Askerliğimi
bitirip Ankara’ya dönmüştüm. Kızılay’da buluştuğumuz bir arkadaşla, onun
bir işi için MEB’na (Milli Eğitim Bakanlığı) gittik. Arkadaşım bakanlıkta Doğu Karadeniz’in şirin
bir kasabasında Orta Okul müdürü olduğunu söylediği bir arkadaşı ile
karşılaştı. Sohbet sırasında adı Abidin
olan müdür Ankara’ya, bir heyetle, kasabalarında yeni bir lise açmak için
öğretmenler, öncelikle de Matematik ve Fizik öğretmeni bulmağa geldiklerini
anlattı. Arkadaşım; “İyileşecek hastanın doktor ayağına gelirmiş. Sizin
aradığınız eleman işte karşında.” Diyerek beni müdür beye takdim etti. Abidin
beyle birlikte üç kişi olan heyetin yanına gittik. Görüşme sonunda oldukça iyi
sayılan bir ücret karşılığı anlaştık. Sözleşmeyi imzaladıktan sonra Lisenin
müdürlüğünü de ayrıca bir ücret karşılığı bana teklif ettiklerinde sevinmekle
birlikte biraz tedirginlik duydum. Çünkü meslekte ilk görevimdi ve
yöneticiliğin Y’ sini bilmiyordum. Abidin Bey kulağıma eğilip; “Hiç endişe
etme. Yapılan Lise binası, Orta Okulun da içinde olduğu geniş bir bahçenin
içinde. Gereksinim duyduğun her idari konuda ben senin yanındayım. Göreceksin
hiçbir sorun çıkmayacak.” Deyince rahatladım ve tekliflerini memnunlukla
karşıladım.
Görev
üslendiğim okulun bulunduğu kasabanın adı Arhavi idi. Bu ismi daha önce hiç
duymamıştım. Abidin Bey Artvin’in bu sahil kasabasını çok beğeneceğimi söyledi.
Ayrıca; “Arhavi o yörenin en kültürlü, en çalışkan ve yeniliklere açık
insanlarının yaşadığı bir kasabadır. Ben de Arhavi’ye gelmeden önce bir hayli
endişeliydim. Şimdi orada görev yapmaktan son derece mutluyum.” Diye ekledi.
O
yıllarda değil kasabalarda, Doğunun, Güney Doğunun bazı illerinde bile henüz
lise yoktu. Hali vakti yerinde olan kasabalar Lise Yaptırma Derneği kurarak
MBE'nın verdiği projeye uygun şekilde Lise binasını ya o yörenin zenginlerinden
biri ya da birkaçının gönüllü katkılarıyla, ya da imece usulü ile kendileri
yapıyordu. Kendi olanakları ile sağladıkları sözleşmeli öğretmenlerle birinci
yıl eğitimi sürdürüyorlar, ertesi yıl MBE ye başvurarak bakanlık normlarına
uygun, her şeyiyle hazır bir liseyi hiçbir talepte bulunmamak koşulu ile MBE ye
devrediyorlardı. Böylece bakanlık, bütçesinden beş kuruş harcamadan bir lise
binasına sahip oluyor, yöre halkı da lise okuluna bir an önce kavuşmuş
oluyordu. Benim lisemin de işte böyle bir okul olduğunu söylediler.
Uzun ve
sıkıntılı bir otobüs yolculuğu sonunda ikindi vakti Rize’ye ulaştım. Buradan
sonra yolculuğuma minibüsle devam etmem gerektiğini söylediler. İki saati
aşkın, kâh sahilden kâh gür ormanların içinden geçecek olan bozuk yollara
düştük. Bir dönemcin bitiminde bizi sollayıp geçen bir taksi önümüzde seyreden
boş kamyonun yolunu kesip durdurdu. Taksiden hışımla inen genç bir kadın
kuşağından çıkardığı tabancayla kamyonun şoför mahallinde oturan, sonradan iki
kişi olduklarını öğrendiğimiz, adamların üstüne kurşun yağdırdı. Ardından da
görevini yapmış olmanın huzuru ile taksiye atlayıp hızla oradan uzaklaştı. Ben
şaşkınlıktan donup kaldım. Minibüsümüz, şoförle birlikte inen birkaç kişinin,
olup biteni öğrenerek merakları gidermeye yetecek kadar bir süre bekledi.
Minibüstekiler tanığı olduğumuz bu korkunç cinayete pek şaşırmış gibi
görünmediler. Olayı yorumlamakla yetindiler. Onlara göre kamyondakilerden biri
kadını evlenme vaadiyle kandırmış ya da ikisi bir olup dağa kaldırmış
olmalıymış. O da intikamını almışmış. Arabaya dönen şoförümüz olayın nedenini
öğrenemediklerini, şoförün ölmüş olduğunu, öteki şahsın da doktora yetişmesinin
mucize olacağını söyledi. Olay beni
hayli etkilemişti. Bekârdım, gittiğim kasabanın kızlarıyla heyecanlı, tatlı
gönül ilişkileri hayal etmiştim. Hâlbuki şimdi yörede bulunduğum süre içinde ne
kadar dikkatli olmam gerektiği gün gibi açıktı. Yöreye ilişkin pek çok
bilinmezliğe bir de bu korku eklendi.
Sahilde yemyeşil bir vadiye kurulmuş kasaba,
sonradan adının kızılağaç olduğunu öğrendiğim kocaman, yüksek ve düzgün
ağaçların arasında adeta kaybolmuş gibiydi. Sahil boyundaki bir otel ve beş on
işyerini saymazsanız, bırakın duvar duvara olanını bahçeleri yan yana olan iki
ev görmek bile olanaksızdı. Zaten birbirine uzak yapılmış evler kızılağaçların
ve fındık bahçelerinin arasında zar zor fark ediliyordu. Vadinin gerilerinde
yükselen tepelerin aşağı yamaçları yeşil bir halıyı andırıyordu. Buraların çay
bahçeleri olduğunu sonradan öğrenecektim. Fındık, çay ya da mısır ekili olmayan
tüm alanlar ve tepeler gür ormanlarla kaplı görünüyordu. Kasabanın önünden
geçen sahili izleyen yol, denizden oldukça yüksek, kayalarla örülmüş sur gibi
duvarlarla sağlama alınmış görünüyordu. Her yönüyle kasabamın olağanüstü güzel
bir görünümü vardı. Bu güzelliklerin içinde mutlu olamamak düşünülemezdi.
Minibüs
bir lokantanın önünde durup indirmişti beni. İçinde en az bir hafta beni idare
edecek öteberinin olduğu çantamı alıp lokantaya girdim. İşyerinin patronu
olduğunu sandığım, görünümü ile dört dörtlük bir Laz uşağı olan adama gidip
kendimi tanıttım. “Uyyyy! Haçan pizum lisemizun mudürü misun? Ha piz buraya
yaşli, başli pirinu pekleyiduk. Demek böyle mudür de olayi.” Beni lisenin
müdürlüğüne yakıştıramadığı açıktı. Ben bile kendimi yakıştırmadıktan sonra…
Okul
binası kasabanın biraz dışında, fındık bahçelerinin arasında, iki katlı,
ortaokulla birlikte yüksek taş duvarlarla çevrili bir alanda, ortaokuldan daha
gösterişli ve büyük yeni bir bina. Bahçede voleybol, basketbol ve eksik ebatlı
bir futbol alanı var. Okulun ana giriş
kapısına yedi, sekiz basamak mermer merdivenle ulaşılıyor. Ana girişin üzerine
boydan boya yerleştirilmiş tabelada - ARHAVİ ÖZEL LİSESİ- yazısı okunuyor.
Kasabadan
küçük yaşta İstanbul’a göçüp zengin olan, büyük bir firmanın sahibi şahıs
hiçbir masraftan kaçınmamış, dört dörtlük bir lise binası yaptırmış. Müdür
odasına girdiğim zaman şaşkınlığımı gizleyemedim. “Burada ben mi oturacağım?”
deyince dernekçiler gülüştü. “Şimdu oturayisun şu koltuğa da foturafçimız bi
foturafinu çeksun. İlk mudürümüz olarak koridora asalum oni da.” Dedi birisi.
Kocaman bir masanın arkasındaki, benim için oldukça lüks olan, makam koltuğuna
kurulup fotoğraf çektirdim. Sonra makam odasında birkaç toplu fotoğraf daha
çekildi. Birlikte olduğumuz, kasabanın ileri gelenlerinden oluşan bu sekiz on
kişilik gurupla Sınıfları, kütüphaneyi, fizik ve kimya laboratuarlarını,
toplantı salonunu dolaştık. Son olarak da geceleri kalacağım odayı gösterdiler.
Güzel bir otel odasından farkı yoktu. Bana göre hiçbir eksiği kalmamıştı
okulumun.
Okulların
açılmasına iki hafta kalmıştı. Bakanlıktan açılış izni olmak için en az üç
farklı derse daha öğretmen bulmam gerekiyordu. Bana önerdikleri, yöreden
yetişmiş edebiyat, coğrafya ve tarih öğretmenleri ile görüştüm. Ücret devlet
lisesine göre hayli yüksek olduğundan kolay anlaştık. Bir hafta içinde açılış
iznini çıkarttık. Sıra ders dağıtımı ve programlarının yapılmasına gelmişti.
Lisemizin
ilk yılı olduğundan sadece birinci sınıf açılıyordu. Kayıtların başlamasından
birkaç gün sonra kaç öğrencimiz olacağı aşağı yukarı belli oldu. Yüz elli ye
yakın bir sayıya ulaşacaktık. Sınıflarımızı otuz beş, kırk arası mevcutlu dört
şube olarak planladık. Biyoloji dersini kasabalı bir doktora, kimya dersini
yine işyerini o yıl açmış kasabanın tek eczacısına, İngilizce dersini de orta
öğrenimini Ankara Maarif kolejınde okumuş olan kasabanın ikinci doktoruna
verdim. Branş derslerimin yanında beden eğitimi ve müzik derslerini de kendime
verdim. Böylece açık dersimiz kalmadı. Kurucu derneğin başkanı kasabanın
belediye başkanıydı. O yüzden pek çok sorunumuz belediyenin olanakları ile
giderilebiliyordu. Konunun hukuki boyutuna ilişkin sorunlarını dernek yönetim
kurulu başkan yardımcısı bir avukat ağabeyimiz çözümlüyordu. Ücretlerle ilgili
her türlü bürokratik sorunları da yine kasabanın tek mali müşaviri olan yönetim
kurulu üyesi birisi yapıyordu. Yani anlayacağınız bu görevi ilk kez yapıyor
olmamın bana fazla bir sıkıntısı yoktu.
Kasabada
ilk günüm hayli yoğun geçmişti. İlgili ilgisiz pek çok kişi ile tanıştırıldım.
Hayli kalabalık bir gurupla yediğimiz akşam yemeğinin ardından kasabanın sahil
gazinosuna gittik. Çay, kahve sunumlarının ardından yorgun ve uykusuz olman
nedeni ile dinlenmek isteğimi arz ettim. Eşlik eden bir refakatçi ile o gün
için otelde ayrılan odama çıktım. Yüksek duvarlara çarpan dalgaların sesinden
bir süre uyuyamadım. Sonunda yorgunluk ve uykusuzluk baskın çıktı sanırım.
Ertesi
sabah okula gittiğimde önce hademe denilen hizmetli karşıladı. Ellili
yaşlarında bir yöre insanı. “Hoş celdinuz sayin mudürüm. Ben Hademenuz çamil
(kâmil) Kayikçu. Emrinuzdayum efendum.” “Estağfurullah Kamil Efendi. Ne demek
emir filan. Ricam olur ancak.” Ana kapıdan binaya girince genç ve güzel bir kız
gülümseyerek; “Hoş geldiniz efendim. Ben sekreteriniz ….” Şaşkınlıktan ne
diyeceğimi şaşırdım. Güzel bir kızın benim sekreterim olabileceği aklımın
ucundan geçmemişti. Makam odama çıkıp, o güne kadar benzerini bile görmediğim
lüks ve konforlu koltuğuma kuruldum. Kısa bir süre sonra kapıyı tıklatıp içeri
giren sekreterimin gülümseyerek kahvemi nasıl alacağımı sorması beni bayağı
havalara soktu sanırım. Kasabalıların
gösterdiği yakınlık ve saygılı davranışları da göz önüne alınınca kendimi
önemli biri gibi hissetmeye başladım. Bütün bunları hak etmek için var gücümle
çalışmam gerektiğine karar verdim.
Okulda
yattığım ilk geceden itibaren garip bir olayla karşılaştım. Gecenin ilerleyen
saatlerinde okulun çevresi köpek sesine tam da benzemeyen ulumalarla
çınlıyordu. Penceremin dibine kadar geliyorlar, var güçleriyle bağırıyorlardı.
Ulumalar şafak vaktine kadar kesilmiyordu. Birkaç gün gözüme uyku girmedi.
Sonra bunların çakal olduğunu söylediler. İyice karanlık bastıktan sonra tepelerden
inip buralarda yiyecek aradıklarını, uluyarak ta haberleştiklerini anlattılar.
Lokantacı Dursun amca; “Canuni sikma mudür bey. Bi gaç cune galmaz alışirsun.
Oyleçi piz o sesleru duymadan uyku uyuyamayiruk bile, pize ninnu çimu celiyi
da.” Diyerek sözüm ona beni rahatlatmıştı. İlk haftadan sonra bu seslerden
rahatsızlık duymadığımı hayretle fark ettim.
Okulda
işim bitince kasabanın sahil gazinosuna gidiyordum. Orada akşamları denizin
ortasından, altın bir sütun gibi denize çakılan güneşin batışını izlemenin
zevkine doyum olmazdı. Okuldan gazinoya
gidişteki yol boyunda iki taraflı fındık bahçeleri uzanıyordu. Gelirken de
giderken de, yollara kadar sarkmış ağaçlardan, taze fındık kopartıp cebime
dolduruyor, uygun bir yerde ve zamanda kırıp yiyordum. Bahçelerin sınırlarında
kızılağaçlar onlarca metre yüksekliğe erişmiş, başta asma olmak üzere birçok
bitkinin sarılarak yükseklere tırmanmasına olanak sağlıyordu. Üzüm salkımları
ta yirmi, yirmi beş metre yükseklerden bardak gibi sallanıyordu. Bu üzümler
insanlardan çok kuşların işine yarıyor gibi göründü bana.
Bir iki
hafta içinde Arhavi’deki yaşam tarzına uyum sağladığımı söyleyebilirim.
Kahvaltı etmiyordum. Öğle ve akşam yemeklerini diğer bekâr arkadaşlarla
birlikte Dursun Ustanın lokantasında yiyorduk. Akşamlarım çoğu zaman makam
odamda yatıncaya kadar ders hazırlamakla geçiyordu. Yirmi saati matematik, on
ikisi fizik, dördü de müzik olmak üzere otuz altı saat dersim vardı
haftada. Dersler başladığında uykularım
da düzene girmişti. Derse girdiğim her saati bir sorun yaşamadan bitirmek bana
büyük keyif veriyordu. Öğrenciler ders aralarında, nereden çıktığını
anlayamadığım, bir kemençe eşliğinde hemen bir horon başlatıyorlardı. Önceleri
çocukların bu neşesi beni mutlu ediyordu. Birkaç gün sonra horunun ortasında
patlatılmağa başlatılan silahları mantar tabancası olarak algılamıştım. Sonra
bunların gerçek tabanca ve atılan mermilerin de gerçek mermi olduğunu öğrenince
korku ve şaşkınlıkla panikledim. Ertesi gün yaptığımız aramada bir düzüne
civarında gerçek tabancaya el koyduk. Yönetim kurulunun ve velilerin desteği
ile bir iki hafta içinde bu konuyu sorunlar listesinden çıkardık. Canımı sıkan
tek konu, güzel sekreterimle yakınlaşamamaktı. Başıma gelebilecekleri düşünmek
bile beni çok korkutuyordu. O bana ne kadar yakın durmak istese de ben oldukça
ciddi ve soğukça karşılıyor, ümit vermemeğe özen gösteriyordum. Sekreterim,
yönetim kurulu üyelerinden birisinin kızıydı zaten.
Yağmur
yağmıyorsa yörenin ekim, kasım ayları çok güzel oluyormuş. Benim şansımdan mı
nedir, ekim ayı yağışsız geçiyordu. Bir hafta sonu ilçenin kaymakamı, doktoru
ve eczacısı ile Arhavililerin “Hemşin” dedikleri dağ köylerine günübirlik bir
geziye çıktık. Kaymakamın cipiyle, inişli yokuşlu, toprak, dağ yollarında
ilerliyorduk. Giyim kuşamı ve donanımıyla tam bir Doğu Karadenizli olan, ama
yaşını kestiremediğim bir kadına rastladık yolda. Sırtındaki küfeyle yeşil çay
yaprağı taşıyordu. Beş on metre önde de kırklı yaşlarında bir adam gömleğinin
yakasını göbeğine kadar açmış ağır, ağır yürüyordu. Adamın yanına gelince
kaymakam cipi durdurdu. Selamlaştıktan sonra adama; “Arkadaki hanım neyin
oluyor?” diye sordu. Adam geriye döndü; “Ha onu mi deyisun, çendusi penum kari
olayi da.” “Pekâlâ, yük neden onun sırtında?
Sen erkek değil misin? Üstelik ondan çok daha güçlü, kuvvetlisin. Bu sıcakta,
yokuş yukarı O kan ter içinde canını dişine takmış çabalıyor, sen bir elinde
tespih, diğerinde sigara maşallah erkekliğine diyecek yok doğrusu. Üstüne
üstlük ceketini, şapkanı da küfenin üstüne atmışsın gel keyfim gel. Karına
verdiğin değer bu mu?” Belli ki böyle
bir çıkış beklemiyordu adam. “Çimsinuz
pilmeyirum ama Penum karinun yaptuğu iş onun işidur. Pundan size ne uşağum. Pen
küfe taşur isem puralarda herçes pağa culer da.” Kaymakamın suratından
sinirlendiği belli oluyordu. Hepimiz cipten inmiştik. Davranışının yanlış olduğunu anlatmağa
çalıştıkça adam bize kızdı. İkide bir gömleğinin altındaki tabancasını
yokluyordu. Ben ciddi olarak korkmağa başlamıştım ki şoförümüz adamın kulağına
bir şeyler söyledi. Adam yelkenleri suya indiriverdi. Kadını onun tarafını
tutuyor, “Herifimdan ne isdeyisinuz,
Çimseye bi şey yapmaduk piz. Pirakun yakamizu da işimize pakalım.” Kaymakam hem
kadının hem de kocasının şaşkın bakışları altında küfeyi kadının sırtından alıp
adamın sırtına vurdu. “Bundan böyle
karılarınıza eşeğinizmiş gibi davranamayacaksınız. Onlar köle gibi çalışırken
kocaların kahvede oyun oynayıp, çubuk tüttürmesine izin vermiyorum. Bunu yapanı
duyar, görürsem jandarmayla aldırır hapislerde süründürürüm. Beni anladın mı?”
Kaymakamın çıkışı Hemşinliyi iyi korkuttu sanırım. Sırtında küfe yokuş yukarı
tırmanırken; “Emredersinuz gaymagamim. Köye varayim emrinizu köyun tüm
erçeklerine pizzat diyecegum.”
Ekim
ayının sıcak ve sakin bir tatil günü kasabanın sahil gazinosunda birkaç arkadaş
oturmuş şundan, bundan laflıyoruz. Deniz çarşaf gibi durgun. Oralarda az
rastlanır bir manzara. Açıklarda bir cisim fark ettik. Suyun içinde bir görünüp
bir kayboluyor. Herkes kafasına göre bir şey söylüyor. Birisi gemilerin
birisinden düşmüş bir konteyner, diğer biri bir balıkçı sandalı olmalı falan
filan diyor. Denize girme düşüncesiyle aldığım mayom da üzerimde olduğundan o
cisme kadar yüzeceğimi söyledim. Arkadaşlar cismin çok uzakta olduğunu, oraya
yüzmeye kalkışmanın çok tehlikeli olacağını söyledilerse de ben, bilinçaltı bir
şeyler kanıtlama dürtüsüyle olmalı, kendimi suya vurdum. Bir saate yakın
yüzmeme rağmen cisme yeterince yaklaşamamıştım. Geri dönmeyi de kendime
yediremedim. Yarım saat kadar daha yüzdükten sonra cismin bir tomruk olduğunu
fark edebildim. “Nasılsa tomruğa ulaştığımda üzerine çıkıp dinlenirim.” diye
canımı dişime takıp oraya kadar yüzmeğe karar verdim. Tomruğun yanına
vardığımda artık yüzmeğe takatim kalmamıştı. Tomruk tahminimden çok daha
büyüktü. On beş metreye yakın uzunluğu, bir metreden fazla çapı olan,
kabuğundan soyulmuş, bir oklava kadar düzgün dev bir ağaç gövdesiydi. Bırakın
üstüne çıkmayı elimi attıkça yavaş, yavaş dönüyor, tutunabilme olanağı
vermiyordu. Bu durumda üzerine çıkıp dinlenmem asla söz konusu değildi. Ama ben
birazda paniklemiş olarak ısrarla tutunmağa, üzerine tırmanmağa çalıştım.
Dermansızlıktan suyun üzerinde durmakta zorlanmağa ve su yutmağa başladım. Bir
süre sonra da nefessiz kalıp kendimi Kara Denizin sularına bıraktım.
Gözümü
açtığımda gazinoda bir koltuğa uzanmış durumdaydım. Başımda doktor ve tanıdık,
tanımadık bir yığın insan vardı. Anlaşılan bir kere daha Azrail’in pençesinden
çekip almışlardı beni. Ağzım deniz suyu ile doluymuş gibiydi. Bir de dehşetli
üşüyordum. Titrediğimi fark edip getirtilen bir battaniyeye sardılar.
Ben
tomruğa yüzerken hâkim bey evden dürbününü getirtip ne olduğu belirsiz cismi
tanımak istemiş. Daha sonrada benim zorda olduğumu görünce belediyenin motoru
ile yardımıma koşmuşlar. Birkaç dakika daha gecikseler dünyamı değişmiş olmam
kaçınılmazmış.
Bir
balıkçı teknesini hazırlayıp sahile çekmek üzere belediyenin birkaç adamı ile
tekrar tomruğun oraya gidildi. Bir saate kalmadı tomruk sahile çekildi.
Tomruğun büyüklüğü karşısında, seyre gelen meraklı kalabalığın dili tutuldu
desem yeridir. Tomruğun sahibinin ben olduğumu söylüyordu herkes. Nedeni de, denizde bulunan bir şeyin onu ilk
görene, bulana ait olduğu şeklindeki inanışlarıymış. Eğer ev yaptırıyor
olsaydım kereste gereksinimimin tamamını karşılardı nerdeyse. Bağışlayıp
bağışlayamayacağımı sordum, olumlu yanıt alınca da onu belediyeye bağışladım.
Ekim
ayının sonunda havalar soğudu, bulutlar gökyüzünü sardı. Kısa bir süre sonra da
yağmur başladı. Tam olarak on beş gün aralıksız ve aynı tempoda yağan yağmurlar
içimi karartmakla birlikte bir başka yöre etkinliğini de tanımamı sağladı. Gece
boyunca, lüks lambaları eşliğinde sürdürülen bıldırcın avı. Arhavililerin
söylediğine göre bu mevsimde Rusya üzerinden güney ülkelerine göç eden
bıldırcın sürüleri geceleri yıldızları izleyerek yol alırlarmış. Hava kapalı
olduğu zamanlarda karanlıkta uçan bıldırcınların bir kısmı gece ışığı gördüğü
yere doğru uçar, ışığın dibine düşermiş. İşte bu yüzden bu havalar bıldırcın
avı için bulunmadık fırsat yaratırmış. Bir gece, yaklaşık on kişinin katıldığı
ve davetli olduğum bu ava, tam donanımlı bir şekilde, ben de katıldım. Ormanın
içinde yağmur ve çamurda dolaşmak çok zor olduğu için küçükçe açık bir alanda
lambayı yanıma bırakıp çömeldim. Biraz sonra da pat diye dizimin dibine düşen
bıldırcını yakalayıp sepete koydum. Birkaç saatlik bekleyişin sonunda tam beş
tane bıldırcınım olmuştu. Dönüş işareti ile toplandık. En az bıldırcın bende
vardı. Yirminin üstünde yakalamış olan avcılar bile vardı arsamızda. İlk avım
olmasına karşın başarılı olduğumu söyleyerek beni kutladılar. Ertesi gün akşam,
Dursun amcanın nar gibi kızarttığı bıldırcınlarla rakı, şarap ve buz gibi
biraların eşliğinde, kalabalık bir ziyafette avımızı ve benim Arhavililiğimi
kutladık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder