24 Ekim 2015 Cumartesi

                                                  A R A B A    S E V D A S I

1960 lı yılların başında ülkemizde binek arabası sayısı hayli azdı. Bunların büyük bir kısmı da İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerdeydi. Özel bir arabaya sahip olmak için ya zengin olmak, ya da Avrupa’da, Amerika’da görev yapmış olmak gerekiyordu. Örneğin, Öğrencisi olduğum A.Ü. Fen Fakültesinde altı ya da yedi tane özel araba vardı. Bunların hemen tamamı ya Almanya’dan Hitler zulmünden kaçıp gelmiş ve bizim fakültede görev yapan bir hocanın, ya da  yurt dışında uzun süre kalmış Türk Profesörlerindi. Trafik sıkışıklığının asla söz konusu olmadığı yollarda özel arabalardan çok Belediye Otobüsleri, dolmuşlar ve sınırlı sayıda taksiler görürdünüz. Ankara’yı en doğusundan en batısına kadar kat eden Banliyö Trenini zikretmemek olmaz tabii.
Otomobil ithalatını yapan tek firma vardı Türkiye’de o zaman. Rahmetli Vehbi Koça ait olduğunu bildiğim ama adını bilmediğim bu firma Almanya’dan Fort marka arabalar ithal edip satıyordu. 1962 yılının bir nisan sabahında, Rüzgarlı sokaktaki iş yerime giderken Ulusta eski Büyük Millet Meclisi binasının karşısında bulunan Ankara Palas Otelinin bir köşesine kurumuş platforma yerleştirilmiş kırmızı renkli, pırıl, pırıl bir Fort Taunus otomobil gördüm. Kırmızı, beyaz kurdelelerle bir yerlere bağlanmış gibi görünen otomobili, çevresini saran insanlar merak ve özlemle seyrediyorlardı. Hem bu güzel arabayı yakından görmek, hem de olup bitene duyduğum merakımı yenmek için yaklaşıp kalabalığın arasına daldım. Bir süre arabayı hayranlıkla izledim. Görevli olduğunu düşündüğüm adama yaklaşıp, arabanın neden oraya konulduğunu sordum. O da bana; “Koç firmasının düzenlediği bir eşya piyangosunun baş ikramiyesi. Piyangonun biletleri otelin girişinde satılıyor. Çekişişte kime çıkarsa araba onun olacak.” dedi. Piyango biletlerinin bitebileceği endişesiyle hemen gidip on liraya satılan biletimi aldım. Piyangonun çekiliş tarihi iki ay kadar sonraydı. Biletin ön yüzünü, arkasını dikkatle okudum. Arkasında ikramiye olarak konulmuş başka şeylerin de bir listesi vardı. Motosiklet, bisiklet, radyo vb. gibi. Ama onların hiç biri ilgimi çekmedi. Bu güzelim araba varken… 
Fırsat buldukça, katlamadan cüzdanıma yerleştirdiğim biletimi çıkarıp kıymetli bir tabloyu seyreder gibi seyrediyordum. Pembe, yeşil karışımı fonu olan biletin üzerindeki altı rakamı kısa sürede ezberledim. Sabahları, işe gitmek için bindiğim otobüsten Ulusta inince ayaklarım adeta beni arabanın yanına çekiyordu. Her zaman karşısında seyredenleri olan arabayı bir süre ben de seyrediyor, sonra tatlı hayaller kurarak iş yerine geliyordum.
Günler geçtikçe içimde, arabanın bana çıkacağı inancı güçlendi. Bilet almış olan başka insanların nasıl boş ümitlere kapıldıklarını düşünmeye başladım. Arkadaşlarıma ciddi, ciddi son model bir arabamın olduğunu söylemekten bile çekinmiyordum. Kimse söylediklerimi ciddiye almasa da arabamla onları gezdireceğimi, birlikte kızlara nasıl hava atacağımızı filan anlatmağa başladım. Hatta bir gün iş çıkışı, büro arkadaşım Hasanı alıp arabanın yanına götürdüm, “Bak işte arabam. Yirmi gün sonra benim olacak. Seni de bindirip gezdiririm. Gerçi ehliyetim yok amma, olsun, onu da alırım elbet.” Hasan hayretle bana döndü; “Benimle kafa buluyorsun ama yemezler. Araba seninse niye burda? Hem sen bu arabayı alacak parayı nerden buldun ki? Ne yandan baksan çok paradır bu. Bırak tek başına almayı, bütün bürodakiler bir araya gelsek bu arabayı alamaya gücümüz yetmez evladım. Sen kim, bu araba kim.” dedi.  Ben de cüzdanımdan çıkartıp, “İşte arabanın parası. Oku bak.” diyerek piyango biletimi gösterdim. Bir süre bileti inceledikten sonra Hasan, “Oğlum sen gerçekten kafayı yemişin. Bu bi piyango bileti, kim bilir daha kaç kişiye sattılar. Milyonda bi şansın var, tutturmuşun benim arabam diye. Sen gerçekten tırlatmışın, ya da beni ti’ye alıyon.”
İnancım sarsılmasa da Hasanın söyledikleri birazcık keyfimi kaçırmadı değil. İçimden, “Güya bu da arkadaş işte. İnançsız hergele. Ayıp denen bi şey var. “Hayırlı olsun, güle, güle kullan.” diyeceğine söylediği lafa bak hayvanın. Beni ne kadar çok kıskandığı ortada. Yirmi gün sonra görürsün, bu laflarını sana  yedirmezsem…” gibi sözler söylüyordum.
Yurtta oda arkadaşım Turan da önceleri Hasan gibi konuşuyordu. Piyangonun çekilişi yaklaştıkça o da benim heyecanımı ve hayallerimi paylaşmağa başladı. Arabayı teslim aldığım gün kız arkadaşlarımızı bindirip önce Atatürk Orman çiftliğine, sonra da Gölbaşına gitmeyi planladık Turanla. Araba kullanmayı Ona da öğreteceğime söz verdim. Henüz bir kez bile araba kullanma fırsatım olmamıştı ama varsın olsun. Beş on dakikada öğreneceğimden kuşkum yoktu. “Dört teker üstünde duruyor. Devrilecek değil ya bisiklet gibi. Direksiyon elinde. Ne yana gitmek istersen o yana çevir. Durmak istersen frene basarsın, hızlanacaksan gaza basarsın. Hepsi bu kadar işte. Bunun öğrenemeyecek nesi var ki. Belki geriye gitmekde sorun yaşayabilirim. Arabayı koydukları platformun çevresi zincirlerle çevirmemiş olsaydı camından içeri bakıp onu daha iyi tanırdım ama… ”
Çekilişe sayılı günler kalmıştı. Her sabah Ulusta otobüsten indiğimde düzenli bir biçimde arabama kadar gidip onu seyretmeyi, kendimi onu kullanırken hayal etmeyi sürdürüyordum. Çekilişe bir hafta kala, dört çelik ayak üzerine gerdikleri bir branda ile üzerini kapatmışlardı. Görevliye bunun nedenini sordum. “Güneşten korumak için. Aşırı güneş boyasını soldurabilirmiş.” Yanıtını verdi bana. Arabamın boyasının solmasına karşı alınan bu önleme bir hayli sevindim. Yine tatlı hayallerin sarmaladığı düşüncelerle iş yerimin yolunu tutmuştum ki acı bir fren seninin ardından kendimi yere kapaklanmış buldum. Bana çarpan minibüsün şoförü, birkaç yolcusu ve oradan geçenler beni yerden kaldırdılar. Ağrır, acır yerim olup olmadığını sordular. Üzerimdeki tozu, toprağı temizlemeye koyuldular. İçlerinden “Hemen bir ambulans çağıralım.” diyenleri duyuyordum. Bir anlık şokla ne olup bittiğini kavramağa çalıştım. Hiçbir yerim acımıyor, ağrımıyordu. Aklım başımda, bilincim yerindeydi. Minibüs şoförünün bir suçu olmadığını, kusurun bende olduğunu biliyordum. Oradakilere hiçbir şeyim olmadığını, ambulans filan gerekmediğini söyledim. Minibüsçüden özür dileyip ayrıldım.
Araba daha şimdiden hayatımı değiştirmişti. Kendime güvenim artmıştı. Her şeyin üstesinden gelebileceğimi düşünüyordum. Her şeye, herkese karşı pozitiftim. Olaylar karşısında olabildiğince hoşgörülü olmuştum. Başta Analiz 2 hocası Berki ve daire başkan yardımcısı Süha bey olmak üzere, Sevmediğim insanları bile davranışlarında haklı buluyordum. Okula gittiğimde herkesin, özellikle de kızların katılamadığım derslerin notlarını vermek için nasıl yolumu gözleyeceklerini, benimle arkadaş olmak için  nasıl akla, hayale gelmeyen fırsatlar yaratmak isteyeceklerini düşünüyordum. Ankara sokaklarında, caddelerinde benim arabama benzer bir araba daha görmemiştim. Hangi sokaktan, hangi caddeden geçersem geçeyim herkesin hayranlıkla beni göstereceğini düşünüyordum. Kendi kendime; “Yaşamak ne güzel.” Diye söyleniyordum. Bazen de herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle haykırıyordum; “Yaşamak ne güzel!”
Nihayet çekiliş günü geldi. Sabah erkenden kalktım, tıraşımı oldum, en çok yakıştığını düşündüğüm giysilerimle donandım, seyrelmeye başlamış saçlarımı farklı taradım, yüzüme, saçlarıma limon kolonya’sı döktüm.  Odadan çıkmadan Turanı uyandırıp, “Arabamı bu gün alıyorum. Yurdun bahçesinde güzel bir yer ayarla. Akşamları oraya bırakırız. Odanın penceresinden baktığımızda görünecek bir yer olsun, tamam mı?”  diyerek onun bir şey demesine fırsat bırakmadan fırtına gibi çıktım.  Dikimevi Pastanesinde kahvaltımı yapıp otobüs durağına, oradan da Ulus meydanına çıktım.  Otobüsten iner inmez Ankara Palasın önüne, arabamın yanına geldim. Arabanın önünde kırk, elli kişilik bir kalabalık vardı. Onlar da benim gibi çekilişin yapılıp yapılmadığını öğrenmeye gelmişler. Onların boş umutların peşinde olduklarını düşündüm. Arabamı alıp oradan uzaklaşırken ne kadar üzüleceklerini hayal edip acıdım onlara. Ne zaman çekiliş yapılacağının benim için bir önemi olmasa da birisine çekiliş saatini sordum. “saat 15.00, yani üç'de çekilecekmiş. Dört'de de lisde aha şu tahda’ya asılacakmış.” Diyerek otelin girişindeki panoyu  işaret etti.
Büroda Hasana; “Arabamı bu gün alıyorum. Beraber gidelim istersen almaya. Saat dörtte ama biz mesai bitiminde gitsek de olur. Ne dersin? Benimle gelecek misin?” Hasan yine bir “la havle” çekti, “Oğlum sen hala orda mısın? Çekilişden soğna bi dokdora gitsen diyorum. Araba sana çıksa da, çıkmasa da buna ihdiyacın var bence.” diye karşılık verdi kısık bir sesle. “Allah Allaaaah! Bu çocukla arabamla ilgili konuşmamağa söz vermiştim kendime. Neden söyledim ki şimdi? Varsın kıskançlıktan patlasın, çatlasın abi. Yarın sabah söylediklerini yalayacak zaten.”
Saat beş’e doğru bürodan çıktım, yüreğim pır, pır ederek Ankara Palasın yolunu tuttum. Arabam yerinde duruyordu. Çekilişte bana çıktığından hiç kuşku duymadım. “Başka birine çıkmış olsa arabasını alırdı buradan.” düşüncesi geçti kafamdan. Arabanın yanında kimse de yoktu. Çevresindeki koruma zincirlerini almışlardı. O zaman ilk kez yakından inceledim arabamı. Koltuklarına, direksiyonuna, vitesine, öndeki düğmelere baktım. Her birine kendimce anlamlar yükledim. Kapı kolunu tuttum, kilitli değildi. Açıp direksiyona dokundum. Sonra girip direksiyon başına oturdum. Mutluluktan sarhoş gibiydim. Direksiyon koltuğunda ne kadar oturdum farkında değildim.  Otel kapısından çıkan birisi el, kol işaretleriyle bağırarak bana doğru geliyordu. Kapısını binerken açık bırakmış olduğum arabadan beni yaka paça indirdi. “Ne işin var el alemin arabasında, sahibi gorse gıyameti goparır. Manyak mısın nesin?” Bu davranışına bir anlam veremediğim adama döndüm; “kimmiş sahibi bu arabanın söyler misin bana?” Adam eliyle içeriyi işaret ederek; “Otelin lobisinde yetgililerle beraber resmi işlemlerini yapdırıyodur herhal. Yannarında bi yığın da gazeteci var. İşi bitince arabasını teslim alacak.”
İlk defa içim ‘cız’ etti. Çekilişin sonuçlarının nerde olduğunu sordum. Adam, girişte soldaki panoda asılı olduğunu söyledi. Ana kapı ile ikinci kapı arasındaki bölümde duvarlara karşılıklı panolar asılmıştı. Soldaki ilk panoda “EŞYA PİYANGOSU ÇEKİLİŞİ”            yazısının altında “Kazanan Numaralar” yazıyordu. Yirmi kadar numara alt alta sıralanmış, karşılarına da o numaraya çıkan ikramiye adları yazılıydı. İlk numara ve karşısındaki araba yazısı büyük harflerle yazılmıştı ve bu benim biletimin numarası değildi. Panonun karşısında öylece kala kalmışım. İçerden çıkan, çoğunluğu ellerindeki fotoğraf makinelerinin flaşları ile şimşekler çaktıran gazetecilerin oluşturduğu kalabalık yanımdan geçerken kendime geldim. Kalabalığın ardından dışarı çıktım. Gazeteciler arabanın başında çeşitli pozlarda resimler çekerken sessice uzaklaştım ordan.
Otobüse binip yurda dönerken çokta üzülmediğimi fark ettim. Bunun nedenini sordum kendi kendime. Gerçekten hiçbir zaman benim olmamış araba için üzülmek bir yana sevinmem gerektiğini düşündüm. İçim rahatladı. Tam iki aydır harika hayaller kurmuştum. Kurduğum bu hayal dünyasında o kadar mutlu anlar yaşamıştım ki her şeye değerdi. İnsan böyle bir mutluluğu gerçek hayatında çok az yakalayabilirdi. Bu güzel duyguları yaşayabilmek için bedeller ödemeye hazır pek çok insan vardı çevremde. Sevdiğim kızı yanıma oturtup rüzgar gibi geçtiğimiz yolların, bizi sevgi ve gıpta ile izleyen ve gülümseyen insanların, park edip, oturduğumuz çay bahçesinde sohbet ederken, Onu kapısının önüne kadar götürüp, yarın tekrar buluşma kavli ile, bıraktığım anların verdiği mutluluğu nasıl  yok sayabilirdim ki. Ne güzel duygular içinde yaşadım bu süreyi. İnsanlar, bir şeye bağlanmanın, inanmanın ve hayal kurmanın delilik olmayıp mutluluğun ta kendisi olduğunu bilebilseler, işte o zaman kavgasız, hırslardan ve önyargılardan arınmış, adil, sevgi, saygı dolu, hoşgörülü, kinsiz, düşmansız bir dünyada yaşama bahtına erişmezler miydi?
Ve gerçekten de yaşadığım olayda sergilediğim davranışlarımdan dolayı üzülüp asla pişmanlık duymadım o günden sonra. Aksine aklıma geldikçe ferahlık ve sevinç duydum.


4



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder