3 Temmuz 2015 Cuma

İLK GÖREV YERİM

Askerliğimi bitirip Ankara’ya dönmüştüm. Kızılay’da buluştuğumuz bir arkadaşla, onun bir işi için MEB’na (Milli Eğitim Bakanlığı) gittik.  Arkadaşım bakanlıkta Doğu Karadeniz’in şirin bir kasabasında Orta Okul müdürü olduğunu söylediği bir arkadaşı ile karşılaştı.  Sohbet sırasında adı Abidin olan müdür Ankara’ya, bir heyetle, kasabalarında yeni bir lise açmak için öğretmenler, öncelikle de Matematik ve Fizik öğretmeni bulmağa geldiklerini anlattı. Arkadaşım; “İyileşecek hastanın doktor ayağına gelirmiş. Sizin aradığınız eleman işte karşında.” Diyerek beni müdür beye takdim etti. Abidin beyle birlikte üç kişi olan heyetin yanına gittik. Görüşme sonunda oldukça iyi sayılan bir ücret karşılığı anlaştık. Sözleşmeyi imzaladıktan sonra Lisenin müdürlüğünü de ayrıca bir ücret karşılığı bana teklif ettiklerinde sevinmekle birlikte biraz tedirginlik duydum. Çünkü meslekte ilk görevimdi ve yöneticiliğin Y’ sini bilmiyordum. Abidin Bey kulağıma eğilip; “Hiç endişe etme. Yapılan Lise binası, Orta Okulun da içinde olduğu geniş bir bahçenin içinde. Gereksinim duyduğun her idari konuda ben senin yanındayım. Göreceksin hiçbir sorun çıkmayacak.” Deyince rahatladım ve tekliflerini memnunlukla karşıladım.
Görev üslendiğim okulun bulunduğu kasabanın adı Arhavi idi. Bu ismi daha önce hiç duymamıştım. Abidin Bey Artvin’in bu sahil kasabasını çok beğeneceğimi söyledi. Ayrıca; “Arhavi o yörenin en kültürlü, en çalışkan ve yeniliklere açık insanlarının yaşadığı bir kasabadır. Ben de Arhavi’ye gelmeden önce bir hayli endişeliydim. Şimdi orada görev yapmaktan son derece mutluyum.” Diye ekledi.  
O yıllarda değil kasabalarda, Doğunun, Güney Doğunun bazı illerinde bile henüz lise yoktu. Hali vakti yerinde olan kasabalar Lise Yaptırma Derneği kurarak MBE'nın verdiği projeye uygun şekilde Lise binasını ya o yörenin zenginlerinden biri ya da birkaçının gönüllü katkılarıyla, ya da imece usulü ile kendileri yapıyordu. Kendi olanakları ile sağladıkları sözleşmeli öğretmenlerle birinci yıl eğitimi sürdürüyorlar, ertesi yıl MBE ye başvurarak bakanlık normlarına uygun, her şeyiyle hazır bir liseyi hiçbir talepte bulunmamak koşulu ile MBE ye devrediyorlardı. Böylece bakanlık, bütçesinden beş kuruş harcamadan bir lise binasına sahip oluyor, yöre halkı da lise okuluna bir an önce kavuşmuş oluyordu. Benim lisemin de işte böyle bir okul olduğunu söylediler.
Uzun ve sıkıntılı bir otobüs yolculuğu sonunda ikindi vakti Rize’ye ulaştım. Buradan sonra yolculuğuma minibüsle devam etmem gerektiğini söylediler. İki saati aşkın, kâh sahilden kâh gür ormanların içinden geçecek olan bozuk yollara düştük. Bir dönemcin bitiminde bizi sollayıp geçen bir taksi önümüzde seyreden boş kamyonun yolunu kesip durdurdu. Taksiden hışımla inen genç bir kadın kuşağından çıkardığı tabancayla kamyonun şoför mahallinde oturan, sonradan iki kişi olduklarını öğrendiğimiz, adamların üstüne kurşun yağdırdı. Ardından da görevini yapmış olmanın huzuru ile taksiye atlayıp hızla oradan uzaklaştı. Ben şaşkınlıktan donup kaldım. Minibüsümüz, şoförle birlikte inen birkaç kişinin, olup biteni öğrenerek merakları gidermeye yetecek kadar bir süre bekledi. Minibüstekiler tanığı olduğumuz bu korkunç cinayete pek şaşırmış gibi görünmediler. Olayı yorumlamakla yetindiler. Onlara göre kamyondakilerden biri kadını evlenme vaadiyle kandırmış ya da ikisi bir olup dağa kaldırmış olmalıymış. O da intikamını almışmış. Arabaya dönen şoförümüz olayın nedenini öğrenemediklerini, şoförün ölmüş olduğunu, öteki şahsın da doktora yetişmesinin mucize olacağını söyledi.  Olay beni hayli etkilemişti. Bekârdım, gittiğim kasabanın kızlarıyla heyecanlı, tatlı gönül ilişkileri hayal etmiştim. Hâlbuki şimdi yörede bulunduğum süre içinde ne kadar dikkatli olmam gerektiği gün gibi açıktı. Yöreye ilişkin pek çok bilinmezliğe bir de bu korku eklendi.
 Sahilde yemyeşil bir vadiye kurulmuş kasaba, sonradan adının kızılağaç olduğunu öğrendiğim kocaman, yüksek ve düzgün ağaçların arasında adeta kaybolmuş gibiydi. Sahil boyundaki bir otel ve beş on işyerini saymazsanız, bırakın duvar duvara olanını bahçeleri yan yana olan iki ev görmek bile olanaksızdı. Zaten birbirine uzak yapılmış evler kızılağaçların ve fındık bahçelerinin arasında zar zor fark ediliyordu. Vadinin gerilerinde yükselen tepelerin aşağı yamaçları yeşil bir halıyı andırıyordu. Buraların çay bahçeleri olduğunu sonradan öğrenecektim. Fındık, çay ya da mısır ekili olmayan tüm alanlar ve tepeler gür ormanlarla kaplı görünüyordu. Kasabanın önünden geçen sahili izleyen yol, denizden oldukça yüksek, kayalarla örülmüş sur gibi duvarlarla sağlama alınmış görünüyordu. Her yönüyle kasabamın olağanüstü güzel bir görünümü vardı. Bu güzelliklerin içinde mutlu olamamak düşünülemezdi.
Minibüs bir lokantanın önünde durup indirmişti beni. İçinde en az bir hafta beni idare edecek öteberinin olduğu çantamı alıp lokantaya girdim. İşyerinin patronu olduğunu sandığım, görünümü ile dört dörtlük bir Laz uşağı olan adama gidip kendimi tanıttım. “Uyyyy! Haçan pizum lisemizun mudürü misun? Ha piz buraya yaşli, başli pirinu pekleyiduk. Demek böyle mudür de olayi.” Beni lisenin müdürlüğüne yakıştıramadığı açıktı. Ben bile kendimi yakıştırmadıktan sonra…
Okul binası kasabanın biraz dışında, fındık bahçelerinin arasında, iki katlı, ortaokulla birlikte yüksek taş duvarlarla çevrili bir alanda, ortaokuldan daha gösterişli ve büyük yeni bir bina. Bahçede voleybol, basketbol ve eksik ebatlı bir futbol alanı var.  Okulun ana giriş kapısına yedi, sekiz basamak mermer merdivenle ulaşılıyor. Ana girişin üzerine boydan boya yerleştirilmiş tabelada - ARHAVİ ÖZEL LİSESİ- yazısı okunuyor.     
Kasabadan küçük yaşta İstanbul’a göçüp zengin olan, büyük bir firmanın sahibi şahıs hiçbir masraftan kaçınmamış, dört dörtlük bir lise binası yaptırmış. Müdür odasına girdiğim zaman şaşkınlığımı gizleyemedim. “Burada ben mi oturacağım?” deyince dernekçiler gülüştü. “Şimdu oturayisun şu koltuğa da foturafçimız bi foturafinu çeksun. İlk mudürümüz olarak koridora asalum oni da.” Dedi birisi. Kocaman bir masanın arkasındaki, benim için oldukça lüks olan, makam koltuğuna kurulup fotoğraf çektirdim. Sonra makam odasında birkaç toplu fotoğraf daha çekildi. Birlikte olduğumuz, kasabanın ileri gelenlerinden oluşan bu sekiz on kişilik gurupla Sınıfları, kütüphaneyi, fizik ve kimya laboratuarlarını, toplantı salonunu dolaştık. Son olarak da geceleri kalacağım odayı gösterdiler. Güzel bir otel odasından farkı yoktu. Bana göre hiçbir eksiği kalmamıştı okulumun. 
Okulların açılmasına iki hafta kalmıştı. Bakanlıktan açılış izni olmak için en az üç farklı derse daha öğretmen bulmam gerekiyordu. Bana önerdikleri, yöreden yetişmiş edebiyat, coğrafya ve tarih öğretmenleri ile görüştüm. Ücret devlet lisesine göre hayli yüksek olduğundan kolay anlaştık. Bir hafta içinde açılış iznini çıkarttık. Sıra ders dağıtımı ve programlarının yapılmasına gelmişti.
Lisemizin ilk yılı olduğundan sadece birinci sınıf açılıyordu. Kayıtların başlamasından birkaç gün sonra kaç öğrencimiz olacağı aşağı yukarı belli oldu. Yüz elli ye yakın bir sayıya ulaşacaktık. Sınıflarımızı otuz beş, kırk arası mevcutlu dört şube olarak planladık. Biyoloji dersini kasabalı bir doktora, kimya dersini yine işyerini o yıl açmış kasabanın tek eczacısına, İngilizce dersini de orta öğrenimini Ankara Maarif kolejınde okumuş olan kasabanın ikinci doktoruna verdim. Branş derslerimin yanında beden eğitimi ve müzik derslerini de kendime verdim. Böylece açık dersimiz kalmadı. Kurucu derneğin başkanı kasabanın belediye başkanıydı. O yüzden pek çok sorunumuz belediyenin olanakları ile giderilebiliyordu. Konunun hukuki boyutuna ilişkin sorunlarını dernek yönetim kurulu başkan yardımcısı bir avukat ağabeyimiz çözümlüyordu. Ücretlerle ilgili her türlü bürokratik sorunları da yine kasabanın tek mali müşaviri olan yönetim kurulu üyesi birisi yapıyordu. Yani anlayacağınız bu görevi ilk kez yapıyor olmamın bana fazla bir sıkıntısı yoktu.
Kasabada ilk günüm hayli yoğun geçmişti. İlgili ilgisiz pek çok kişi ile tanıştırıldım. Hayli kalabalık bir gurupla yediğimiz akşam yemeğinin ardından kasabanın sahil gazinosuna gittik. Çay, kahve sunumlarının ardından yorgun ve uykusuz olman nedeni ile dinlenmek isteğimi arz ettim. Eşlik eden bir refakatçi ile o gün için otelde ayrılan odama çıktım. Yüksek duvarlara çarpan dalgaların sesinden bir süre uyuyamadım. Sonunda yorgunluk ve uykusuzluk baskın çıktı sanırım.
Ertesi sabah okula gittiğimde önce hademe denilen hizmetli karşıladı. Ellili yaşlarında bir yöre insanı. “Hoş celdinuz sayin mudürüm. Ben Hademenuz çamil (kâmil) Kayikçu. Emrinuzdayum efendum.” “Estağfurullah Kamil Efendi. Ne demek emir filan. Ricam olur ancak.” Ana kapıdan binaya girince genç ve güzel bir kız gülümseyerek; “Hoş geldiniz efendim. Ben sekreteriniz ….” Şaşkınlıktan ne diyeceğimi şaşırdım. Güzel bir kızın benim sekreterim olabileceği aklımın ucundan geçmemişti. Makam odama çıkıp, o güne kadar benzerini bile görmediğim lüks ve konforlu koltuğuma kuruldum. Kısa bir süre sonra kapıyı tıklatıp içeri giren sekreterimin gülümseyerek kahvemi nasıl alacağımı sorması beni bayağı havalara soktu sanırım.   Kasabalıların gösterdiği yakınlık ve saygılı davranışları da göz önüne alınınca kendimi önemli biri gibi hissetmeye başladım. Bütün bunları hak etmek için var gücümle çalışmam gerektiğine karar verdim.  
Okulda yattığım ilk geceden itibaren garip bir olayla karşılaştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde okulun çevresi köpek sesine tam da benzemeyen ulumalarla çınlıyordu. Penceremin dibine kadar geliyorlar, var güçleriyle bağırıyorlardı. Ulumalar şafak vaktine kadar kesilmiyordu. Birkaç gün gözüme uyku girmedi. Sonra bunların çakal olduğunu söylediler. İyice karanlık bastıktan sonra tepelerden inip buralarda yiyecek aradıklarını, uluyarak ta haberleştiklerini anlattılar. Lokantacı Dursun amca; “Canuni sikma mudür bey. Bi gaç cune galmaz alışirsun. Oyleçi piz o sesleru duymadan uyku uyuyamayiruk bile, pize ninnu çimu celiyi da.” Diyerek sözüm ona beni rahatlatmıştı. İlk haftadan sonra bu seslerden rahatsızlık duymadığımı hayretle fark ettim.
Okulda işim bitince kasabanın sahil gazinosuna gidiyordum. Orada akşamları denizin ortasından, altın bir sütun gibi denize çakılan güneşin batışını izlemenin zevkine doyum olmazdı.  Okuldan gazinoya gidişteki yol boyunda iki taraflı fındık bahçeleri uzanıyordu. Gelirken de giderken de, yollara kadar sarkmış ağaçlardan, taze fındık kopartıp cebime dolduruyor, uygun bir yerde ve zamanda kırıp yiyordum. Bahçelerin sınırlarında kızılağaçlar onlarca metre yüksekliğe erişmiş, başta asma olmak üzere birçok bitkinin sarılarak yükseklere tırmanmasına olanak sağlıyordu. Üzüm salkımları ta yirmi, yirmi beş metre yükseklerden bardak gibi sallanıyordu. Bu üzümler insanlardan çok kuşların işine yarıyor gibi göründü bana.
Bir iki hafta içinde Arhavi’deki yaşam tarzına uyum sağladığımı söyleyebilirim. Kahvaltı etmiyordum. Öğle ve akşam yemeklerini diğer bekâr arkadaşlarla birlikte Dursun Ustanın lokantasında yiyorduk. Akşamlarım çoğu zaman makam odamda yatıncaya kadar ders hazırlamakla geçiyordu. Yirmi saati matematik, on ikisi fizik, dördü de müzik olmak üzere otuz altı saat dersim vardı haftada.  Dersler başladığında uykularım da düzene girmişti. Derse girdiğim her saati bir sorun yaşamadan bitirmek bana büyük keyif veriyordu. Öğrenciler ders aralarında, nereden çıktığını anlayamadığım, bir kemençe eşliğinde hemen bir horon başlatıyorlardı. Önceleri çocukların bu neşesi beni mutlu ediyordu. Birkaç gün sonra horunun ortasında patlatılmağa başlatılan silahları mantar tabancası olarak algılamıştım. Sonra bunların gerçek tabanca ve atılan mermilerin de gerçek mermi olduğunu öğrenince korku ve şaşkınlıkla panikledim. Ertesi gün yaptığımız aramada bir düzüne civarında gerçek tabancaya el koyduk. Yönetim kurulunun ve velilerin desteği ile bir iki hafta içinde bu konuyu sorunlar listesinden çıkardık. Canımı sıkan tek konu, güzel sekreterimle yakınlaşamamaktı. Başıma gelebilecekleri düşünmek bile beni çok korkutuyordu. O bana ne kadar yakın durmak istese de ben oldukça ciddi ve soğukça karşılıyor, ümit vermemeğe özen gösteriyordum. Sekreterim, yönetim kurulu üyelerinden birisinin kızıydı zaten.  
Yağmur yağmıyorsa yörenin ekim, kasım ayları çok güzel oluyormuş. Benim şansımdan mı nedir, ekim ayı yağışsız geçiyordu. Bir hafta sonu ilçenin kaymakamı, doktoru ve eczacısı ile Arhavililerin “Hemşin” dedikleri dağ köylerine günübirlik bir geziye çıktık. Kaymakamın cipiyle, inişli yokuşlu, toprak, dağ yollarında ilerliyorduk. Giyim kuşamı ve donanımıyla tam bir Doğu Karadenizli olan, ama yaşını kestiremediğim bir kadına rastladık yolda. Sırtındaki küfeyle yeşil çay yaprağı taşıyordu. Beş on metre önde de kırklı yaşlarında bir adam gömleğinin yakasını göbeğine kadar açmış ağır, ağır yürüyordu. Adamın yanına gelince kaymakam cipi durdurdu. Selamlaştıktan sonra adama; “Arkadaki hanım neyin oluyor?” diye sordu. Adam geriye döndü; “Ha onu mi deyisun, çendusi penum kari olayi da.”  “Pekâlâ, yük neden onun sırtında? Sen erkek değil misin? Üstelik ondan çok daha güçlü, kuvvetlisin. Bu sıcakta, yokuş yukarı O kan ter içinde canını dişine takmış çabalıyor, sen bir elinde tespih, diğerinde sigara maşallah erkekliğine diyecek yok doğrusu. Üstüne üstlük ceketini, şapkanı da küfenin üstüne atmışsın gel keyfim gel. Karına verdiğin değer bu mu?”  Belli ki böyle bir çıkış beklemiyordu adam.  “Çimsinuz pilmeyirum ama Penum karinun yaptuğu iş onun işidur. Pundan size ne uşağum. Pen küfe taşur isem puralarda herçes pağa culer da.” Kaymakamın suratından sinirlendiği belli oluyordu. Hepimiz cipten inmiştik.  Davranışının yanlış olduğunu anlatmağa çalıştıkça adam bize kızdı. İkide bir gömleğinin altındaki tabancasını yokluyordu. Ben ciddi olarak korkmağa başlamıştım ki şoförümüz adamın kulağına bir şeyler söyledi. Adam yelkenleri suya indiriverdi. Kadını onun tarafını tutuyor,  “Herifimdan ne isdeyisinuz, Çimseye bi şey yapmaduk piz. Pirakun yakamizu da işimize pakalım.” Kaymakam hem kadının hem de kocasının şaşkın bakışları altında küfeyi kadının sırtından alıp adamın sırtına vurdu.  “Bundan böyle karılarınıza eşeğinizmiş gibi davranamayacaksınız. Onlar köle gibi çalışırken kocaların kahvede oyun oynayıp, çubuk tüttürmesine izin vermiyorum. Bunu yapanı duyar, görürsem jandarmayla aldırır hapislerde süründürürüm. Beni anladın mı?” Kaymakamın çıkışı Hemşinliyi iyi korkuttu sanırım. Sırtında küfe yokuş yukarı tırmanırken; “Emredersinuz gaymagamim. Köye varayim emrinizu köyun tüm erçeklerine pizzat diyecegum.”
Ekim ayının sıcak ve sakin bir tatil günü kasabanın sahil gazinosunda birkaç arkadaş oturmuş şundan, bundan laflıyoruz. Deniz çarşaf gibi durgun. Oralarda az rastlanır bir manzara. Açıklarda bir cisim fark ettik. Suyun içinde bir görünüp bir kayboluyor. Herkes kafasına göre bir şey söylüyor. Birisi gemilerin birisinden düşmüş bir konteyner, diğer biri bir balıkçı sandalı olmalı falan filan diyor. Denize girme düşüncesiyle aldığım mayom da üzerimde olduğundan o cisme kadar yüzeceğimi söyledim. Arkadaşlar cismin çok uzakta olduğunu, oraya yüzmeye kalkışmanın çok tehlikeli olacağını söyledilerse de ben, bilinçaltı bir şeyler kanıtlama dürtüsüyle olmalı, kendimi suya vurdum. Bir saate yakın yüzmeme rağmen cisme yeterince yaklaşamamıştım. Geri dönmeyi de kendime yediremedim. Yarım saat kadar daha yüzdükten sonra cismin bir tomruk olduğunu fark edebildim. “Nasılsa tomruğa ulaştığımda üzerine çıkıp dinlenirim.” diye canımı dişime takıp oraya kadar yüzmeğe karar verdim. Tomruğun yanına vardığımda artık yüzmeğe takatim kalmamıştı. Tomruk tahminimden çok daha büyüktü. On beş metreye yakın uzunluğu, bir metreden fazla çapı olan, kabuğundan soyulmuş, bir oklava kadar düzgün dev bir ağaç gövdesiydi. Bırakın üstüne çıkmayı elimi attıkça yavaş, yavaş dönüyor, tutunabilme olanağı vermiyordu. Bu durumda üzerine çıkıp dinlenmem asla söz konusu değildi. Ama ben birazda paniklemiş olarak ısrarla tutunmağa, üzerine tırmanmağa çalıştım. Dermansızlıktan suyun üzerinde durmakta zorlanmağa ve su yutmağa başladım. Bir süre sonra da nefessiz kalıp kendimi Kara Denizin sularına bıraktım.
Gözümü açtığımda gazinoda bir koltuğa uzanmış durumdaydım. Başımda doktor ve tanıdık, tanımadık bir yığın insan vardı. Anlaşılan bir kere daha Azrail’in pençesinden çekip almışlardı beni. Ağzım deniz suyu ile doluymuş gibiydi. Bir de dehşetli üşüyordum. Titrediğimi fark edip getirtilen bir battaniyeye sardılar.
Ben tomruğa yüzerken hâkim bey evden dürbününü getirtip ne olduğu belirsiz cismi tanımak istemiş. Daha sonrada benim zorda olduğumu görünce belediyenin motoru ile yardımıma koşmuşlar. Birkaç dakika daha gecikseler dünyamı değişmiş olmam kaçınılmazmış.
Bir balıkçı teknesini hazırlayıp sahile çekmek üzere belediyenin birkaç adamı ile tekrar tomruğun oraya gidildi. Bir saate kalmadı tomruk sahile çekildi. Tomruğun büyüklüğü karşısında, seyre gelen meraklı kalabalığın dili tutuldu desem yeridir. Tomruğun sahibinin ben olduğumu söylüyordu herkes.  Nedeni de, denizde bulunan bir şeyin onu ilk görene, bulana ait olduğu şeklindeki inanışlarıymış. Eğer ev yaptırıyor olsaydım kereste gereksinimimin tamamını karşılardı nerdeyse. Bağışlayıp bağışlayamayacağımı sordum, olumlu yanıt alınca da onu belediyeye bağışladım.

Ekim ayının sonunda havalar soğudu, bulutlar gökyüzünü sardı. Kısa bir süre sonra da yağmur başladı. Tam olarak on beş gün aralıksız ve aynı tempoda yağan yağmurlar içimi karartmakla birlikte bir başka yöre etkinliğini de tanımamı sağladı. Gece boyunca, lüks lambaları eşliğinde sürdürülen bıldırcın avı. Arhavililerin söylediğine göre bu mevsimde Rusya üzerinden güney ülkelerine göç eden bıldırcın sürüleri geceleri yıldızları izleyerek yol alırlarmış. Hava kapalı olduğu zamanlarda karanlıkta uçan bıldırcınların bir kısmı gece ışığı gördüğü yere doğru uçar, ışığın dibine düşermiş. İşte bu yüzden bu havalar bıldırcın avı için bulunmadık fırsat yaratırmış. Bir gece, yaklaşık on kişinin katıldığı ve davetli olduğum bu ava, tam donanımlı bir şekilde, ben de katıldım. Ormanın içinde yağmur ve çamurda dolaşmak çok zor olduğu için küçükçe açık bir alanda lambayı yanıma bırakıp çömeldim. Biraz sonra da pat diye dizimin dibine düşen bıldırcını yakalayıp sepete koydum. Birkaç saatlik bekleyişin sonunda tam beş tane bıldırcınım olmuştu. Dönüş işareti ile toplandık. En az bıldırcın bende vardı. Yirminin üstünde yakalamış olan avcılar bile vardı arsamızda. İlk avım olmasına karşın başarılı olduğumu söyleyerek beni kutladılar. Ertesi gün akşam, Dursun amcanın nar gibi kızarttığı bıldırcınlarla rakı, şarap ve buz gibi biraların eşliğinde, kalabalık bir ziyafette avımızı ve benim Arhavililiğimi kutladık.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder