10 Temmuz 2015 Cuma

BAŞ BELASI




Eskişehir’de Hamam yolu olarak biline kalabalık bir caddede yürüyorum. Genç, yakışıklı, iyi giyimli birisi hocam, hocam diyerek beni durdurdu, tutup elimi öpmek istedi. Gülümseyerek elimi çekmeğe çalışsam da dudağına götürmesini engelleyemedim. Geçmişte öğrencim olduğu kesindi ama o güne kadar değişik liselerde hatta beş altı yıldan bu yana da üniversitede ders veriyordum. Hangi okuldan öğrencim olduğunu çıkartabilmek için boşuna zihnimi zorladım bir süre. Sonunda genç adam; “Beni hatırlayabileceğinizi düşünmedim zaten. Ofisin uzakta değil, vaktiniz varsa buyurun bir kahvemi için. Size kendimi takdim edeyim. Mutlaka beni hatırlayacaksınız.” Dedi. Birkaç dakika yürüdükten sonra Köprübaşı denilen semtte altı katlı bir binaya girdik. Kapıdaki görevli asansöre kadar bize eşlik edip asansörü çağırdı, asansörün kapısını saygıyla açtı ve selamlayarak yukarıya uğurladı. Asansörden çıkışta da benzer davranışlar sergileyen bir başkası, üzerinde “BAŞKAN SEKRETERİ” yazan kapıyı açıp bizi içeriye buyur etti. Girdiğimiz odada genç ve güzel bir Bayan; “Hoş geldiniz, buyurun efendim.”  diyerek içerideki bir başka kapıyı açtı, biz girince de saygıyla kapattı. Delikanlı yer gösterdikten sonra ikimiz de oldukça zevkli döşenmiş salonda bulunan koltuklara karşılıklı oturduk.  Bir düğmeye basarak  “Zeynep bize iki orta kahve söyler misin ?” deyince merakım bir kat daha arttı.  “Bu çocuk kahveyi orta şekerli içtiğimi de biliyorsa geçmişte aramızdaki ilişki oldukça yakın ve sıcak olmalı.” diye geçirdim aklımdan. Lafa önce o girdi: “Hocam beni çıkartabilmeniz gerçekten çok zor. Zaten bunu beklemiyorum. Çünkü aradan çok yıl geçti. Siz fazla değişmemişsiniz ama ben o zaman on beş yaşında bile değildim. Yıllar geçtikçe fizik olarak ta hayli değiştim. Arhavi’yi hatırlayın. Ve 1-D sınıfında müfettişin sınıfa gelişini.”  Yüzüne dikkatlice baktım, o çocuktu. “Çok değişmişsin ama hatırladım.” Dedim. “Sen Bücürsün. Baş belası Bücür Hamdi.”  Zihnim her şeyiyle yirmi yıl önceki Arhavi lisesine gitti.   
İlk görevimi Arhavi özel lisesinde matematik ve fizik öğretmeni olarak yaptığımı kasabadaki ilk günlerimi anlattığım yazımda belirtmiştim. Arhavi’de günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ikinci dönemin ortalarına yaklaşmıştık. Bir durum dışında her şey yolunda yürüyordu. Bir konu beni çok düşündürüyor, çok endişelendiriyor, elimi ayağımı birbirine dolaştırıyordu.
Hepsi de birinci sınıf olan dört şubeli lisemde 1-D sınıfında çelimsiz, ufak tefek bir öğrenci vardı. Derslerle hiç ilgilenmez, sözlü sınavlarda ya susar, ya da ipe sapa gelmez alakasız yanıtlar verirdi. Yazılı sınavlarımda ise beni çileden çıkartana şeyler yazıyordu sınav kâğıdına. Örneğin hamsi pilavı tarifi, bıldırcın avının püf noktaları ya da Fener – Galatasaray maçı anlatıyordu. Bunların da ötesinde ders sırasında sınıfa arkamı döner dönmez bir şeyler yapıp sınıfı benden, dersten kopartıyordu.  Onun yüzünden verimli bir ders yapamadığım gibi sınıfın düzenini de sağlayamıyordum. Sınıfta kendimi aşağılanmış hissediyordum. Hem öğretmenlik hem de müdürlük otoritemin canına ot tıkıyor gibi geliyordu bana. Sık sık sınıftan dışarı atıyordum ama O zaten bunu istiyordu. Birkaç kez velisi ile görüştüm. Velisi, “Ne edeceyisenuz başimizun üstüne. Etu senun çemuği benun. Ben de abileru de her cun bi fasil döveyiruk da! Adam olmayi. Piz paşa çikamayiruk, iş size galmuş mudür bey.” gibi laflar söylüyordu bana.  Disiplin kurulunu toplayıp ceza verdik,” Niçin bu kadar az ceza verdiler.” diye bize bozuk attığını haber verdi arkadaşları. Okuldan atmayı düşünüyordum ama yönetmelikte yaramazlık asla atılmayı gerektiren bir suç sayılmıyordu.  Ayrıca çocuğun babası okulun yönetim kurulu üyelerindendi. Bu durum okulda yayıldıkça, her şeyin çok güzel gittiği mesleğimin ilk yılında, giderek keyfim ve huzurum, beraberinde uykularımı da kaçmağa başladı. O sınıftaki derslerime girmemek için kendimce bahaneler bile yaratmağa başladım. Çünkü 1-D sınıfındaki her dersim bu çocuk yüzünden bir kâbusa dönüşmüştü. Tam bir baş belası ile karşı karşıyaydım.  Sonuç olarak bu okuldan ya ben ya da o gidecekti. Gitmesi gereken ben olmamalıydım. Daha ilk yılımda başarısız bir öğretmen ve müdür konumuna düşmek istemiyordum.  Ayrıca bu kasabayı, okulumu ve diğer tüm öğrencilerimi seviyordum. Gitmesi gereken bu Baş Belasıydı. Ama bu hiç kolay değildi. Zaten okulların kapanmasına iki ay kadar bir zaman kalmıştı.  
 Okulu denetlemeğe üç müfettiş geldi bakanlıktan. Devlet liselerine en erken üç yılda bir gelen teftiş heyetinin, okul özel olunca, her yıl gelmesi yasal bir zorunlulukmuş. Müfettişler hem yönetimi, hem de öğretmenlerin başarısını denetliyorlar. Lisenin müdürü de olduğumdan iki denetimin de merkezinde bulunuyordum. İdari denetimde ortaokul müdürü bana her türlü yardım ve desteği elinden geldiğince veriyor. O kısımda önemli bir sorun çıkmayacak gibi görünüyor. Öte yandan Müfettişler fırsat oldukça derslere girip öğretmeni dinliyor, öğrencilere o dersin konularına ilişkin sorular soruyorlar. Sonuçta yapılan Eğitim- Öğretimin başarı durumuna ilişkin bakanlığa raporlar düzenleyip veriyorlar.
Branşı matematik olan bir müfettiş benim dersime gelmek istediğini söyledi. Derse birlikte girdik. Bu bir geometri dersiydi. ‘Paralelkenar’ konusunu işliyorduk. Müfettiş çocuklara kendini taktim ettikten sonra kitabın içinden paralelkenar konusunu açıp bana döndü ve konunun teoremlerini kanıtlayıp (ispat) kanıtlamadığımızı sordu. Ben de “Kanıtladık efendim.” dedim.  Müfettiş; “Çocuklara bir soru sormak istiyorum izninle.” Diyerek kitabın o bölümündeki sorulardan birini tane tane okudu,  gerekli olan şekli de tahtaya çizdi. Ardından bir öğrenciyi işaret ederek cevaplamasını istedi. Çocuk ağzını açmaksızın, çözümü düşünüyormuş gibi tahtaya bakarak bir süre ayakta dikildikten sonra müfettişin işareti üzerine oturdu. Müfettiş başka birini kaldırdı, ondan da ses çıkmayınca bir üçüncüsünü, sonra dördüncü, beşinci…  Bu arada beni bir sıkıntı sardı ki sormayın gitsin. Çünkü bütün dikkatimi verdiğimi sanmama karşın soruyu ben de çözemiyorum.
Geometri dersinde konuları işleme tarzını şöyle ayarlamıştım: önce genel hatlarıyla konuyu açıklıyorum, sonra teoremleri teker teker kanıtlıyorum(İspatlıyorum), haftanın sonunda da odamda problemleri tek tek çözüyorum, ertesi hafta sınıflarda öğrencilerle birlikte çözüyoruz. Böylece o bölümü tamamlamış oluyoruz. Paralelkenarın problemlerine sıra gelmediğinden henüz hiçbirini önceden çözmemiştim. Ayrıca öğretmenlikte ilk yılım olduğundan bu problemle önceden karşılaşmış lığım da yoktu. Problemi öğrenciler arasından bir çözen çıkmazsa müfettişin bana dönüp; “Öğretmen efendi, sorunun çözümünü gösterir misin çocuklara?” diyeceğini düşünüyordum. Böyle bir durumla karşılaşırsam da, sınıftan çıkar çıkmaz, valizimi toplayıp, okulu ve kasabayı bir daha dönmemek üzere, terk etmem gerektiğinin kaçınılmaz olduğunu kurguluyordum. “Bittim ben. Öğretmenliğim de müdürlüğüm de buraya kadarmış. Müfettişin çocuklara sorduğu bir problemi bile çözemeyen birisinden matematik öğretmeni mi olur! Tanrım ne yapmalıyım.” Aklımdan buna benzer düşünceler geçiyor. Sıraların arasında dolaşan müfettişin ardında, sırılsıklam ter içinde kıvranır biçimde, daha başında meslek hayatımın sona erdiğini düşünerek, yürüyorum. Müfettiş neredeyse sınıfın yarısını kaldırıp sorunun yanıtını sordu. Ağzını açıp ta tek bir kelime olsun fikrini söyleyen çıkmadı. En sonunda sınıfa dönüp: “İçinizde soruyu çözecek olan var mı?” diye sordu. Arkalarda bir yerde oturan Bücür Hamdi parmak kaldırdı. Ben; “Eyvah! Bücür müfettişin karşısında da beni yele bir edecek. Gerçekten mahvoldum. Bir şekilde buna engel olmalıyım.” biçimindeki düşüncelerin telaşı ile bir şeyler mırıldanmışım. Müfettiş bana döndü; “Bir şey mi söyleyecektin müdür bey?” sözleriyle irkildim, toparlanmağa çalıştım. “Hayır efendim.” diyebildim. Müfettiş tekrar Bücüre döndü; “Buyur evladım, anlat bakalım çözümünü.” diyerek onu tahtaya davet etti. Bücür Hamdi soruyu herkesin de anlayabileceği bir açıklıkla, gerekli ek çizimleri de göstererek çözdü. Müfettiş; “Aferin evladım.” dedi ve teşekkür edip sınıftan ayrıldı. Bütün sınıf, gözleri hayret ve şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış Bücüre bakıyor. En çok şaşıran olmama karşın sevinçten havalara zıplayacak gibi olan da benim. Korkunç bir rüyadan uyanmış gibiyim. Bir süre kendime gelemedim.
Ağır hareketlerle not defterimi çıkardım cebimden. Eriyip yok olmak üzere olduğum sınıfımın karşısında onlara güven veren bir edayla; “Arkadaşlar, Hamdi müfettişin karşısında sınıfımızın onurunu kurtardı. O’nu ödüllendirmeliyiz. Sizce nasıl bir ödül olmalı bu?” Çocuklardan biri; “On beş gün izin verin okula gelmesin öğretmenim. Bu Bücürü en çok sevindirir.” Bir diğeri; “ Ona basket topu alın öğretmenim, belki boyu biraz uzar.” Şimdi anımsayamadığım başka ödüllendirme yolları önerenler de oldu. Not defterinden Hamdi’ye ait sayfayı açtım. İkisi yazılıdan, biri de sözlüden aldığı üç tane sıfırı var Bücürün. Üç sıfırın da başına bir rakamını yazdım. Böylece Hamdi’nin üç tane onu oldu. O zaman ki sistemde en yüksek nottu bu. Dersten sonra da odama gelmesini istedim.
Hamdi’ye arkadaştan da öte bir dost gibi yaklaştım. Onun dünyasını paylaşmak istediğimi, bir sırdaşı olmayı, bunu başarırsak geleceğinin çok farklı olabileceğini dilimin döndüğünce anlattım. Kendisinin de her şeyi bana anlatmasını sağlayacak güveni vermeğe çalıştım. Bu kadar zeki olmasına karşın okula ilgisizliğinin nedenlerini öğrenmek istiyordum. Hamdi karşımda bir süre yine abuk subuk laflar etti. Sonra uzun süre konuşmadı. Yüzüme bakmamağa özen gösteriyordu. Ağlamağa başladı. Bir yandan da konuşmağa başladı.
“Evde çok sopa yiyorum. Bu yüzden ben de onlardan intikamımı alıyorum.”  Kimin, niçin dövdüklerini sordum. “Dört ağabeyim var, onlar dövüyo. Bi de babam.”
 “Peki ne yapıyorsun da sopa yiyorsun durduk yerde?”
 “Ne yapsam suç. Ders çalışmadığım için, çay toplamayı sevmediğim için, daha çok ta yaramazlık yaptığım için. İşte böyle şeyler.”
 Kaç kardeş olduklarını sordum ona. İkisi kız sekiz kardeş olduklarını, en küçük olanın kendisi olduğunu anlattı. Anlaşılan daha küçük yaştayken yaptığı yaramazlıklar yüzünden itilip kakılmış ve büyüklerinden sık sık yediği dayaklar sonucu işi arsızlığa dökmüş, asi bir çocuk olup çıkmış, çevresine de kendini bu şekilde kabul ettirmişti.
Babası ve ağabeyleri ile görüşmeye gittiğimde Hamdi'ye “umutsuz vaka” olarak baktıklarını, Onun için yapılabilecek fazla bir şeyin olmadığını kabullendiklerini fark ettim. Uzunca bir ikna çabasının ardından Hamdi’ye benim kendilerinden istediğim tarzda yaklaşacaklarına söz verdiler.
Hamdi her geçen gün sınıf adabına daha çok uyum gösteren, daha ilgili, çalışkan bir öğrencim oldu. Bu olaydan sonra 6,7 olan notları son sınavlarda 9’a 10’a çıktı. Sınıf ikincisi olarak bir üst sınıfa geçmeyi başardı. Bu sırada aile fertlerinin de bana verdiği söze bağlı kaldıklarını övgüyle belirtmeliyim.  Ertesi sene çok uzak bir kentte, başka bir özel okula transfer olduğumdan Hamdi’nin okul durumu ile ilgili hiçbir bilgim olmadı.                
 Bücür Hamdi liseden sonra İTÜ inşaat yüksek mühendisliğini bitirmiş, saygın bir iş adamı olmuş, devlet ihaleleri alıp yollar, barajlar yapıyormuş. Beş yüzden fazla çalışanı, oldukça modern bir makine parkı olduğunu ve iki yıla yakın Eskişehir’de yol inşaatı nedeniyle bulunduğunu öğrendim. Kendisine;
Biliyor musun Bücür Hamdi, Hayatını, her şeyini o müfettişe borçlusun, biliyorsun değil mi? O sınıfa girip te o meşhur soruyu sormamış olsaydı ben seni anlamamış olarak bir şekilde okul hayatına son verecektim.
Çok iyi anımsıyorum hocam, bana ne yapsanız hak etmiştim.

Bir itirafta daha bulunmalıyım. O zaman bunu söylemem olanaksızdı. Biliyor musun, müfettişin sorduğu soruyu sen yanıtlayıncaya kadar ben de çözememiştim.          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder