18 Temmuz 2015 Cumartesi

ARMELİT GEÇİDİ




Arhavi’de görev yaptığım eğitim, öğretim döneminin sömestre tatilinin bir kısmını ailemle, kalanını da Ankara’daki arkadaşlarımla geçirdikten sonra tekrar Arhavi’ye dönmek üzere Ankara’dan otobüse bindim. 1967 yılının şubatıydı. Otobüsümüz Trabzon’a kadar gidiyordu. Trabzon’dan Rize’ye başka bir otobüsle, oradan da Arhavi’ye minibüslerle gidiliyordu. Bu tatilin başında Trabzon’dan ilk kez uçağa binmiş, kırk kişilik bu küçük  uçakla gelmiştim Ankaraya. Bu nedenle de bu yoldan ikinci geçişim olacaktı. Ekim ayı başındaki ilk gidişimde havalar henüz soğumamıştı. Yol boyunca gördüğüm manzaralar ise doyumsuzdu, olağanüstüydü. Bu ikinci yolculuğun kolay geçmeyeceği belliydi. Ülkenin her yeri soğuk ve yağışlıydı. Böyle havalarda Trabzon’a, o küçük uçaklarla, uçuşlar da yapılamıyormuş zaten. Sözün kısası otobüse mahkumdum.

Sabahın saat onunda otobüsümüz, o zamanlar Etlik’te konuçlanmış olan, otogardan hareket etti. Yolcuların çoğunluğu Doğu Karadenizli, şakacı  ve şen insanlardı. Daha Ankara’dan çıkmadan, bir yolcunun yanında taşıdığı kasetli teyp’inden dinlettiği kemençe eşliğindeki bir Karadeniz türküsü ile birçok kişi yerinde kıpırdamağa, omuzlarını titretmeğe başlamıştı bile. Çoruma kadar bu güzel Karadeniz ezgileriyle zamanın nasıl geçtiğini fark etmedik. Bir restoranda yemek molası verildiğinde saat iki buçuk civarıydı. Yirmi dakikalık moladan sonra, çiseleyen kara bulutların loş atmosferinde tekrar yola koyulduk. Dışarısı ne kadar kasvetli olsa da biz otobüsün içinde şen ve şakrak bir şekilde, güle oynaya yol alıyorduk. Yolculardan biri Otobüsün rafında, kılıfı içindeki bağlamayı göstererek; “Ha uşaklar, buriya pi saz cöreyirum. Çimundur pilmeyirum. Alup pirez çalsa hiç fena olmazidu, ne dersinuz uşağum, isdeyi misinyuz, çalsun mi?” Otobüstekiler hep bir ağızdan; “İsderiz, isderiz.” Diye tempolu bir şekilde el çırpmaya başladı.

O yıllarda bağlama çalıyordum. Arhavi’de kemençe çalan birkaç usta vardı, ama bağlama çalana rastlamamıştım. O yüzden, tatil dönüşü bağlamamı da yanıma almıştım. Hem Arhavi’li eğlentilere bağlama’yı da katmak, hem de boş zamanlarımda antreman yaparak parmaklarımın paslanmasını, yozlaşmasını önlemek düşüncesindeydim.

Samsun’dan sonra karanlık bastı. Yollar asfalt olsa da ya tamirat, ya da sellerin tahribatıyla yer, yer bozulmuştu. Otobüsün sarsmalarından ve yavaşlamalarından bu anlaşılıyordu.  O yıllarda Sahil yolu filan yoktu henüz.
Bir bakıyordunuz otobüsünüz deniz kenarında yol alıyor, bir süre sonra bir de bakıyordunuz ki yüksek bir dağın yamacından denizi kuş bakışı görüyorsunuz. Sonra dolana, kıvrıla yol yeniden sahile iniyordu. Bu dağ yollarının eşsiz manzarasını bir önceki yolculuğumda doya, doya izlemiştim. Şimdi ise buraları gece geçecektik. Ayrıca yolcular yükseklerde kar fırtınası olması olasılığının çok büyük olduğunu konuşuyorlardı. “Sabaha Trabzon’a varabilirsek eyidir vallaha.” Diye yolcuları uyardı muavin.

Bağlamamı raftan indirip, akordunu kontrol ettikten sonra, ilkin iki Karadeniz türküsü çalıp söyledim. Alkışlardan beğendikleri anlaşılıyordu. Anadolu’nun değişik yörelerinden birkaç türkü daha söyledikten sonra oyun havalarına geçtim. Önce yerlerinde tempo tutup, oynamağa çalışan bir kısım yolcular daha sonra otobüsün koridoruna doluşarak göbek atıp, bütün hünerlerini ortaya döktüler. Bu eğlence sona erdiğinde otobüsümüz, Giresun’la Trabzon arasında, bir yanı karlarla kaplı, öbür yanı derin bir uçurum olan bir yamacı yavaş, yavaş tırmanıyordu. Bağlamamı yerine kaldırdıktan sonra biraz kestirmek istedim. Bazı yolcular, biraz da tepinmekten yorulmuş olmanın etkisiyle uyuklamağa başlamıştı bile.

Uyandığımda otobüsümüz durmuştu. Camdan dışarı baktım, görebildiğim her taraf bembeyaz bir kar örtüsü altındaydı. Ağaçların dalları, üzerlerine yığılan karın ağırlığıyla yerdeki karlarla kucaklaşmıştı. Kar lapa, lapa yağmağa devam ediyordu. Kısa bir süre sonra otobüsümüzün neden durduğu anlaşıldı. Şoförle yolculardan bazıları tartışıyorlardı. Tokatlı olduğunu sonradan öğrendiğim  kaptanımız; “Bu mevsimde ben bu yoldan heç getmedim. Gorüş mesafesi çok kotü. Yol çok yüğsek meyilli bi rampa gorünüyo. Virajlarda gayma risgi çok fazla. Ayrıca kar giderek şiddetini artırıyo. Şimdiden yolda en az bir garış gar var. Bu şartlarda yola devam etmem çok tehlikeli. Kusuruma bakmayın, beklemek zorundayım. Üsdümde bu gadar yolcunun sorumluluğu var. Otobüs benim gendi malım, içinizde gendine guvenen şofor varısa goltuğumu ona bırakmıya da hazırım. Buyursun gelsin. Kim bilir, belki bu arada bi greyder geçer, bizde peşine takılır inerik bu yokuşu. Ben, acele etmiyelim derim.” Yolculardan şoföre karşı yükselen konuşmalar, genelde, devam etmemiz yönünde oluyordu. Arka sıralardan bir yolcu; “Şifor gardaşum, piz ha bu yollari ilk defa mi cideyiruk, piz bu dağlarda ne kışlar cörduk, ne tipilar atlatduk, bu kışlar pize vız celur, tirus cider da. Bağa galursa devam etmelisun. Boyle durur kalursan donup öliruz uşağum.” Bir başkası; “Sayin yolcular ve de gapdan efendu. Burasi ‘Armelit Geçidi’dur. Ben buralari eyi pilirum. Yolumizun en yüksek, dik ve viracli bolgesidur. Burayı iner isek işimuz golaylaşacakdur.Yedi, seçuz kilometre cibu aşağıda penziluk ve Kamil dayınun bi diğnenme yeri, yani bi gahve vardur. İsdeyen oraya yürüyepilur. Sıkı bi yörümeyle bi saatde erişilapilur.”

Aşağıda, yol üzerinde bir kahve olduğunu öğrenmem beni dürttü. Yirmi beşinde, gözünü daldan, budaktan sakınmaz bir delikanlıyım. Ayrıca önder ruhlu biri olduğumu düşünüyorum. Herkesin, her şeyin önünde olmam gerektiği gibi garip duygular besliyorum. Bu ruh hali içinde, “Ben önden yola çıkarsam, yürüyebilecek olan herkes peşimden gelir nasıl olsa.” düşüncesi geldi aklıma. Montumu giydim, yürüyeceğimi söyledim ve gitmemin doğru olmayacağını söyleyenlere aldırış etmeden, muavinin açtığı arka kapıdan indim.

Kar lapa, lapa yağıyordu. Aynı zamanda sis vardı. Yolun iki yanındaki ormanın sadece yol kenarındaki birkaç ağacı görülebiliyordu. Yerler bir karış kadar kar tutmuştu. Yürürken ayaklarım kara gömülüyordu. Az da olsa ara sıra botlarımın üstünden ayağıma kar giriyordu . Bir süre yürüdükten sonra dönüp arkama baktım. Beni izleyen tek canlı kulu yoktu. Herkesin peşimden geleceği beklentim bir hayal, bir fiyaskodan ibaret kalmıştı. Benimki tam bir aptal cesaretiydi. Otobüse geri dönmek aklımdan geçse de bunu delikanlılığa yediremedim. Tek başıma da olsa yola devam kararı aldım. Aslına bakılırsa kendimden çok otobüste kalanlar için endişeleniyordum güya. Bir süre sonra otobüsün yakıtının biteceğini, kaloriferlerin yanmaması sonucunda soğuktan donabileceklerini varsayarak aptallığıma kılıf bulmağa çalışıyordum. “Halbuki peşimden gelseler, güle oynaya aşağıdaki kahveye sağ salim varır, geçip sobanın karşısına çayımızı yudumlardık ne güzel. Kendileri bilir.” Diye geçiriyordum içimden. Ben görevimi yapmış, yüksek öngörümle önderliğimi göstermiştim. Onlar için başka yapabileceğim bir şey yoktu. “Kendi düşen ağlamaz.”

Giderek kar hızını artırdı. Önümü görmekte zorlanıyordum. Bereket versin ki yolun iki yanında da kar yığılıydı. Daha önce geçmiş greyderler yolun karını kenarlara kürümüş, yolu adeta bir yarma’ya, üstü açık bir tünel’e çevirmişti. Bu yüzden yoldan çıkma, yolu kaybetme riskim, korkum yoktu hiç olmazsa. Ayrıca karın beyazlığı sayesinde gece zifiri karanlık değildi. Yöremde, Arhavi gecelerinden çok iyi tanıdığım, çakal sesleri giderek çoğalıyordu. Görüş alanımın çok kısıtlı olmasına karşın arada bir yakın mesafede önümden geçen, kurt mu, çakal mı olduğunu ayıramadığım karartılar geçiyordu. Hayvanların saldırısına uğrayacak olsam kendimi korumak için yanımda bir çakı bile yoktu. Bir ara kendimi aptallığımın kurbanı gibi hissettim. Ama yapacak bir şey yoktu. Ne olursa olsun, sonuna kadar yola devam etmem gerekiyordu.

Bir saati aşkın, göz açtırmayan tipiye karşı var gücümle yürümeğe çalışıyordum. Hesaplamalarıma göre en az on kilometre yürümüştüm. Ortalıkta hala ne bir tesis, ne de bir ışık görünüyordu. Yolu örten karın kalınlığı yer, yer diz boyuma çıkıyordu. Karları yararak yürümekte zorlanmağa başlamıştım. Ayrıca gecenin soğuğu artmıştı. Yüzüm, burnum, kulaklarım buzlanıyordu. Yürümeme karşın ellerim, ayaklarım soğuktan uyuşmağa başlamıştı. Diğer yandan çakal sesleri kurt ulumalarına karışıyor, aşağılarda yankılanıyordu. İyiden iyiye korkmağa da başlamıştım. “Varmağa çalıştığım kahvehaneyi geçmiş olabilir miyim? Eğer öyleyse bittiğimin resmidir. Bu tipide karın üstüne oturup beklemek felaketim olur. Donup kalırım burada. Gerekirse sabaha kadar yürümekten başka çarem yok.” Bu düşüncelerle bir rüyanın içindeymişim gibi yürüdüm, yürüdüm.

Bir yerlerde görüş alanım bir miktar artmış gibi geldi bana. Tipi devam ediyordu. Yolun kenarındaki kar yığınları azalmış, alan biraz genişlemişti sanki. Umutla ve son bir gayretle hızlandım. Bir müddet sonra da yolun sağındaki ışığı fark ettim. Işığa yaklaştığımda, aydınlık olmasına karşın, buğulanmış camlar yüzünden içerisi görünmeyen, tek katlı bir binanın önündeydim. Biraz ileride iki tane kamyon fark edilebiliyordu. Uyuşmuş ellerimle kapıyı açmakta zorlandım. İçeri girdim. Orta yerde, varilden bozma bir sobanın başında üç kişi ve çay ocağında uyuklayan bir genç adam vardı. Beni perişan bir halde görünce ayağa kalktılar, sorgu, sualden sonra; “Sen donmak üzeresun delikanlu, hemen çikar şu üstundeçilaru. Ellerinu, ayaklarinu soğuk suya sokmamiz ilazum. Aksi takdirde çok fena olacağsun.” Beni soydular. İleride bir köşede duran su dolu variin başına vardık. Söylediklerini bir, bir uyguladılar. Sonra da bir battaniyeye sarıp sobanın başına oturttular. “Meraglanma hemşerum. Yarum saat içinde çenduna celirsun.”

Bir saat kadar sonra dışarıda motor sesleri duyuldu. Kısa bir süre sonra da kahvenin kapısı açıldı. İtişip kakışarak sobanın başında yer kapmağa çalışan insanların çoğu bizim otobüsün yolcularıydı. Bu arada otobüsün şoför muavini, kendinden geçmiş bir durumda, bir yolcunun sırtında içeri sokulmuştu. Bağırış, çağırışlardan donmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Onu hemencecik soydular ve soğuk su dolu varile soktular. Birkaç kez batırıp çıkardıktan sonra kurulayarak battaniyelere sardılar. Sobanın yanında yan yana koydukları iki sandalyeye uzatıp dinlenmeğe bıraktılar.

Bizim otobüsün önünden yolu açarak gelen greyderin peşinden birkaç kamyon daha gelmişti kahvehanenin önüne. Neredeyse içerisi tıklım, tıklımdı. Sobaya durmadan odun atılıyor, çaycı ha bire çay servisi yapıyordu. Konuşmalar arasında otobüs yolcularından bazıları benim, gecenin bir yarısı tek başıma yola çıkmamı aptallık olarak nitelediler. Buraya ulaşabilmiş olmamın büyük bir şans olduğunu söylediler. Bütün samimiyetimle kendilerine hak verdiğimi, bunun benim için esaslı bir deneyim olduğunu söyledim. “peşimden, hiç olmazsa beş, on kişinin geleceğini ummuştum. Kimsenin gelmemesi beni çok şaşırttı. Geri dönmeyi de kendime yediremedim. Cahilce davrandım.” Dedim.   

Kısa bir süre sonra ortalık aydınlandı. Dışarıda tipi durmuş ama kar yağışı sürüyordu. Bu arada muavin de yavaş, yavaş kendine gelmişti. Şoförümüz;
“ On beş Dakka soğna hareket ediyok. Herkeş ona gore hazırlıklı osun. Son çaylarınızı için baylar, bayannar.” Bildiriminde bulundu.

Eski gücünü ve canlılığını kazanmış olan muavinimizin; “bütün yolcular tamam mı? Herkiş yanındakinin gelip, gelmediğini gontrol etsin. Temamsa hareket ediyok.” Yolculardan gelecek yanıtı beklemeden koridoru bir baştan öbür başa geçerek yolcuları koltuklarında saydı. Ardından şoföre; “Temamdır  usda, hareket edebiliriz.” Diyerek tekmilini verdi. Lapa lapa yağan karın altında, bol dönemeçli ve inişaşağı yolumuza tekrar koyulduk.       

    


        

      

 


   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder