Bu büyük beladan kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Ama yoktu.
Artık abisine sarılıp mutlu anlar yaşamak yerine, sarılıp ağlamak olmuştu Hatice’nin kaderi. Geceleri uyku uyuyamıyordu. Sevişme arzusu tümden yok olmuştu. ‘Çocuk düşürmek’ diye bir şeyler duymuştu ama bunun nasıl olacağı konusunda zerrecik fikri, bilgisi yoktu. Birilerinin yardımına gereksinimi vardı. Bu da asla olabilecek bir şey değildi. Kimselerin bilmesini istemiyordu. Çaresizlik omuzlarına öyle bir çökmüştü ki feleği şaşmıştı Hatice’nin. Aklından geçen tek kurtuluş yolu ölümdü. Ama bunu nasıl yapacaktı? Bu düşüncesinden Ömer’in haberi olsun istemedi. Abisinin yaşamasını, mutlu bir geleceğinin olmasını istiyordu. Abisi, ölmesine bir süre üzülse de sonunda unutacağını düşünüyordu. Ölmenin en kolay yolu olarak ta evde ya da dışarıda bir yerlerde kendini bir ağaca asmaktı ona göre. Emine bu fikrinin en doğru karar olup olmadığını günlerce düşündü. Sonunda kesin kararını verdi. Bunu gerçekleştirecekti. Uygulamak için en uygun konumu da belirledi. Köyün dışında, gözlerden uzakta bir ağaca kendini asacaktı.
Ömer kardeşinin davranışlarından endişe duymağa başladı. Yapması gereken hiçbir işi doğru şekilde yapamıyordu. Kedine güveni tam anlamıyla dibe vurmuştu. Eskiden içtikleri su bile ayrı gitmeyen Hatice şimdi abisine tek kelime söylemiyordu.  Ortalıkta ölü gibi dolaşıyordu. Ömer, Hatice’nin kendini öldürmeğe karar vermiş olabileceğini düşündü. Beraber olmadıkları zamanlarda, uzaktan uzağa onu izlemesi gerektiğine karar verdi. Nitekim verdiği kararın doğru olduğunu iki gün sonra gördü.
Hatice babasının artık kullanmadığı dokuma kuşağını beline sarıp, abisine, biraz hava almak istediğini söyleyerek evden ayrıldı. Köyün üst tarafında, köye uğramayan patikayı izleyerek evden uzaklaştı. Abisinin izlediğinden habersiz belirlediği ağacın yolunu tuttu. Kimseler bir şey öğrenmeden bebekten kurtulacaktı. Böylece ne anası, ne babası nede abisi kötü durumlara düşmeyeceklerdi. El alemin yüzene bakabileceklerdi. Kimse onların suratına, kızlarının abisinden çocuk peydahladığını haykıramayacaktı. Anne babasının, özellikle de Ömer’in huzur ve mutluluk içinde yaşamını sürdürmesi için gerekirse bin kere ölmeğe hazırdı. Bu düşüncelerle kendini asmak için kararlaştırdığı ağacın dibine geldi. kuşağı, kafasından geçireceği biçimde ilmek yapıp ağacın dalına doladı. Üzerine çıkacağı taşı ayarladı. Taşın üzerine çıkıp boynuna ip yerine kullandığı kuşağı geçirmek üzereydi ki abisinin haykırışıyla irkildi; “Hatca, sakın yapma. Öleceksek birlikde ölek. Beni goyup getme. Biliyodum böyle bi şey yapacağanı.” Ömer bunları söylerken var gücüyle de koşarak, kuşağı boynuna geçirmeden Hatice’ye kavuştu. Onu sertçe itti. Hatice yere yuvarlandı.  Ömer onu yerden kaldırıp ona sımsıkı sarıldı. Ağacın altına oturup, bir süre hiçbir şey konuşmadan, sessizce ağladılar. Sonra birlikte evlerine döndüler.
Ama büyük sorun hala orta yerde duruyordu. Ömer’in yaşamlarına birlikte son verme planına Hatice şiddetle karşı çıkıyordu. Bir süredir kızındaki değişikliği hisseden Güllü bir akşam kızını yanına çağırıp, neler olduğunu, karnının neden şiştiğini, hasta olup olmadığını sordu. Hatice kaçamak yanıtlarla o günkü sorgulamayı savuşturdu. Bir hafta kadar sonra Güllü kızını tekrar karşısına aldı; “canım gızım sende bi hallar var. Ağer (eğer) hasda  dağalsen garnın niye şişiyo böyle? Sayıdan(sahiden) ağrıyan, acıyan bi yerin yok mu?” birden aklına kızının hamile olabileceği geldi, korkuyla irkildi.  Sanki birileri varmış ta duyabileceklermiş gibi alçak bir sesle; “Gız yoğusa sen gebe misin? Bana doğruyu söyle, geberesice. Biriynen düşüp galkdın mı? Varısa biri bilmem ilazım.” Hatice ne diyeceğini bilmiyordu. Sustu. Annesi ne dediyse, ne yaptıysa fayda etmedi. Kızının ağzından tek kelime alamadı. Hatice ağabeyiyle seviştiğini, çocuğun babasının o olduğunu nasıl söyleyebilirdi ki? Kısa bir süre sonra da kızının hamile olduğuna Güllü’nün kuşkusu kalmadı. Bir çaresine bakması için kızını doktora götürmeye karar verdi. Hatice bütün gücüyle gitmemekte direndiyse de annesini kararından döndüremedi. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, ikisi birlikte şehrin yolunu tuttular.
Şehir yaya olarak iki saatlik uzaklıktaydı. Hatice hala gitmemekte ısrara ediyor, annesine boyuna yalvarıyordu. Doktor da olsa başkalarının bilmesini, hem kendisi, hem de abisi için büyük bir yıkım olarak algılıyordu. O yüzden de ölmeyi tek kurtuluş olarak görmeğe devam ediyordu. Güllü bakışlarından, davranışlarından kızının canına kıyabileceğini hissediyordu. Neredeyse yol boyunca Hatice’nin elini bırakmadı. Yolu yarıladıklarında bir subaşındaki kavakların gölgesinde oturup dinlenme molası verdiler. Güllü kızına olup bitenleri anlatması için yalvardı, çırpındı,  gözyaşı döktü, nafile. Hatice’nin sessizce ağlamaktan başka bir yanıtı olmadı.
Hastaneye vardıklarında gün hayli ilerlemiş, doktorlar vizitelerini bitirip muayenelerine başlamışlardı. Sorarak Güllü kadın doğum doktorunun muayene odasını buldu. Bir süre sonra da kızının elinden tutup doktorun karşısına çıktı. Doktor Hatice’yi muayene etti, altı aylık hamile olduğunu, bebeğin son derece sağlıklı göründüğünü söyledi. Güllü birkaç kez yutkunduktan sonra bu bebeği aldırtmak istediklerini, ederi, gideri neyse karşılamağa hazır olduğunu söyledi. İki gözü iki çeşme; “Dokdurum, gulun gurbanın oluyum. Bu bebek doğarsa biz perişan oluruk. Söylemesi ayıp, senden saklamanın manası yok, bebeğin babasını bilmiyok. Ne etdimse, ne söyledimse gızıma laf geçiremedim. Bebeğen kimden olduğunu söyledemedim. Bebek duyulursa gapıdan dışarı çıhamam. Hepimiz gapında kole oluruk, yeterki bize çare ol. Bizi bu dertden kurtar.” Doktor dilinin döndüğünce yapabileceği bir şey olmadığını anlatmağa çalıştı. Altı aylık bebeğin alınmasının hem ahlaken, hem de tıbben hiçbir biçimde mümkün olmadığını söyleyerek Güllüyle kızını adeta odasından kovdu. Kolu kanadı kırık, içi kan ağlayarak Hatice’nin elinden tutup tekrar köye döndü Güllü.
Eşini dört yıl önce bilinmeyen bir hastalık sonucu kaybeden Yayık Keziban, on sekiz yaşına basmış olan oğlu Erkan’a Hatice’yi istemiş, Hatice’nin şiddetle karşı çıkması üzerine Güllü Yayığı eli boş çevirmişti. Doktorun söylediklerinden sonra her şey değişmişti. Tek çare Hatice’yi vakit kaybetmeden birisiyle baş göz etmekti. Güllü el altından Yayık Keziban’a haber salıp kızının gönlünü yaptığını, istemeye gelirlerse kızı vereceğini duyurdu. Bu haberi alan Yayık soluğu Güllü’de aldı. Konuştular, anlaştılar, oracıkta Allahın emri anıldı, Keziban parmağındaki yüzüğü çıkartıp Hatice’nin parmağına geçirdi. Hatice, gönülsüz kaynanasının elini öptü. On gün sonra da imam nikahı ile Hatice istemeye, istemeye Yayık Keziban’ın evine gitti, Erkan’ın karısı oldu.
Erkan, uzun bir süredir göz koyduğu Hatice’ye kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Evlendikten bir, iki hafta kadar sonra eşinin hamile olduğunu öğrenen Erkan’ın buna tepkisi çok sert olmadı. Hatice’ye duyduğu sevgi, bebeğini kabullenebilecek kadar büyüktü. Ama babasının kim olduğunu bilmek de hakkıydı. Bunun için Hatice’yi defalarca sorgulamasına karşın bir sonuç alamadı. Kocasının sorularına karşı Hatice susup ağlıyordu sadece. Doğum yaklaştıkça Erkanın mutluluğu üzerinde kara bulutlar  görünmeye başladı. Başlarda karısı ile ilgili söylentileri fazla umursamayan Erkan, köylüler tarafından kendisine açıktan açığa yapılan saldırılar ve hakaretler karşısında duyarsızlığını koruyamaz hale geldi. Bir keresinde köy kahvesinden çıkarken ardından; “Çıharken dıkgat et, boynuzların gapıya dahılmasın.” Diye laf atan Deli Kamil’in üzerine atıldı, attığı yumruklardan sonra gırtlağına sarılıp öldürmeye bile kalkıştı. Kahvedekiler Deli’yi Erkan’ın elinden zor aldılar. Ardından da, yenilip yutulması zor hakaretler savurarak Serdarı kapı dışarı ettiler. 
Kaynana, gelininin başkasından hamile olduğun öğrendiğinde başından vurulmuşa döndü. Dizine vura vura; “Ben bunu nasıl fargetmedim? Bu kotülüğü Erkan’ıma nasıl yapdım? Yavrımı ataşlara atdım.” diye dövündü. Meraklı komşu kadınlar Haticeyi yakından görüp, emin olmak için birer, ikişer Yayığın evine damladılar. Yayık Kezlban ne diyeceğini bilemez bir halde, sersem tavuk gibi başı öne eğik dolaşıyor, onlara söyleyecek bir çift laf bulamıyordu. Hatice ise avludan dışarı adım atmamıştı bu eve geldiğinden beri. Evde başka oda olsa, oraya saklanıp, gelenlerin karşısına da çıkmayacaktı hiç. Gelen kadınlar imalı, aşağılayıcı bakışlarıyla Hatice’yi süzüyor; “ Gız Keziban gozün aydın. Maşallah torunun sağlıhlı olacak. Erkan üç ayda baba oluyo. Ne hoş dağal mi?” gibi sözler diyerek Keziban’ın yarasına tuz, biber ekiyor, onu çileden çıkartıyorlardı.
Çevrenin baskısı arttıkça Erkan’ın Hatice’ye karşı davranışları da değişti. Bir süreden beri eve suratı asık gelen ve her fırsatta Hatice’yi azarlayan Erkan şimdi bahaneler yaratarak onu kıyasıya dövmeye başladı. Sık, sık bebeğin babasının kim olduğunu soruyor, yanıt alamadıkça da karısına sille tokat girişiyordu. Üstüne üstlük kaynanası da oğlunu kışkırtmak için elinden geleni esirgemiyordu. Zavallı Hatice işittiği hakaret ve azarlamalara ve yediği sopalara sessizce katlanıyor, gözyaşı döküp oturuyordu. Evden dışarı çıkmak istemediği için annesini de görmüyordu. Görse bile ona anlatabileceği hiçbir şeyi yoktu. Güllü de kızının mutsuz olduğunu biliyordu ama içinde yaşadığı cehennemden haberdar değildi.
Vakit gelince Hatice, annesi dışında kimsenin yardımı olmadan bir kız dünyaya getirdi. Bebek sağlıklıydı. Güllü ona ‘Kader’ adını verdi. Kızıyla birlikte bebeği bir süreliğine kendi evine götürmek istediyse de kaynana buna izin vermedi. İstemeye gittiğinde kızının hamile olduğunu sakladığı için Güllüye büyük öfke duyuyordu. Bu yüzden onunla görüşmek istemiyordu. Güllünün, aklına estiği zaman çat kap kızını görmeye gelmesini de istemediğini yüzüne söyledi. Akşama kadar kızının başında bekleyen Güllü akşamüstü ağlayarak, sessizce evine döndü.
Bebekten sonra Serdar’ın Hatice’ye zulmü daha da zamladı. Doğumu üzerinden henüz iki gün geçmişti ki sudan bir bahaneyle Hatice’yi yerlerde sürükleyerek kıyasıya dövdü. Artık onu evlerinde görmek istemediğini, piç’ini de alıp defolup gitmesini haykırdı. Hatice o gece hiç uyumadı. Her yanı ağrıyordu. Gözyaşları sel oldu aktı sabahlara kadar.   

 Ortalık ışıyordu. Hatice kararını vermişti. Henüz herkes uykudayken bebeğini alıp sessizce evden çıktı. Yaya olarak yarım saate yakın bir mesafedeki ‘Derin yarma’ denilen yere yöneldi. Orası gerçekten de oldukça derin bir uçurumdu. Bıçak gibi kesilmiş, otuz metre kadar derinliği olan dimdik bir kayalıktı. Oradan aşağı düşen bir canlının sağ kalma olasılığı hiç yoktu. Hatice bebeğine sımsıkı sarılmış olarak taşlık patika yoldan Derin Yarma’ ya ulaştığında ortalık iyice ağarmıştı. Çevre ıssız ve sessizdi. Hatice yalnızca beynindeki uğultuyu duyuyordu. Uçuruma bir an önce varma isteğinden başka hiçbir şey yoktu kafasında. Oraya eriştiğinde, çok uzaklardaki tepelerden güneşin ucu görünmüştü. Doğa uykusundan ağır, ağır uyanırken Hatice, henüz beş günlük olan bebesiyle birlikte ebedi uykusuna kavuşmağa hazırlanıyordu. Güneşe doğru dönüp baktığında, doğmakta olan yeni günün ilk pırıltıları gözlerini kamaştırdı. Uçurumun ucuna geldi, bebeğine baktı, bir anne sıcaklığı ile onu öptü, daha bir sıkı sarıldığı,  bebeğiyle birlikte kendini, sonsuzluğun huzur dolu kollarına, o engin, o derin boşluğa bıraktı.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder