Arhavi’de görev
yaptığım eğitim, öğretim döneminin sömestre tatilinin bir kısmını ailemle,
kalanını da Ankara’daki arkadaşlarımla geçirdikten sonra tekrar Arhavi’ye
dönmek üzere Ankara’dan otobüse bindim. 1967 yılının şubatıydı. Otobüsümüz
Trabzon’a kadar gidiyordu. Trabzon’dan Rize’ye başka bir otobüsle, oradan da Arhavi’ye
minibüslerle gidiliyordu. Bu tatilin başında Trabzon’dan ilk kez
uçağa binmiş, kırk kişilik bu küçük uçakla gelmiştim Ankaraya. Bu nedenle de bu
yoldan ikinci geçişim olacaktı. Ekim ayı başındaki ilk gidişimde havalar henüz
soğumamıştı. Yol boyunca gördüğüm manzaralar ise doyumsuzdu, olağanüstüydü. Bu
ikinci yolculuğun kolay geçmeyeceği belliydi. Ülkenin her yeri soğuk ve
yağışlıydı. Böyle havalarda Trabzon’a, o küçük uçaklarla, uçuşlar da
yapılamıyormuş zaten. Sözün kısası otobüse mahkumdum.
Sabahın saat
onunda otobüsümüz, o zamanlar Etlik’te konuçlanmış olan, otogardan hareket
etti. Yolcuların çoğunluğu Doğu Karadenizli, şakacı ve şen insanlardı. Daha Ankara’dan çıkmadan, bir
yolcunun yanında taşıdığı kasetli teyp’inden dinlettiği kemençe eşliğindeki bir
Karadeniz türküsü ile birçok kişi yerinde kıpırdamağa, omuzlarını titretmeğe
başlamıştı bile. Çoruma kadar bu güzel Karadeniz ezgileriyle zamanın nasıl geçtiğini
fark etmedik. Bir restoranda yemek molası verildiğinde saat iki buçuk
civarıydı. Yirmi dakikalık moladan sonra, çiseleyen kara bulutların loş atmosferinde
tekrar yola koyulduk. Dışarısı ne kadar kasvetli olsa da biz otobüsün içinde
şen ve şakrak bir şekilde, güle oynaya yol alıyorduk. Yolculardan biri Otobüsün
rafında, kılıfı içindeki bağlamayı göstererek; “Ha uşaklar, buriya pi saz cöreyirum.
Çimundur pilmeyirum. Alup pirez çalsa hiç fena olmazidu, ne dersinuz uşağum,
isdeyi misinyuz, çalsun mi?” Otobüstekiler hep bir ağızdan; “İsderiz, isderiz.”
Diye tempolu bir şekilde el çırpmaya başladı.
O yıllarda
bağlama çalıyordum. Arhavi’de kemençe çalan birkaç usta vardı, ama bağlama
çalana rastlamamıştım. O yüzden, tatil dönüşü bağlamamı da yanıma almıştım. Hem
Arhavi’li eğlentilere bağlama’yı da katmak, hem de boş zamanlarımda antreman
yaparak parmaklarımın paslanmasını, yozlaşmasını önlemek düşüncesindeydim.
Samsun’dan sonra
karanlık bastı. Yollar asfalt olsa da ya tamirat, ya da sellerin tahribatıyla
yer, yer bozulmuştu. Otobüsün sarsmalarından ve yavaşlamalarından bu
anlaşılıyordu. O yıllarda Sahil yolu
filan yoktu henüz.
Bir bakıyordunuz
otobüsünüz deniz kenarında yol alıyor, bir süre sonra bir de bakıyordunuz ki
yüksek bir dağın yamacından denizi kuş bakışı görüyorsunuz. Sonra dolana,
kıvrıla yol yeniden sahile iniyordu. Bu dağ yollarının eşsiz manzarasını bir
önceki yolculuğumda doya, doya izlemiştim. Şimdi ise buraları gece geçecektik.
Ayrıca yolcular yükseklerde kar fırtınası olması olasılığının çok büyük
olduğunu konuşuyorlardı. “Sabaha Trabzon’a varabilirsek eyidir vallaha.” Diye
yolcuları uyardı muavin.
Bağlamamı raftan
indirip, akordunu kontrol ettikten sonra, ilkin iki Karadeniz türküsü çalıp
söyledim. Alkışlardan beğendikleri anlaşılıyordu. Anadolu’nun değişik
yörelerinden birkaç türkü daha söyledikten sonra oyun havalarına geçtim. Önce
yerlerinde tempo tutup, oynamağa çalışan bir kısım yolcular daha sonra otobüsün
koridoruna doluşarak göbek atıp, bütün hünerlerini ortaya döktüler. Bu eğlence
sona erdiğinde otobüsümüz, Giresun’la Trabzon arasında, bir yanı karlarla
kaplı, öbür yanı derin bir uçurum olan bir yamacı yavaş, yavaş tırmanıyordu.
Bağlamamı yerine kaldırdıktan sonra biraz kestirmek istedim. Bazı yolcular,
biraz da tepinmekten yorulmuş olmanın etkisiyle uyuklamağa başlamıştı bile.
Uyandığımda
otobüsümüz durmuştu. Camdan dışarı baktım, görebildiğim her taraf bembeyaz bir
kar örtüsü altındaydı. Ağaçların dalları, üzerlerine yığılan karın ağırlığıyla
yerdeki karlarla kucaklaşmıştı. Kar lapa, lapa yağmağa devam ediyordu. Kısa bir
süre sonra otobüsümüzün neden durduğu anlaşıldı. Şoförle yolculardan bazıları
tartışıyorlardı. Tokatlı olduğunu sonradan öğrendiğim kaptanımız; “Bu mevsimde ben bu yoldan heç getmedim. Gorüş
mesafesi çok kotü. Yol çok yüğsek meyilli bi rampa gorünüyo. Virajlarda gayma risgi çok
fazla. Ayrıca kar giderek şiddetini artırıyo. Şimdiden yolda en az bir garış
gar var. Bu şartlarda yola devam etmem çok tehlikeli. Kusuruma bakmayın,
beklemek zorundayım. Üsdümde bu gadar yolcunun sorumluluğu var. Otobüs benim
gendi malım, içinizde gendine guvenen şofor varısa goltuğumu ona bırakmıya da
hazırım. Buyursun gelsin. Kim bilir, belki bu arada bi greyder geçer, bizde
peşine takılır inerik bu yokuşu. Ben, acele etmiyelim derim.” Yolculardan
şoföre karşı yükselen konuşmalar, genelde, devam etmemiz yönünde oluyordu. Arka
sıralardan bir yolcu; “Şifor gardaşum, piz ha bu yollari ilk defa mi cideyiruk,
piz bu dağlarda ne kışlar cörduk, ne tipilar atlatduk, bu kışlar pize vız
celur, tirus cider da. Bağa galursa devam etmelisun. Boyle durur kalursan donup
öliruz uşağum.” Bir başkası; “Sayin yolcular ve de gapdan efendu. Burasi
‘Armelit Geçidi’dur. Ben buralari eyi pilirum. Yolumizun en yüksek, dik ve
viracli bolgesidur. Burayı iner isek işimuz golaylaşacakdur.Yedi, seçuz
kilometre cibu aşağıda penziluk ve Kamil dayınun bi diğnenme yeri, yani bi
gahve vardur. İsdeyen oraya yürüyepilur. Sıkı bi yörümeyle bi saatde
erişilapilur.”
Aşağıda, yol
üzerinde bir kahve olduğunu öğrenmem beni dürttü. Yirmi beşinde, gözünü daldan,
budaktan sakınmaz bir delikanlıyım. Ayrıca önder ruhlu biri olduğumu düşünüyorum. Herkesin, her şeyin önünde olmam gerektiği gibi garip duygular besliyorum. Bu ruh
hali içinde, “Ben önden yola çıkarsam, yürüyebilecek olan herkes peşimden gelir
nasıl olsa.” düşüncesi geldi aklıma. Montumu giydim, yürüyeceğimi söyledim ve
gitmemin doğru olmayacağını söyleyenlere aldırış etmeden, muavinin açtığı arka kapıdan indim.
Kar lapa, lapa
yağıyordu. Aynı zamanda sis vardı. Yolun iki yanındaki ormanın sadece yol
kenarındaki birkaç ağacı görülebiliyordu. Yerler bir karış kadar kar tutmuştu.
Yürürken ayaklarım kara gömülüyordu. Az da olsa ara sıra botlarımın üstünden
ayağıma kar giriyordu . Bir süre yürüdükten sonra dönüp arkama baktım. Beni
izleyen tek canlı kulu yoktu. Herkesin peşimden geleceği beklentim bir hayal,
bir fiyaskodan ibaret kalmıştı. Benimki tam bir aptal cesaretiydi. Otobüse geri
dönmek aklımdan geçse de bunu delikanlılığa yediremedim. Tek başıma da olsa
yola devam kararı aldım. Aslına bakılırsa kendimden çok otobüste kalanlar için
endişeleniyordum güya. Bir süre sonra otobüsün yakıtının biteceğini,
kaloriferlerin yanmaması sonucunda soğuktan donabileceklerini varsayarak
aptallığıma kılıf bulmağa çalışıyordum. “Halbuki peşimden gelseler, güle oynaya
aşağıdaki kahveye sağ salim varır, geçip sobanın karşısına çayımızı yudumlardık
ne güzel. Kendileri bilir.” Diye geçiriyordum içimden. Ben görevimi yapmış,
yüksek öngörümle önderliğimi göstermiştim. Onlar için başka yapabileceğim bir
şey yoktu. “Kendi düşen ağlamaz.”
Giderek kar
hızını artırdı. Önümü görmekte zorlanıyordum. Bereket versin ki yolun iki
yanında da kar yığılıydı. Daha önce geçmiş greyderler yolun karını kenarlara
kürümüş, yolu adeta bir yarma’ya, üstü açık bir tünel’e çevirmişti. Bu yüzden
yoldan çıkma, yolu kaybetme riskim, korkum yoktu hiç olmazsa. Ayrıca karın
beyazlığı sayesinde gece zifiri karanlık değildi. Yöremde, Arhavi gecelerinden
çok iyi tanıdığım, çakal sesleri giderek çoğalıyordu. Görüş alanımın çok
kısıtlı olmasına karşın arada bir yakın mesafede önümden geçen, kurt mu, çakal
mı olduğunu ayıramadığım karartılar geçiyordu. Hayvanların saldırısına
uğrayacak olsam kendimi korumak için yanımda bir çakı bile yoktu. Bir ara
kendimi aptallığımın kurbanı gibi hissettim. Ama yapacak bir şey yoktu. Ne
olursa olsun, sonuna kadar yola devam etmem gerekiyordu.
Bir saati aşkın,
göz açtırmayan tipiye karşı var gücümle yürümeğe çalışıyordum. Hesaplamalarıma
göre en az on kilometre yürümüştüm. Ortalıkta hala ne bir tesis, ne de bir ışık
görünüyordu. Yolu örten karın kalınlığı yer, yer diz boyuma çıkıyordu. Karları
yararak yürümekte zorlanmağa başlamıştım. Ayrıca gecenin soğuğu artmıştı.
Yüzüm, burnum, kulaklarım buzlanıyordu. Yürümeme karşın ellerim, ayaklarım
soğuktan uyuşmağa başlamıştı. Diğer yandan çakal sesleri kurt ulumalarına karışıyor,
aşağılarda yankılanıyordu. İyiden iyiye korkmağa da başlamıştım. “Varmağa
çalıştığım kahvehaneyi geçmiş olabilir miyim? Eğer öyleyse bittiğimin resmidir.
Bu tipide karın üstüne oturup beklemek felaketim olur. Donup kalırım burada.
Gerekirse sabaha kadar yürümekten başka çarem yok.” Bu düşüncelerle bir rüyanın
içindeymişim gibi yürüdüm, yürüdüm.
Bir yerlerde
görüş alanım bir miktar artmış gibi geldi bana. Tipi devam ediyordu. Yolun
kenarındaki kar yığınları azalmış, alan biraz genişlemişti sanki. Umutla ve son
bir gayretle hızlandım. Bir müddet sonra da yolun sağındaki ışığı fark ettim. Işığa
yaklaştığımda, aydınlık olmasına karşın, buğulanmış camlar yüzünden içerisi
görünmeyen, tek katlı bir binanın önündeydim. Biraz ileride iki tane kamyon
fark edilebiliyordu. Uyuşmuş ellerimle kapıyı açmakta zorlandım. İçeri girdim.
Orta yerde, varilden bozma bir sobanın başında üç kişi ve çay ocağında
uyuklayan bir genç adam vardı. Beni perişan bir halde görünce ayağa kalktılar, sorgu,
sualden sonra; “Sen donmak üzeresun delikanlu, hemen çikar şu üstundeçilaru.
Ellerinu, ayaklarinu soğuk suya sokmamiz ilazum. Aksi takdirde çok fena
olacağsun.” Beni soydular. İleride bir köşede duran su dolu variin başına
vardık. Söylediklerini bir, bir uyguladılar. Sonra da bir battaniyeye sarıp
sobanın başına oturttular. “Meraglanma hemşerum. Yarum saat içinde çenduna
celirsun.”
Bir saat kadar
sonra dışarıda motor sesleri duyuldu. Kısa bir süre sonra da kahvenin kapısı
açıldı. İtişip kakışarak sobanın başında yer kapmağa çalışan insanların çoğu
bizim otobüsün yolcularıydı. Bu arada otobüsün şoför muavini, kendinden geçmiş
bir durumda, bir yolcunun sırtında içeri sokulmuştu. Bağırış, çağırışlardan
donmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Onu hemencecik soydular ve soğuk su dolu
varile soktular. Birkaç kez batırıp çıkardıktan sonra kurulayarak battaniyelere sardılar. Sobanın yanında yan yana koydukları iki
sandalyeye uzatıp dinlenmeğe bıraktılar.
Bizim otobüsün
önünden yolu açarak gelen greyderin peşinden birkaç kamyon daha gelmişti
kahvehanenin önüne. Neredeyse içerisi tıklım, tıklımdı. Sobaya durmadan odun
atılıyor, çaycı ha bire çay servisi yapıyordu. Konuşmalar arasında otobüs
yolcularından bazıları benim, gecenin bir yarısı tek başıma yola çıkmamı
aptallık olarak nitelediler. Buraya ulaşabilmiş olmamın büyük bir şans olduğunu
söylediler. Bütün samimiyetimle kendilerine hak verdiğimi, bunun benim için
esaslı bir deneyim olduğunu söyledim. “peşimden, hiç olmazsa beş, on kişinin
geleceğini ummuştum. Kimsenin gelmemesi beni çok şaşırttı. Geri dönmeyi de
kendime yediremedim. Cahilce davrandım.” Dedim.
Kısa bir süre
sonra ortalık aydınlandı. Dışarıda tipi durmuş ama kar yağışı sürüyordu. Bu
arada muavin de yavaş, yavaş kendine gelmişti. Şoförümüz;
“ On beş Dakka
soğna hareket ediyok. Herkeş ona gore hazırlıklı osun. Son çaylarınızı için
baylar, bayannar.” Bildiriminde bulundu.
Eski gücünü ve
canlılığını kazanmış olan muavinimizin; “bütün yolcular tamam mı? Herkiş
yanındakinin gelip, gelmediğini gontrol etsin. Temamsa hareket ediyok.”
Yolculardan gelecek yanıtı beklemeden koridoru bir baştan öbür başa geçerek
yolcuları koltuklarında saydı. Ardından şoföre; “Temamdır usda, hareket edebiliriz.” Diyerek tekmilini
verdi. Lapa lapa yağan karın altında, bol dönemeçli ve inişaşağı yolumuza
tekrar koyulduk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder