Kör Abbas, doğu
illerinden gelip köye sonradan yerleşmiş birkaç aileden birinin reisiydi. Daha
evliliğinin ikinci yılında, bir taş ocağında çalışırken patlatılan bir dinamitin
kahredici gücü, yörenin en çok aranan genç taş ustası, yiğit Abbas’ı Kör
Abbas’a dönüştürüvermişti. Bu kazada Abbas iki gözünü de tamamen kaybetmişti. O
devirlerde işçinin hiçbir sosyal hakkı bulunmadığından, patronu, Abbas’ı
dımdızlak evine postalamıştı. Kocakarı ilaçlarıyla Abbas’ın yaralarının kuruyup
yok olması aylar sürdü. Kuruyan yaralarla birlikte Abbasın gözleri de kuruyup
yok oldu. Yara izlerinden, yüzüne bakılacak
gibi değildi artık. Çalışıp evi geçindirmesi bir yana, yardım almadan
eşikten dışarı adım atamıyordu. Henüz bir buçuk yaşında olan bir de oğlu vardı;
Haydar Ali. Abbas’ın rahmetli dedesinin adı. Yabancı olmalarına karşın köylüye
ters gelmeyen bir yapı ve yaşantıları vardı Abbasların. Bu yüzden olay
köylüleri hayli üzdü. Elinde olanağı olan herkes Abbas’lara yardımı
esirgememedi. Güzel karısı Şehri ( adı Şehriban’dı, ama herkes Şehri diye
ünlerdi) önceleri köyde daha varlıklı olan evlerde işe, güce yardım ederek
kocasına ve çocuğuna bakmağa çabaladı. Haydar Ali iki yaşına basmadan bir kız
bebek daha geldi. Yaz ayları geçip iş, güç azalınca ve soğuklar da bastırınca
ailede işler biraz karıştı.
İçinde inanılmaz
zorlukları ve sıkıntıları barındıran günler gelip kapıya dayanmıştı Şehri’ler
için. Abbas’ın karanlık dünyasını azıcık da olsa aydınlatabilecek bir ışık
umudu tümden yok olmuştu. Çocuklar doğru dürüst beslenemediklerinden sık, sık
hastalanıyorlardı. Şehri uğraşıp, didinip birini iyileştirmeden öteki yataklara
düşüyordu. Bu yüzden işe gidemiyor, eve yiyecek, içecek de getiremiyordu. Böyle
zamanlarda komşular da yiyecek göndermeyi unuturlar ya da ihmal ederlerse gün
boyu kursaklarına bir şey girmeden yatağa girdikleri oluyordu. Ne sağacak bir
koyunları, ne bir tutam soğan ekecek toprakları, ne de ekmek yapmağa bir avuç
unları vardı. Yedikleri, çökelekli dürüm ya da yağsız düğürcük çorbasıydı. Onu
da bulurlarsa. Haydar Ali’sini de, yardıma gittiği evlerden olan Hacce bibi’nin “Oğluna yedir.”
diye verdiği, gözü gibi sakladığı bir tas üzüm pekmezinden her sabah bir kaşık,
kuru ekmeğin üzerine dökerek, yedirip doyuruyordu. Allahtan kendi sütü ile
bebeği Kıymet'i rahatça doyurabiliyordu, tabii kendisi aç değilse. Kış ayları
dayanılmaz acılarla geçiyordu. Gelecek
kışlar da böyle geçecekse yaşamlarını sürdürebilmeleri mucize olacaktı.
Yazları köyde işsiz
kalmak söz konusu değildi. Bahçeydi, bağdı, tarlaydı, koyundu, sığırdı derken
birçok evde yapacak bir yığın iş oluyordu. Şehri o işten ötekine, akşama kadar
koşturuyordu. Gün içerisinde bir iki defa fırsat yaratıp evine geliyor, bebeğinin
gereksinimlerini karşılayıp tekrar işine koşuyordu. Akşam olunca da elleri
yüklü olarak dönüyordu eve. Henüz yirmi yaşına bile basmamış olduğundan
yorgunluk vız gelip, tırıs gidiyordu. Yatmadan önce kocası ve oğlu için ertesi
günün yemeğini de hazır etmeyi ihmal etmiyordu.
Güz gelip köylünün işleri
bitince Şehrinin evindeki bolluk bıçak gibi kesildi. Beş kuruş paraları yoktu.
Bu aylarda herkes şehre iner, gazından, tuzundan, kınasından tutun da giyecek
bezine kadar ihtiyaç görürlerdi. Bunun için kimi bir çuval buğday, arpa,
fasulye, mercimek, kimi de bir iki koyun, keçi, bir dana, vb. götürüp satardı pazarda. Şehrinin satıp
paraya çevirebilecek hiçbir şeyi yoktu. Geçen kışı da aratacağından kuşku
duymadığı bir kış kapıdaydı. Günlerce düşünüp bir çıkış aradı. Sonunda şehre
inip, kapı, kapı dolaşarak iş, olmazsa ne verirlerse yardım istemeye karar
verdi. Yani bir bakıma dilenmeye. Bu çok zordu ama aklına başka bir şey
gelmiyordu. İlk denemesinde, bir evde yarım gün çalışması karşılığı verdikleri
yiyecekler ve eski giysiler cesaretini artırdı. Ayrıca haftada bir gün
temizliğe gelebileceğini de söylemişti evin hanımı. İlerleyen haftalarda başka
kapılarda açıldı önünde. Şehrinin dilenmek zorunda kalma olasılığı yok olmuştu.
Artık kocasını ve çocuklarını aç ve açık bırakmıyordu. Sabah ışır ışımaz yola
düşüyor, bir saate kalmadan şehre varıyordu. Karanlık basmadan da köye dönmüş
oluyordu. Bazen yolda rastladığı bir traktörün onu sırtında heybesiyle iki
büklüm yürürken görüp, para almadan römorkuna aldığı da oluyordu. O zaman yol
yarım saatin de altına düşüyordu. Kışın çok karlı, tipili havalarda işe
gidemediği oluyordu sık, sık. Daha sonraki gidişlerinde işlere var gücüyle
asılarak gelemediği günleri kapatmağa çalışıyordu. Böylece haftalar, aylar
geçti, gitti.
Ertesi sene Şehri
varlıklı bir evin devamlı hizmetçisi olarak yeni bir hayata başladı. Evin
hanımı hastaydı. Kimselere söylemiyorlardı ama “İnce hastalık” denen vereme
yakalanmıştı. Evin, büyüğü on yaşlarında iki oğlu, altısında bir de kızı vardı. İşe başladıktan iki ay kadar sonra hanımının
beyi Hasan efendi karısını tedavi ettirmek için Ankara’ya götürdü. Emine hanım
dört ay evden ve çocuklardan uzak kaldıktan sonra iyileşemeden geri döndü.
Şehri hem evin günlük işlerini yapıyor, hem de günün büyük kısmını yatakta
geçiren Emine hanımın bir dediğini iki etmiyordu. Hanımı hastalığının
bulaşmaması için ne yapması gerektiği konusunda sürekli uyarıyordu Şehri’yi.
Ona dokunma, bunu yeme, şunu içme vb.
Emine hanım Şehri'nin şefkatli bakımı sayesinde hastalığına beş yıl
kadar daha dayandı. Ölmeden önce de Şehri’den çocuklarını bırakıp gitmemesi
konusunda yemin verdirerek söz aldı. Ve bir kasım sabahı onu ölmüş buldular yatağında.
Emine hanımın ölümünün
üstünden iki yıl kadar geçmişti ki bir iş için Çoruma giden Hasan efendi ( iş
gereği Çoruma sık, sık giderdi) yanında kendisinden oldukça genç sayılır bir
hanımla döndü. Çocukları çağırıp; “Yeni ananız artık bu hanım olacak. Adı
Aynur. Şimdi sıraynan elini öpün bakıyım.” diyerek analıklarını tanıttı.
Çocuklar bir tepki göstermeden söylenenleri yaptılar. Sessizce odalarına
çekildiler.
Hasan efendinin büyük
oğlu Kemal on yedi, küçüğü Celal on altı ve kızı Mahinur da on üçüne basmıştı.
Çocuklar analıklarına, Aynur da çocuklara ısınamadı bir türlü. Ayrıca Aynur,
Şehri’ye karşı da son derece soğuktu. Allahtan evde fazla durmuyor, Hasan
efendinin ardından giyinip, süslenip evden çıkıyordu. Çocuklar Şehri’ye daha
çok yakınlaştılar. Özellikle Kemalin Şehriye ilgisi ve yakınlığı bir anneye,
bir ablaya olandan çok farklıydı. İçten içe ona sarılmak, öpmek, başını
dizlerine koyup yatmak hatta onunla sevişmek arzusu duyuyor, bununla ilgili
hayaller kuruyordu. Şehri
de öksüz olmanın acısını hafifletmek için anneleriymiş gibi davranıyordu.
Çamaşırlarını, elbiselerini ütülüyor, giydiriyor, saçlarını tarıyor, evden
çıkarken sarılıyor, yanaklarını öpüyordu.
Bir gün, Kemallerin
sınıfında son iki saatlik dersin öğretmeni okula gelmedi. Müdür yardımcısı
çocukların evlerine gidebileceğini söyledi. Kemal hiçbir yerde oyalanmadan
doğru eve gitti. Kapıyı Şehri açtı. Kemali görünce şaşkın bir vaziyette:
“Hayırdır Kemal, bu saatte niye geldin ki? Okulda olman gerekmiyo mu?” Kemal
rahatsızlandığını, yatacağını söyleyerek yatak odasına yöneldi. Şehri de
ardından. Kemal ceketini çıkartıp yatağın üzerine oturdu. Şehri: “Ateşine bi
bakıyım, varsa sana bi ıhlamır gaynadıyım eyi gelir.” Yanına oturup elini
Kemalin alnına koydu. Ani bir hareketle Kemal Şehri’yi kucaklayıp sırt üstü
yatağa yatırdı ve üzerine çullanıp yüzünü, gözünü, burnunu, ağzını şuursuzca
öpmeğe başladı. Şehri şaşkınlıktan kıpırdayamadı önce. Altından silkinip
kalkacak gücü bulamadı kendinde. Sonra bir iki çırpındı, debelendi. İçten içe
Kemalin öpücüklerinden hoşlandığını, hatta onunla sevişmek arzusu taşıdığını
duyumsadı. Kendini koyverdi.
Kemal Şehri’nin evde
yalnız kaldığı zamanları kolluyor, okulu bir şekilde kırıp eve koşuyordu.
Haftada bir ya da iki kez bu buluşmalar sürüp gitti. Bir gün okuldan erken
çıkan celal kendi anahtarıyla sessizce eve girip üst kata çıkınca yatak
odasında onları sevişirken gördü. Hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı.
Şehri, büyük bir korkuya kapıldı. Giyinip, bohçasını toplayıp bir daha o eve
adımını atmamak üzere ayrılmayı geçirdi aklından. Burada suyunun artık ısındığını, Hasan
efendinin kulağına gider gitmez kovulacağını düşündü. Bu rezaleti göze
alamazdı. Çabucak giyindi, Kemale gitmek zorunda olduğunu söyleyip toparlanmağa
koyuldu. Kemal, koluna yapışarak; “Getme. Celal gordüklerinden kimsiye bi şey
söylemez. Ben bunu garanti ediyom. Kimse seni irahatsız edemez. Nolur gorkma,
yalvarırım bana inan, bana güven.” Diyerek Şehri’nin gitmesine engel oldu.
Şehri evin günlük
işleriyle ve Kemalle olan buluşmalarında çok daha dikkatli olaraktan yaşamına
bir süre daha devam etti. Celal da hiçbir şey olmamış, hiçbir şey görmemiş gibi
davranıyordu. Bu arada evin hanımı ile araları giderek daha çok açıldı. Aynur
her fırsatta resmen aşağılayarak ve azarlayarak günlerini zehir ediyordu
Şehri'nin. Şehri de artık o evde barınamayacağını hissediyor, el altından başka
bir kapı bulmanın çarelerini araştırıyordu. Pazar alışverişine gittiği bir gün
çok hanımefendi görünüşlü biriyle tanıştı. Adı Zarife olan bu güler yüzlü, dost
canlısı hanım Şehri’yi çaya davet etti. Evini ve nasıl bulacağını da bir güzel
tarif ettikten sonra kucaklaşarak ayrıldılar.
Bir gün öyle vakti
koltuğunda kitaplarıyla Celal eve geldi. O sırada yatak odalarını düzenlemekle
meşgul olan Şehri'nin yanına çıktı. Arkası dönük olan şehri’yi kucakladığı gibi
yatağın üzerine attı. Neye uğradığını anlamadan üzerine çöktü. Şehri şiddetle
karşı koymağa çalıştı. Celal Şehrinin bağırmasını önlemek için ağzını kapatıp;
“ Abimle yaptıklarını herkesin duymasını isdemiyosan sesini çıkarma. Seni ben
de çok seviyom. Her gece seni hayal ediyom. Senin de beni sevmeni isdiyom.
Artık dayanacak halim galmadı.” Bu sözlerin ardından Şehriyi öpücüğe boğdu.
Şehri biraz korkudan, biraz da sevgi ve yakınlığından tepki göstermekten vaz
geçip Celale sıkıca sarıldı. Onun öpüşlerine de hararetle karşılık verdi. Henüz
on altı yaşında olan celale sevişmelerinde yardım etti.
Şehrinin çocukları da
büyümüştü. Arada bir de olsa şehirde gecelemek zorunda kaldığı zamanlar on beş
yaşına basmış olan kızı Kıymet evin tüm işlerinin üstesinden gelebiliyordu.
Babasına ve abisine annesinin yokluğunu aratmıyordu. Haydar Ali Sanat Mektebi'nde
son sınıfa geçmişti. Kıymet'i İlkokuldan sonra okutmadılar. Haydar Ali
derslerinde başarılı, geleceğine anne ve babasının umutla baktığı, arkadaşları
arasında sevilen civan gibi bir delikanlı olmuştu. Annesi, arkadaşları arasında
yokluk görünmesin diye hiç bir şeyini eksik etmiyordu. Haydar Ali annesinin,
kendisi için katlandığı fedakârlıkların bilincinde olarak onu çok seviyordu.
İlerde Onu, nasıl kraliçeler gibi yaşatacağının hayallerini kuruyordu sık, sık.
Aynur’un baskılarına dayanacak gücü kalmamıştı
Şehri’nin. Ayrılmayı düşündüğünü birkaç kez Hasan Efendiye de çıtlatmış, ancak
ondan da kalması konusunda bir destek görememişti. Anlaşılan Aynur, bu konuda
kocasını kendi tarafına çekmişti çoktan. Aynur’un demediğini bırakmayıp çekip
çıktığı bir gün Şehri bohçasını topladı, hiç kimsenin haberi olmadan, on bir
yıldır kendi eviymiş gibi hizmet ettiği, evi terk etti. Kapısının kendisine her
zaman açık olduğunu düşündüğü Zarife’ye gitmeyi kurmuştu kafasında. Zarife’nin tarifine
göre evi bulmak zor olmayacaktı.
Zarife’nin evi sırtını
çamlık diye ünlenen, çam ormanına yaslamış, bir dönüm kadar bahçesi olan taş
duvarlarla çevrili iki katlı, mavi boyalı bir evdi. Şehrin kuzeyinde yer alan
son evlerden biriydi. Şerife evi eliyle koymuş gibi, kimseye sormadan buldu.
Bahçe kapısı açıktı. İçeriye sessizce süzüldü. Bahçe güllerle, mevsim
çiçekleriyle bir renk cümbüşü sergiliyordu. Bahçenin bir köşesinde tek katlı
küçük ama şirin bir ev daha vardı. İlk görüntülerin Şehri üzerindeki izlenimi
Zarife’nin varlıklı bir hanım olduğuydu. İki basamak merdivenden sahanlığa
çıkıp kapı tokmağını birkaç kez tıklattı. Kapıyı Zarife açtı. Şehri’yi
tanıyamadı birden. Şehri pazardaki karşılaşmalarını hatırlatınca Zarife kırk
yıllık dostunu bulmuş gibi sarıldı Şehriye. Bir süre birlikte sağa, sola
sallandılar. Büyük bir coşkuyla;”Ay şekerim, nasıl sevindim geldiğine, neden
gelemediğine meraklanıp duruyodum. Neyse gısmet bu günmüş. Hoş geldin, canım
kardeşim.” Diyerek çok candan karşıladı Zarife Şehri’yi. Doğrusu Şehri bu
kadarını hiç beklemiyordu. Zarife’nin bu içten yakınlığı Şehri’yi çok
sevindirdi. “Hasan Efendileri bırakıp buraya gelmekle ne eyi etmişim.” Diye
geçirdi içinden. Zarife, Şehrinin koluna girerek adeta sürüklercesine onula
sofaya geçti.
Şehri, oldukça büyük olan
sofada gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Sedirlerde serili
halılar çok pahalı cinsten görünüyordu. Orta yerde kurulu yuvarlak
masanı üzerinde renk, renk kristal camdan yapılmış sürahi ve bardaklar, pencerelerde el işi tül perdeler, pembeye
boyanmış pürüzsüz duvarlarda yaldızlı, kalın çerçeveli tablolar, tavandan
sarkan, üzerleri şapkalı beş lamba taşıyan avize ve bir köşede her yanı
motiflerle süslü kocaman bir soba vardı. Buraya sofa demek oldukça hafif kalırdı.
Resmen bir konağın oturma ya da misafir salonuydu. Salonun dört bir yanında
başka bölümlere açılan dört tane kapı ve bir köşede yukarı çıkan ahşap merdiven
vardı. Şehri daha önce böyle bir salonu
ne görmüştü ne de aklından geçirmişti.
Bir an kendini başka bir dünyadaymış gibi hissetti. Bahçeye bakan
pencerenin önündeki sedire yan yana oturdular.
Zarife, yüksek perdeden; “Fatma hemen buraya gel.” Diye seslendi.
Merdivene yakın kapıdan, üzerinde mutfak önlüğü olan, genç bir hanım salona
girdi ve “Buyur Hanımım.” Diyerek Zarife’nin karşısında durdu. Zarife iki
köpüklü kahve yapmasını buyurdu Fatma’ya. Hal hatır sormakla başlayan sohbet
akşama kadar sürdü. Bu sohbetin en
önemli sonucu Şehri’nin yeni hanımının bundan böyle Zarife olacak
olmasıydı. Şehri artık sevdiği, saydığı
bu güler yüzlü, sevecen ablasının yanında çalışacaktı. Ortalık kararmadan
Zarife ablasıyla tekrar kucaklaşıp, ertesi gün görüşmek üzere, mutlu bir
şekilde evden ayrıldı.
Ertesi gün Şehri başka
hanımlarla da tanıştı Zarife’nin evinde. Bir zil sesiyle kaybolup, bir süre
sora tekrar görünen bu kadınların varlığından belli belirsiz bir tedirginlik
hissetti. Devam eden günlerde, kimse bir şey söylemese de Şerife olan biteni
kavramağa başladı. Ormanlık alandan eve erkek alınıyor, küçük evde hanımlarla
buluşturuluyordu. Keşfettiği bu durum Şehri’yi önce çok korkuttu. Sonra; “ Aman
bana ne bundan. Kim ne yapıyosa yapar. Beni ilgilendirmez. Ben buradaki işime
bakarım. Bana zorla da bi şey yapdıracak değeller herhal.” Diye geçirdi
kafasından. Rahatladı biraz.
Birkaç gün sonra
Zarife’nin evinin bir aşk yuvası olduğu konusunda Şehrinin kuşkusu
kalmamıştı. Hala olup bitenlerden
Şehriye kimse bir şey anlatmıyordu. Sonunda bir fırsatını yakalayıp Zarife
ablasına konuyu kendisi açtı. Olanların farkında olduğunu, saklamaları
gerekmediğini söyledi. “Beni ilgilendirmiyo, kin ne ederse etsin, ben kendi
işime bakarım abla.” Diye tamamladı sözlerini. Zarife de; “Ben sana olup biteni
anlatacağıdım zaten, meraklanma. İkimizin de uygun zamanını bekliyom, haydi sen
işine bak, kafanı bunlara dakma şimdi.” Diye geçiştirdi.
İşe başlamasının ikinci
haftasıydı. Zarife Şehri’yi yanına çağırdı, güzelliğinden, daha iyi bir hayatı
hak ettiğinden, şimdiki konumuyla hiçbir geleceği olamayacağından, eğer isterse
çok iyi para kazanabileceğinden vb. söz etti. Şehri buna şiddetle karşı çıktı.
“Sen açıkça benim orusbu olmamı söylüyon. Benim yetişgin çocuklarım var. Kör de
olsa bi gocam var. Bunu nasıl söylersin Allah aşkına abla.” Zarife üstelemedi.
“Sen gine de bi düşün.” Diyerek çıkıp gitti. Şehri hiç beklemediği bu
konuşmadan sonra biraz sarsılmış olsa da böyle bir yola sapmamağa kararlıydı.
Birkaç gün, işleri yoğunmuş görüntüsü vererek kimseyle konuşmadı. Ama
Zarife’nin söylediklerini de kulaklarında her an yeniden duyuyordu sanki.
Bir gün akşama yakın,
Şehri çıkmak üzereyken Zarife dışardan geldi. Eşikte karşılaştılar. Zarife yine
yüzünde o güzel tebessümü ve bütün sevecenliğiyle; “Şehrim, sen bu sıkıntılara
layık değelsin. Evini şehere daşımalısın, paytonnarınan getmelisin evine.
İsdesen böyle bi hayatın olur. Namıs, ar dediğin iki bacak arasından ibaret
değel. Hemi de bu ar, namıs kimin garnını doyurup sırtını gavileşdirmişki. Her
akşam, her sabah bi saatlik yolu yorgun argın yörümene göynüm razı gelmiyo. Ben
bu yaşadığım hayatı nasıl elde etdim sanıyon? Senden aklını gullanmanı isdiyom
o kadar. Gine de sen bilin. Tercihin guru bi namıs mı, yoğsa güzel bir hayat
mı?”
Şehri’nin işin namus
boyutunu fazla önemsediği söylenemez. Onu Hasan Efendilerde bırakmıştı zaten.
Korkusu, böyle bir yaşamın bir gün duyulabileceği, kocasının ve çocuklarının
kulağına gidebilecek olmasıydı. Böyle bir durum güzel yaşam düşlerinin kâbusa
dönüşü olurdu. O zaman ölmek bile ailesi üzerine sürdüğü lekeyi temizleyemezdi.
Bu, o zamanki toplumun anladığı anlamdaki namustan daha başka bir şeydi.
İlerleyen günlerde
Zarife, Şehrinin ağzından girip burnundan çıktı, sonunda onu ikna etmeyi
başardı. Şehri, başta yaşlı müşteriler olmak üzere istemediği kişilerle asla
birlikte olmayacaktı. Her zaman olduğu gibi akşam olmadan evine dönecekti.
Zarife’nin, “Mutlaka değişmeli.” dediği yeni ismi -Gülbahar- olacaktı. Günde
dörtten fazla adam kabul etmeyecekti. Zarife, Şehrinin bu isteklerini, hiç
birine karşı çıkmadan kabul etti. Onun Şehri’den tek isteği ise müşteri ile
arasında bir sorun çıkarsa bunu kendisinin çözmeğe kalkışmaması, Zarife’ye
taşıması gerektiği idi. Şehri de buna karşı çıkmadı. Böylece Şehri, biraz
ürkerek de olsa yeni ve bambaşka bir yaşama adımını attı.
Geçmiş dönemlerden daha
fazla harçlığa kavuşmuş olan Haydar Ali artık varlıklı arkadaşlarıyla da düşüp
kalkmağa başlamıştı. Bunlardan, Şehrin tek otobüs işletmecisi olan Şoför Mahmut
ağanın oğlu Sarı Aamet (Ahmet adı böyle dillendiriliyordu) en çok beraber
olduğu arkadaşıydı. Okul dışında akşamın geç vaktinde evlere dağılıncaya kadar
birlikte oluyorlar, dersleri birlikte kırıyorlar, Tanıdıkların ve öğretmenlerin
uğrama olasılığı bulunmayan kahvelere girip sigara içiyorlar, birlikte kızların
peşinde koşuyorlardı. O dönem sınıfta bile aynı sırayı paylaşmağa
başlamışlardı.
Okulların kapanıp,
bitirme sınavlarının başlamasının yakın olduğu günlerde Sarı Aamet Haydar
Aliye; “Seni çok hoşlanacağın bir yere götürmek isdiyom.” dedi. Haydar Ali;
“Nereye götürebilirsin ki? Benim bilmediğim bi yer mi var bu şeherde?” diye
karşılık verdi. “Gedince görürsün, var mıymış, yok muymuş?” Perşembe sabahı
okulun önünde buluştular. Önceden kararlaştırdıkları gibi dersleri kırıp
Sarıların otobüs yazıhanesine uğradılar, kitaplarını oraya bırakıp çıktılar.
Haydar Ali’nin nereye
gittikleri konusunda bir fikri yoktu. Bir, iki kez nereye götürdüğünü sorduysa
da Sarı sürpriz olduğunu söyleyerek sır vermedi. Yarım saat kadar yürüdükten
sonra Çamlık ormanındaydılar. Hava
oldukça sıcaktı ve yokuş yukarı Haydar Ali terlemeye başlamıştı. Durdu, “Nereye
gittiğimizi söylemezsen şurdan şuraya adımımı atmam. Benden paso Sarı.” diyerek
çevrelerindeki ulu çamların gölgelediği taşlardan birinin üzerine çöktü. Sarı
da yanına oturdu. “Tamam, anlatacağam. İlerde çamlığın dibinde bir ev var.” Diye
başladı ve iki kez ziyaret ettiği bu evi ballandıra, ballandıra anlattı.
Özellikle kendisinin seviştiği Gülbahar adındaki kadını öve, öve göklere
çıkardı. “Bu sefer ben başkasını isdiyeceem. Onu sen al. Zevkden bayılacaksın.
Bütün bu zevkler için yirmi beş lira veriyorsun. Sahi sana sormadım gaç paran
var yanında?” Öteki on lirası olduğunu
söyledi. “ Önemi yok. Üsdünü ben tamamlarım, sen soona ödersin.”
Bir süre gölgede
dinlendikten sonra çamların arasındaki patika yollardan şehre paralel bir
konumda yürüdüler. Haydar Ali için bu
ilk olacaktı. O yüzden Sarı olayı anlatır anlatmaz müthiş heyecanlandı. O andan
beri tüm vücudu, özellikle de bacakları tir, tir titriyordu. İçinde “ Ya
yapamazsam, ya başarısız olursam.” korkusu vardı. Sarı arkadaşının korku ve
heyecanını anladı. Heyecanlanmaya, hele korkuya gerek olmadığını gülbaharın her
şeyi yoluna koyduğunu, hiç acemilik çektirmediğini anlattı. Haydar Ali birazcık
rahatladı.
Çam ağaçlarının arasından
aşağıda ev gözüküyordu. Gürültü etmeden evin bahçe duvarına kadar yanaştılar.
Duvardan ormana açılan kapıyı aralayıp bahçeye süzüldüler. Sarı Önde Haydar Ali arkada köşedeki küçük
evin sahanlığına çıktılar. Sarı kapıyı birkaç kez tıklattı. Kapı açıldı, içeri
girdiler. Evin sofasından iki tarafa da sofaya açılan birer kapı vardı.
Pencerenin önündeki sedire oturdular. Haydar Ali’nin heyecanı, buna bağlı
olarak ta titremesi artmıştı. Dili damağı kurumuştu. Ortada duran masanın
üstündeki sürahiden bardağı doldurup içti. Grevli kadın çıkıp karşı eve geçti.
Sarı Haydar Aliye; “Bak, birazdan garşı gapıdan çıkarlar. Ben sana Gülbaharı
gösderecem. Kesin çok beğeneceksin, emin ol. O öyle hoş, öyle datlı ki bütün
heyecanını yok ediverir. Sen heç tasalanma. İşin zevkini çıkarmana bak, tamam
mı?”
Sahiden de fazla
beklemediler. Kapıdan ikisi kısacık şort giymiş, biri bu evden giden üç kadın
çıkıp küçük eve yöneldi. Haydar Ali önce hayal gördüğünü düşündü. Kendini
toparlayıp daha dikkatlice baktı. Gelenlerden biri annesiydi. Bu arada Sarı;
“ Bak, Gülbahar sağdaki. Onu sana vericem.
Nasıl ama, beğendin demi? Haydar Ali’nin, Açık duran karşı pencereden kendini
dışarı atmasıyla ormana dalıp kaybolması bir oldu. Gücü tükeninceye kadar koştu
ormanın içinde. Sonra bir çamın dibine ölü gibi serildi, kaldı.
O günden sonra yıllarca
Haydar Ali’den kimse bir haber alamadı. Annesi ve kardeşleri onu bulabilmek ya
da bir haberini alabilmek için çalmadık kapı bırakmadılar. Annesi defalarca
emniyetin kapısını çaldı. Kayıp ilanları verdi. Bütün okul arkadaşlarını
sorgulara çekti. Haydar Ali’nin birden bire yok oluşu okulda ve arkadaşları
arasında da büyük üzüntü ve endişe kaynağı oldu. Sarı, Gülbaharın Haydar
Ali’nin annesi olduğunu bir süre sonra kavradı. Onunla yaşadıkları son olaydan kimseye bir şey anlatmadı.
Polis, en son beraber olduğu bilgisine ulaştığı Sarı Aamedi de defalarca
sorguya aldı. Bir sonuç çıkmadı. Akla gelebilecek bütün olasılıklar
araştırıldı. Sonunda kayıp dosyalarına bir kişi daha eklendi.
Ancak dört yıl kadar
sonra Şehrinin aldığı bir haber aileyi umutlandırdı, yüreğine su serpti. Haydar
Ali yaşıyordu. Ankara’da Anafartalar’da bir nakliye ambarında çalıştığını
görenler olmuştu.
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder