27 Ekim 2015 Salı

                                      BEŞ ÇOCUK İSTİYORUM

Bizim büyük reis ne zaman muhtarları toplasa, ne zaman meydanlara çıksa, nüfusumuzun bir an önce üç rakamlı milyonlara çıkarılması için, genç erkek vatandaşlardan gereken gayreti göstermelerini istiyor.

 -Bekarlık öyle söylendiği gibi sultanlık filan değildir. Bir an önce evlenin. Bol, bol çocuk yapın.‘Nasıl bakarız’ diye korkmayın. Yüce Allah rızkını verir. O vermezse biz veririz.”

Önceleri üç diyordu, nedense bunu az buldu, şimdi beş çocuk istiyor. O zaman dünyanın imrendiği, gıpta ile baktığı lider ülke olacağımızı söylüyor.

Büyük reis böyle düşünmekte çok haklı. Ülkede genç nüfusun sadece %30 u işsiz. Altyapı deseniz Avrupa ülkelerini bile geride bırakmış durumdayız. Eğitim sistemimiz dünyanın en mükemmeli. Yaratıcılıkta üstümüze yok. Bilim ve teknolojide üstümüze yok. Sporda başarılarımız say say bitmez.  Her konuda dünya bizi kıskanıyor ne de olsa. Bu durumda nüfusumuzu hızla artırmayıp da ne yapacaktık ki. Nerde çokluk orda bolluk! Hükümetimiz doğacak her çocuğa on Türk lirası yardım da yapıyor. On çocuk yap, yüz lirayı kap. Bu yüzden çok çocuğa karşı olanları bir türlü anlayamıyorum. Çok çocuklu olmanın bir güzel yanı daha var; Bir evde çok çocuk olursa her biri bir işin ucundan tutar, aileyi kalkındırır. Ailenin gelir ve refah düzeyi yükselir. Örneğin küçükler dilencilik yapar, otoyollarda mendil, su satar, büyükler iş bulursa amelelik yapar, bulamazlarsa da kahve esnafının ayakta kalmasına katkı sunar, kızlar küçük yaşta küçümsenemeyecek meblağlarda başlık parası getirir. Kanı kaynayan bazıları dağa çıkar. Memlekette iş mi yok! Ölenler ise aileyi az çocuklular kadar etkilemez. Nasılsa geride daha çok var.

Köy yerde çok sayıda, özellikle yetişmiş erkek çocukları çok olan ailelerin çevrede itibarı tavan yapar. Moral ve fizik gücü yüksektir. Çocukluğumdan anımsıyorum da, köyde kimin erkek nüfusu çoksa bütün köylüler o aileden korkar, çekinir, onlara bulaşmazlardı. Onlar da bunu bildiklerinden haklı, haksız istediklerini yaparlardı.

Bazı münafıklar, nüfusumuz artarsa ülkede işsizliğin artacağını, altyapı gereksiniminin (yol, su, okul, barınak vb.) çoğalacağını, söylüyor. Hepsinin üstesinden geliriz evelallah. Suç işlemenin artacağını söyleyenler var. Artarsa artsın. Güvenlik güçlerimiz dimdik ayakta. Onlara da iş çıkmış olur. Polislik, askerlik yan gelip yatma yeri değil.

Sayın başbakanımız geçenlerde bir açık hava toplantısında yine bu konuya değindi, yine “sizden üç değil beş çocuk istiyorum.” diye gürledi. Kendisine bir vatandaşın yazıp gönderdiği bir mektuptan söz etti. “Bir vatandaşım bana gönderdiği mektubunda diyor ki;-On üç çocuğum var. Geçinemiyorum. Devletimden bana el uzatmasını diliyorum.- E be mübarek adam; ben beş diyorum, sen on beş yapıyorsun. Vur dedikse ‘gözünü çıkar’ demedik ya. Bu kadar çocuk yapılır mı be adam? Beş, altı hatta yedi çocuğun olsa gül gibi geçinirsin. Amma sen ne yapıyorsun, onüç çocuk. Nedir bu yahu, ben beş çocuk istedim, beş. İt gibi üreyin demiyoruz herhalde. Nitekim bu çocuklardan ikisi şu malum örgüte katılmak için dağa çıkmış, biri İŞID’e kaçmış, ikisi kahvede pişpirik oyununa dadanmış, kızlardan ikisi evlenmiş ama biri dayaktan bıkıp baba evine geri gelmiş. Beş yaşından büyük olan üç çocuğu da onun, bunum malına, davarına yardım ederek karınlarını doyurmaya çalışıyormuş. Diğerleri de ufakmış zaten.”

Bazen düşünüyorum da büyük reis çok akıllı. Halkın psikolojisini çok iyi biliyor, nabzının nasıl attığını çok iyi keşfetmiş. Düşünün bir kere, gariban, fakir, fukara vatandaşın oyunu almanın en etkili yolu onları zevk aldıkları, hoşlandıkları, ilgilerini çeken alanlara yöneltmek değil midir? İşte o da tam bunu yapıyor. Yani onların arzularını bu çocuk meselesi üzerinden vuruyor. Sizce de fakirin yaşamında zevk alarak yaptığı tek eylem nedir?  Karısıyla sevişmek değil mi? Hem zevkli, hem bedava. Sevişirken çocuk düşünecek hali yok ya. Allah kerim. Aklıma bir Karadeniz fıkrası geldi şimdi. Fıkrayı daha önce dinlemiş olanların hoşgörüsüne sığınarak anlatayım izninizle:

Temel karısı Fadime’ye;
“Ula Fadime, piz bu çocuk işine kesun bi çözum bulmaliyuk. Boyle cidersek bir iki seneye galmaz fotbol takımi guraruk. Ne edeceğuk da?” Fadime temele;
“ Haklisun Temelum, isdersen pi tokdura danışsan, belki bi çare söyler sana.” Fadimenin   önerisi temelin de aklına yatar ve Temel doktorun kapısını çalar.
Hoş, beşten sonra Temel; “Tokdur bey, bi sorunumuz var, sizden bi yardım isteyirum. Bizum dokuz çocuğumuz var. Fadime her yıl bi tane çıkarayi. Bize yardum edun. Bunu durdurmanın bi yolu yok midur?” Doktor;
“Elbette bir yolu vardır Temel.”
“Cözinun yağunu yeyum tokdurum, soyle da, nedur çaresi?”
“Fadime de sen de daha gençsiniz. Böyle devam ederseniz değil dokuz çocuk on dokuz da olur.
Yapacağın tek şey aklına Fadime’yle sevişmek geldiğinde bu kadar çocuğu nasıl doyuracağını düşünmek olmalı. Başka yolu yok.”

“Eyi dedun da tokdurcuğum ben Fadimeyle sevişirken bağa oyle celıyi ki bütün Karadenizi toyurapilirum.”

24 Ekim 2015 Cumartesi

ŞARKILARIMI DİNLE


Gün doğarken bahçeme
Coşkuyla dolar içim
Yaslanırım bir yere
Sen gelirsin aklıma


Gözlerim arar seni
Gül kokan nefesini
Yakar, kavurur beni
İçimi saran sevda


Bir yel eser serince
Kalbim dolu seninle
Dinle, şarkımı dinle
Neler söylüyor sana


AKŞAMLARI

Yüreğimde aşkın yüceden yüce
Hayalinle olsun gel akşamları
Uzanınca yatağıma her gece
Gir kalbime, orda kal akşamları


Güller açar güldükçe gül yüzünde
Tutsam ellerini, yatsam dizinde
Coşan gönül dile gelir sazımda
Bir başka ses verir tel akşamları


Duygularım doruklara yükselir
Boy verir akşamla umutlar bir, bir
Güneş batar, hayalini getirir

Kalbime  açılan yol akşamları
                                                  A R A B A    S E V D A S I

1960 lı yılların başında ülkemizde binek arabası sayısı hayli azdı. Bunların büyük bir kısmı da İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerdeydi. Özel bir arabaya sahip olmak için ya zengin olmak, ya da Avrupa’da, Amerika’da görev yapmış olmak gerekiyordu. Örneğin, Öğrencisi olduğum A.Ü. Fen Fakültesinde altı ya da yedi tane özel araba vardı. Bunların hemen tamamı ya Almanya’dan Hitler zulmünden kaçıp gelmiş ve bizim fakültede görev yapan bir hocanın, ya da  yurt dışında uzun süre kalmış Türk Profesörlerindi. Trafik sıkışıklığının asla söz konusu olmadığı yollarda özel arabalardan çok Belediye Otobüsleri, dolmuşlar ve sınırlı sayıda taksiler görürdünüz. Ankara’yı en doğusundan en batısına kadar kat eden Banliyö Trenini zikretmemek olmaz tabii.
Otomobil ithalatını yapan tek firma vardı Türkiye’de o zaman. Rahmetli Vehbi Koça ait olduğunu bildiğim ama adını bilmediğim bu firma Almanya’dan Fort marka arabalar ithal edip satıyordu. 1962 yılının bir nisan sabahında, Rüzgarlı sokaktaki iş yerime giderken Ulusta eski Büyük Millet Meclisi binasının karşısında bulunan Ankara Palas Otelinin bir köşesine kurumuş platforma yerleştirilmiş kırmızı renkli, pırıl, pırıl bir Fort Taunus otomobil gördüm. Kırmızı, beyaz kurdelelerle bir yerlere bağlanmış gibi görünen otomobili, çevresini saran insanlar merak ve özlemle seyrediyorlardı. Hem bu güzel arabayı yakından görmek, hem de olup bitene duyduğum merakımı yenmek için yaklaşıp kalabalığın arasına daldım. Bir süre arabayı hayranlıkla izledim. Görevli olduğunu düşündüğüm adama yaklaşıp, arabanın neden oraya konulduğunu sordum. O da bana; “Koç firmasının düzenlediği bir eşya piyangosunun baş ikramiyesi. Piyangonun biletleri otelin girişinde satılıyor. Çekişişte kime çıkarsa araba onun olacak.” dedi. Piyango biletlerinin bitebileceği endişesiyle hemen gidip on liraya satılan biletimi aldım. Piyangonun çekiliş tarihi iki ay kadar sonraydı. Biletin ön yüzünü, arkasını dikkatle okudum. Arkasında ikramiye olarak konulmuş başka şeylerin de bir listesi vardı. Motosiklet, bisiklet, radyo vb. gibi. Ama onların hiç biri ilgimi çekmedi. Bu güzelim araba varken… 
Fırsat buldukça, katlamadan cüzdanıma yerleştirdiğim biletimi çıkarıp kıymetli bir tabloyu seyreder gibi seyrediyordum. Pembe, yeşil karışımı fonu olan biletin üzerindeki altı rakamı kısa sürede ezberledim. Sabahları, işe gitmek için bindiğim otobüsten Ulusta inince ayaklarım adeta beni arabanın yanına çekiyordu. Her zaman karşısında seyredenleri olan arabayı bir süre ben de seyrediyor, sonra tatlı hayaller kurarak iş yerine geliyordum.
Günler geçtikçe içimde, arabanın bana çıkacağı inancı güçlendi. Bilet almış olan başka insanların nasıl boş ümitlere kapıldıklarını düşünmeye başladım. Arkadaşlarıma ciddi, ciddi son model bir arabamın olduğunu söylemekten bile çekinmiyordum. Kimse söylediklerimi ciddiye almasa da arabamla onları gezdireceğimi, birlikte kızlara nasıl hava atacağımızı filan anlatmağa başladım. Hatta bir gün iş çıkışı, büro arkadaşım Hasanı alıp arabanın yanına götürdüm, “Bak işte arabam. Yirmi gün sonra benim olacak. Seni de bindirip gezdiririm. Gerçi ehliyetim yok amma, olsun, onu da alırım elbet.” Hasan hayretle bana döndü; “Benimle kafa buluyorsun ama yemezler. Araba seninse niye burda? Hem sen bu arabayı alacak parayı nerden buldun ki? Ne yandan baksan çok paradır bu. Bırak tek başına almayı, bütün bürodakiler bir araya gelsek bu arabayı alamaya gücümüz yetmez evladım. Sen kim, bu araba kim.” dedi.  Ben de cüzdanımdan çıkartıp, “İşte arabanın parası. Oku bak.” diyerek piyango biletimi gösterdim. Bir süre bileti inceledikten sonra Hasan, “Oğlum sen gerçekten kafayı yemişin. Bu bi piyango bileti, kim bilir daha kaç kişiye sattılar. Milyonda bi şansın var, tutturmuşun benim arabam diye. Sen gerçekten tırlatmışın, ya da beni ti’ye alıyon.”
İnancım sarsılmasa da Hasanın söyledikleri birazcık keyfimi kaçırmadı değil. İçimden, “Güya bu da arkadaş işte. İnançsız hergele. Ayıp denen bi şey var. “Hayırlı olsun, güle, güle kullan.” diyeceğine söylediği lafa bak hayvanın. Beni ne kadar çok kıskandığı ortada. Yirmi gün sonra görürsün, bu laflarını sana  yedirmezsem…” gibi sözler söylüyordum.
Yurtta oda arkadaşım Turan da önceleri Hasan gibi konuşuyordu. Piyangonun çekilişi yaklaştıkça o da benim heyecanımı ve hayallerimi paylaşmağa başladı. Arabayı teslim aldığım gün kız arkadaşlarımızı bindirip önce Atatürk Orman çiftliğine, sonra da Gölbaşına gitmeyi planladık Turanla. Araba kullanmayı Ona da öğreteceğime söz verdim. Henüz bir kez bile araba kullanma fırsatım olmamıştı ama varsın olsun. Beş on dakikada öğreneceğimden kuşkum yoktu. “Dört teker üstünde duruyor. Devrilecek değil ya bisiklet gibi. Direksiyon elinde. Ne yana gitmek istersen o yana çevir. Durmak istersen frene basarsın, hızlanacaksan gaza basarsın. Hepsi bu kadar işte. Bunun öğrenemeyecek nesi var ki. Belki geriye gitmekde sorun yaşayabilirim. Arabayı koydukları platformun çevresi zincirlerle çevirmemiş olsaydı camından içeri bakıp onu daha iyi tanırdım ama… ”
Çekilişe sayılı günler kalmıştı. Her sabah Ulusta otobüsten indiğimde düzenli bir biçimde arabama kadar gidip onu seyretmeyi, kendimi onu kullanırken hayal etmeyi sürdürüyordum. Çekilişe bir hafta kala, dört çelik ayak üzerine gerdikleri bir branda ile üzerini kapatmışlardı. Görevliye bunun nedenini sordum. “Güneşten korumak için. Aşırı güneş boyasını soldurabilirmiş.” Yanıtını verdi bana. Arabamın boyasının solmasına karşı alınan bu önleme bir hayli sevindim. Yine tatlı hayallerin sarmaladığı düşüncelerle iş yerimin yolunu tutmuştum ki acı bir fren seninin ardından kendimi yere kapaklanmış buldum. Bana çarpan minibüsün şoförü, birkaç yolcusu ve oradan geçenler beni yerden kaldırdılar. Ağrır, acır yerim olup olmadığını sordular. Üzerimdeki tozu, toprağı temizlemeye koyuldular. İçlerinden “Hemen bir ambulans çağıralım.” diyenleri duyuyordum. Bir anlık şokla ne olup bittiğini kavramağa çalıştım. Hiçbir yerim acımıyor, ağrımıyordu. Aklım başımda, bilincim yerindeydi. Minibüs şoförünün bir suçu olmadığını, kusurun bende olduğunu biliyordum. Oradakilere hiçbir şeyim olmadığını, ambulans filan gerekmediğini söyledim. Minibüsçüden özür dileyip ayrıldım.
Araba daha şimdiden hayatımı değiştirmişti. Kendime güvenim artmıştı. Her şeyin üstesinden gelebileceğimi düşünüyordum. Her şeye, herkese karşı pozitiftim. Olaylar karşısında olabildiğince hoşgörülü olmuştum. Başta Analiz 2 hocası Berki ve daire başkan yardımcısı Süha bey olmak üzere, Sevmediğim insanları bile davranışlarında haklı buluyordum. Okula gittiğimde herkesin, özellikle de kızların katılamadığım derslerin notlarını vermek için nasıl yolumu gözleyeceklerini, benimle arkadaş olmak için  nasıl akla, hayale gelmeyen fırsatlar yaratmak isteyeceklerini düşünüyordum. Ankara sokaklarında, caddelerinde benim arabama benzer bir araba daha görmemiştim. Hangi sokaktan, hangi caddeden geçersem geçeyim herkesin hayranlıkla beni göstereceğini düşünüyordum. Kendi kendime; “Yaşamak ne güzel.” Diye söyleniyordum. Bazen de herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle haykırıyordum; “Yaşamak ne güzel!”
Nihayet çekiliş günü geldi. Sabah erkenden kalktım, tıraşımı oldum, en çok yakıştığını düşündüğüm giysilerimle donandım, seyrelmeye başlamış saçlarımı farklı taradım, yüzüme, saçlarıma limon kolonya’sı döktüm.  Odadan çıkmadan Turanı uyandırıp, “Arabamı bu gün alıyorum. Yurdun bahçesinde güzel bir yer ayarla. Akşamları oraya bırakırız. Odanın penceresinden baktığımızda görünecek bir yer olsun, tamam mı?”  diyerek onun bir şey demesine fırsat bırakmadan fırtına gibi çıktım.  Dikimevi Pastanesinde kahvaltımı yapıp otobüs durağına, oradan da Ulus meydanına çıktım.  Otobüsten iner inmez Ankara Palasın önüne, arabamın yanına geldim. Arabanın önünde kırk, elli kişilik bir kalabalık vardı. Onlar da benim gibi çekilişin yapılıp yapılmadığını öğrenmeye gelmişler. Onların boş umutların peşinde olduklarını düşündüm. Arabamı alıp oradan uzaklaşırken ne kadar üzüleceklerini hayal edip acıdım onlara. Ne zaman çekiliş yapılacağının benim için bir önemi olmasa da birisine çekiliş saatini sordum. “saat 15.00, yani üç'de çekilecekmiş. Dört'de de lisde aha şu tahda’ya asılacakmış.” Diyerek otelin girişindeki panoyu  işaret etti.
Büroda Hasana; “Arabamı bu gün alıyorum. Beraber gidelim istersen almaya. Saat dörtte ama biz mesai bitiminde gitsek de olur. Ne dersin? Benimle gelecek misin?” Hasan yine bir “la havle” çekti, “Oğlum sen hala orda mısın? Çekilişden soğna bi dokdora gitsen diyorum. Araba sana çıksa da, çıkmasa da buna ihdiyacın var bence.” diye karşılık verdi kısık bir sesle. “Allah Allaaaah! Bu çocukla arabamla ilgili konuşmamağa söz vermiştim kendime. Neden söyledim ki şimdi? Varsın kıskançlıktan patlasın, çatlasın abi. Yarın sabah söylediklerini yalayacak zaten.”
Saat beş’e doğru bürodan çıktım, yüreğim pır, pır ederek Ankara Palasın yolunu tuttum. Arabam yerinde duruyordu. Çekilişte bana çıktığından hiç kuşku duymadım. “Başka birine çıkmış olsa arabasını alırdı buradan.” düşüncesi geçti kafamdan. Arabanın yanında kimse de yoktu. Çevresindeki koruma zincirlerini almışlardı. O zaman ilk kez yakından inceledim arabamı. Koltuklarına, direksiyonuna, vitesine, öndeki düğmelere baktım. Her birine kendimce anlamlar yükledim. Kapı kolunu tuttum, kilitli değildi. Açıp direksiyona dokundum. Sonra girip direksiyon başına oturdum. Mutluluktan sarhoş gibiydim. Direksiyon koltuğunda ne kadar oturdum farkında değildim.  Otel kapısından çıkan birisi el, kol işaretleriyle bağırarak bana doğru geliyordu. Kapısını binerken açık bırakmış olduğum arabadan beni yaka paça indirdi. “Ne işin var el alemin arabasında, sahibi gorse gıyameti goparır. Manyak mısın nesin?” Bu davranışına bir anlam veremediğim adama döndüm; “kimmiş sahibi bu arabanın söyler misin bana?” Adam eliyle içeriyi işaret ederek; “Otelin lobisinde yetgililerle beraber resmi işlemlerini yapdırıyodur herhal. Yannarında bi yığın da gazeteci var. İşi bitince arabasını teslim alacak.”
İlk defa içim ‘cız’ etti. Çekilişin sonuçlarının nerde olduğunu sordum. Adam, girişte soldaki panoda asılı olduğunu söyledi. Ana kapı ile ikinci kapı arasındaki bölümde duvarlara karşılıklı panolar asılmıştı. Soldaki ilk panoda “EŞYA PİYANGOSU ÇEKİLİŞİ”            yazısının altında “Kazanan Numaralar” yazıyordu. Yirmi kadar numara alt alta sıralanmış, karşılarına da o numaraya çıkan ikramiye adları yazılıydı. İlk numara ve karşısındaki araba yazısı büyük harflerle yazılmıştı ve bu benim biletimin numarası değildi. Panonun karşısında öylece kala kalmışım. İçerden çıkan, çoğunluğu ellerindeki fotoğraf makinelerinin flaşları ile şimşekler çaktıran gazetecilerin oluşturduğu kalabalık yanımdan geçerken kendime geldim. Kalabalığın ardından dışarı çıktım. Gazeteciler arabanın başında çeşitli pozlarda resimler çekerken sessice uzaklaştım ordan.
Otobüse binip yurda dönerken çokta üzülmediğimi fark ettim. Bunun nedenini sordum kendi kendime. Gerçekten hiçbir zaman benim olmamış araba için üzülmek bir yana sevinmem gerektiğini düşündüm. İçim rahatladı. Tam iki aydır harika hayaller kurmuştum. Kurduğum bu hayal dünyasında o kadar mutlu anlar yaşamıştım ki her şeye değerdi. İnsan böyle bir mutluluğu gerçek hayatında çok az yakalayabilirdi. Bu güzel duyguları yaşayabilmek için bedeller ödemeye hazır pek çok insan vardı çevremde. Sevdiğim kızı yanıma oturtup rüzgar gibi geçtiğimiz yolların, bizi sevgi ve gıpta ile izleyen ve gülümseyen insanların, park edip, oturduğumuz çay bahçesinde sohbet ederken, Onu kapısının önüne kadar götürüp, yarın tekrar buluşma kavli ile, bıraktığım anların verdiği mutluluğu nasıl  yok sayabilirdim ki. Ne güzel duygular içinde yaşadım bu süreyi. İnsanlar, bir şeye bağlanmanın, inanmanın ve hayal kurmanın delilik olmayıp mutluluğun ta kendisi olduğunu bilebilseler, işte o zaman kavgasız, hırslardan ve önyargılardan arınmış, adil, sevgi, saygı dolu, hoşgörülü, kinsiz, düşmansız bir dünyada yaşama bahtına erişmezler miydi?
Ve gerçekten de yaşadığım olayda sergilediğim davranışlarımdan dolayı üzülüp asla pişmanlık duymadım o günden sonra. Aksine aklıma geldikçe ferahlık ve sevinç duydum.


4



16 Ekim 2015 Cuma

SELE KARIŞIR


Yine bulutlandı karşıki dağlar
Yağan yağmurları sele karışır
Yarin dudağından yanık bir türkü
Dökülür sazımdan yele karışır


İlkbaharda bu yaylalar süslenir
Çimenlerle koyun kuzu beslenir
Yağmur yağar yarin saçı ıslanır
Yel vurur kokusu güle karışır


Nazlı yarim ilkbaharın çağında
Güller açar gülerken yanağında
Ben onu ararken gönül bağında
Yar süslenir, gezer ele karışır


GÖÇ EDELİM


Solmamışken baharının gülleri
Haydi göç edelim biz bu yerlerden
Sarmak için ip incecik belleri
Haydi göç edelim biz bu yerlerden


Günler değişmiyor bahar, yaz ile
Zaman geçmez sohbet ile, saz ile
Gülüp eğlenmeye gelin, kız ile
Haydi göç edelim biz bu ellerden


Sevda içimizde gizli bir özlem
Ne seven var bizi, ne de bekleyen
Bu kadar perişan yaşamak neden ?

Haydi göç edelim biz bu yerlerden
                                                                     Ü L K Ü

Üniversite tahsilimin ikinci yılıydı. Orada çalışan, aynı zamanda Dil Tarih Coğrafya fakültesinde okuyan arkadaşım Turan’ın verdiği bilgiler sonucu girdiğim DSİ (Devlet Su İşleri) eleman alımı sınavını yüz üzerinden yüz alarak kazanmıştım. Çünkü bütün sorular matematik sorularıydı ve ben Fen Fakültesi Matematik bölümünde okuyordum. Sınav sonuçlarının açıklanmasından tam altı ay sonra beni çağırıp işe alındığımı söylediler. Kayıt için isteneni evrakları hazırlayıp verdim ve ertesi gün işbaşı yaptım.
İş yerim, DSİ İşletme ve Bakım Dairesi Başkanlığı oluyordu. Dairenin olduğu bina Meşrutiyet Caddesindeydi. Bakanlıklar tarafından girildiğinde caddenin sonunda, sağda beş katlı, kurumun kiraladığı bir apartmandı. Dikimevindeki Site Yurdu’nda kaldığım için belediye otobüsünden TED kolejinin önündeki durakta iniyor, beş dakikalık bir yürüyüşle işyerine varabiliyordum. Kot farkından dolayı, altında daha iki kat bulunan binanın dördüncü katındaydı bana verilen oda. Bir masa ve arkasında koltuk mu, sandalye mi olduğu pek belli olmayan bir oturak ve iki sandalyenin yer aldığı odam, koridorun sonunda, binanın arka tarafına bakıyordu. Penceremden boş arsalar ve apartman inşaatları göründüğünden manzara pek iç açıcı görünmüyordu. Bitişiğimdeki, odamın en az dört katı büyüklüğünde ve cephesi farklı yönde olan oda, benim de bağlı olduğum, İşleme ve Bakım müdürünün odasıydı. Diğer odalarda Baş Mühendis, mühendisler ve teknikerler vardı. Baş Mühendis ve müdürümüzün sekreteri dışındakiler odalarında ikişer, üçer oturuyordu.
Kayıt, kuyut işlemlerinden sonra çalıştığım katta ilk tanıştığın kişi, müdürün odasının öteki yanında, benim odam kadar bir odada görev yapan sekreter hanımdı. Masamın başına geçip oturmamın üzerinden beş, on dakika geçmeden, açık duran kapıdan içeri süzülerek; “Ben Ülkü, müdür beyin sekreteriyim. Hoş geldiniz. Yerleşmenize yardım etmemi söylendi ama yapabileceğim bir şey yok gibi görünüyor. Masanıza kağıt, kalem filan getireyim bari.” El sıkıştık. İsmimi söyledim, oturmasını rica ettim, odama konulmuş iki sandalyeden birine oturdu. Kurumu ve işleri tanımama yardımcı olacağını gülümseyen, sıcak, içten bir tavırla anlattı. Birazdan müdürümüzün geleceğini, beni müdüre kendisinin takdim edeceğini söyledi. Gereksinim duyacağım her şeyi kendisine iletmemi de isteyip kalktı ve odasına geçti.
Saat on buçuk gibi müdür olduğunu tahmin ettiğim biri elinde kocaman bir evrak çantasıyla, koridordaki açık kapılardan başını uzatıp içerdekilere isimleriyle “Günaydın.” Diyerek büyük odaya girdi. Peşinden Ülkü Hanım daldı odaya. Kısa bir süre sonra da benim odama gelip;”Müdür bey sizi istiyor.” Dedi.  Sekreter hanımın peşine takılıp müdür beyin odasına girdim.  Beni güler yüzle karşıladı. “Kuruma hoş geldin delikanlı. Benim adım Kadri, Kadri Örencik. Bu bölümün müdürüyüm. Dün evraklarını gözden geçirdim. Fen Fakültesinin matematik bölümünde okuyormuşsun. Bu epey işimize yarayacak. Burası bir teknik servis. Matematik bilmeyenin burada yeri yok. Büronda sana gerekli olacak malzemelerin listesini ambara gönderdim. Ülkü hanım sana yardımcı olacak. Haydi bakalım. Yeni işin hayırlı olsun. Burada ne yapacağını ve diğer konuları sonra konuşuruz. Bu  gün dairede gez, dolaş herkesle tanış. Keyfine bak.” Teşekkür ederek odadan çıktım.
Öyle vakti ülkü hanım açık duran odamın kapısından başını uzatarak; “Yemek vakti, birlikte inelim, sana yemekhaneyi göstereyim. Sonrada ambara gider listedeki malzemeleri alırız, ne dersin?” Ne diyebilirdim ki. Biraz mahcup, biraz çekingen peşine takıldım, birlikte merdivenlerden dört kat aşağıya indik.
Yemekhanede Ülkü Hanım beni birkaç abi ve ablayla tanıştırdı. Yemeği Ülkü hanımın bir bayan arkadaşı ile birlikte üçümüz bir masada yedik. Arkadaşı ile konuşmalarından Ülkü hanımın evli ve bir kızı olduğunu öğrendim. Üç yaşında olduğu anlaşılan kızından, onun tatlı yaramazlıklarından söz ettiler. Bu konuşmalardan öğrendiğim bir başka durum da Ülkü Hanımın beyinin Ankara dışında olduğuydu. Çaylarımız gelince onlara sigara ikram ettim, ikisi de geri çevirmedi. Bir saati aşkın sohbet ettiler. Masada unutulmuş gibiydim. Ama hiç sıkılmadım. Bu arada Ülkü Hanımın çok güzel bir kadın olduğunu, konuşma tarzı ve sıcacık  tavırlarıyla da bu güzelliğini bir kat daha artırdığını fark ettim. Hep gülümseyen, siyah zeytin gibi gözleri vardı. Eşinin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.
İş yerimde iki ayı geride bırakmıştım. İşime ve iş arkadaşım olan ağabeylere ki çoğunluğu İTÜ den mezun Yük. Müh.lerdi. En yaşlıları müdürümüzdü, o da kırk yaşlarında ya vardı ya yoktu. Müdürümle aram, başkalarının kıskanacağı ölçüde iyiydi. İşe hep on buçuk gibi geliyordu. Daha önce Ülkü Hanımın yaptığı sabah kahvesini bana yaptırıyordu. Bu yüzden Ülkü Hanımın alındığını bile hissetmiştim. Haftada bir gün okula, ‘Uygulama’ dersine gitmeme izin vermişti. Bu benim için bulunmaz bir fırsattı. Ülkü hanımla artık birçok şeyi paylaşabiliyordum. Ona sadece ‘Ülkü’ diye hitap etmemi istemişti, artık ben de öyle yapıyordum. O da beni adımla  çağırıyordu. Sık, sık birbirimizin odasına gelip laflıyorduk şundan bundan. Onunla konuşmak, yakınında olmak, her ne olursa olsun bir işine yaramak beni mutlu ediyor, heyecanlandırıyordu. Beraber olduğumuz zamanlar o benim gözlerimin içine bakabiliyor, ben onunkilere bakamıyordum.
Sabahları ikimiz de otobüse Dikimevi durağından biniyorduk. Bir süre sonra durağa elli metre kadar mesafede ve dört yolun kavşağı olan köşedeki ‘Bahar’ Pastanesinde kahvaltı etme bahanesiyle Ülkünün durağa gelişini izlemeye başladım. İlk zamanlar rastlantı sonucu karşılaşmış havası yaratmağa çalıştım. Kısa bir süre sonra erken geldiğinde onun da beni izlediğini ve beklediğini sezinledim. Birlikte kahvaltı teklifimi geri çevirmeyince, her sabah olmasa da haftanın birkaç günü pastanede oturup konuşma heyecanı ve mutluluğunu yaşamaya başladım. Benimle olmaktan hoşlandığını hissediyordum. Ama duyduğu yakınlığın bir arkadaşlık, bir dostluk sınırlarını aşıp aşmadığı konusunda emin olamıyordum. Artık gecelerimin, gündüzlerimin büyük bir bölümünde onu düşünmekten kendimi alamıyordum.
İş yerinde dikkat çekmemek için odasına daha seyrek girip çıkmaya başladım. Ara sıra Ülkü ile yakınlığımızı ima eden takılmalar olmuyor değildi koridorda, yemekhanede. Anlamazlıktan, duymazlıktan geliyordum. Onların yanındayken bahsi geçtiğinde ‘Ülkü hanım’ diye söz ediyordum ondan. İşimi bitirince masamda onun resmini çizmeye çalışıyordum. Resim yeteneğim çok kıt olmasına karşın birkaç denemeden sonra onun gülümseyen bakışlarını resme yansıtabildiğimi fark ettim. Ertesi gün okula gitmiştim. Çekmecelerimi karıştırmış, resmi bulmuş. Okuldan döner dönmez elinde resimle odama geldi. Öyle görünce çok utandım. Ne söyleyeceğimi kestiremedim. “Can sıkıntısından karaladım” filan diye geveledim. Resmi çok beğendiğini, kendisine vermemi istedi. Hayır, olmaz diyecek durumda değildim. “Sen istiyorsan…” diyebildim.
Bir Cuma günü iş çıkışına yakın odama geldi; “İşin yoksa Pazar günü bize gel, birlikte kahvaltı edelim. Annem de, kızım da çok sevinirler.” dedi. O anda belli etmemeye çalıştığım büyük bir sevinçle, bir aksilik olmazsa muhakkak geleceğimi söyledim. Bir aksiliğin olmasına asla izin vermeyeceğimi ona bir söyleyebilsem. Onun iş yerinden ayrılmasından birkaç dakika sonra da ben ayrıldım. Dedikodu olacağı endişesiyle daireye birlikte girip çıkmaktan mümkün olduğunca ikimiz de kaçınıyorduk. Böyle olması onun isteğiydi.
Pazar günü erkenden kalktım. Zaten gece pek uyuduğum da söylenemezdi. Pazarları hiç adetim olmadığı halde tıraş oldum, dişlerimi fırçaladım, en beğendiğim gömleğimi ve pantolonumu giydim, kokular süründüm, dokuza doğru yurttan çıktım. Doğru Dikimevi Çiçekçisi’ne yollandım. Annesinin farklı anlamlar yükleyebileceği endişesiyle ‘Gül’ almak istemedim. Saatin henüz erken olması nedeniyle bir süre oyalandıktan sonra mevsim çiçeklerinden oluşan güzel bir buket yaptırıp tam saat onda Ülkünün kapısını çaldım.
Kapıyı, kızıyla birlikte, içten gülümseyen bakışlarıyla açtı Ülkü. En çok sevdiği çiçekleri nasıl tahmin edebildiğime şaşırdığını söyleyerek demeti elimden aldı, beni içeri buyur etti. Pabuçlarımı çıkardım, ayakkabılıktan ayağıma uygun bir terlik seçerek Ülkünün peşinden salona yürüdüm. Bir gün öncesinden kızı için aldığım, o dönemlerde makbul bir oyuncak ta sayılan, güzelce paket yaptırdığım içindeki küçük bebeği, annesi gibi hep gülümseyen, dünya tatlısı kızına, bir öpücük karşılığında verdim. Ayşegül’le çabucak dost olduk. Kahvaltıdan sonra onu parka götürdüm. Kaydıraktan kaydı, salıncakta sallandı. Çok keyifli bir saati birlikte geçirdik Ayşegül’le.
Ülküyle ilgili birçok şey daha öğrendim o Pazar. Aynı yaşta olduğumuzu, kocasının adını, kendisinden on iki yaş büyük olduğunu, Erzincan’da askerliğini yaptığını, terhisine bir yıldan fazla süre olduğunu, annesinin kısa bir süre sonra, Eskişehir’de yalnız bıraktığı babasının yanına döneceğini, cumartesileri Ayşegül’ü Ayrancı’da oturan kayınvalidesine götürdüğünü filan. Ülkünün bunları bana anlatmış olması, onun yanında çok farklı bir konumum olduğunu hissetmemi sağlamıştı, bundan çok mutlu olmuştum.
Kahvaltı olayından sonra bir süre Ülkü bana, hiç de beklemediğim bir şekilde, mesafeli davranmaya başladı. Benimle konuşurken parıldayan, gülümseyen bakışları sıradanlaştı. Gün boyu odama uğramaz oldu. Öyle yemeğine bana uğramadan çıkıyordu. Bunu neden yaptığına ne bir anlam verebiliyor, ne de sormaya cesaret edebiliyordum. Bu duruma hem çok üzülüyor, hem de çok endişeleniyordum. Bütün gün ve gece ne kusur işlediğimi düşünüyor, bir sonuca ulaşamamanın ağırlığı altında eziliyordum. Bütün bir hafta böyle geçti.
Ertesi haftanın ilk günü işe giderken yanına gitmeye cesaret edemedim. Beni göremeyeceği bir yerden onun otobüse binişini izledim. Bir sonraki otobüsü bekledim. Odama onun kapısının önünden geçilerek giriliyordu. Geçerken, açık duran kapısından başımı uzatıp, çekinerek “Günaydın” dedim. Kafasını bile çevirmeden, belli belirsiz “Günaydın” dedi. Aynı sorunun devam etmekte olduğunu düşünerek içimin acıdığını duyumsadım. Ne olmuştu da birden bu kadar değişmişti bir türlü anlayamıyordum. Ne yapacağım, nasıl davranacağım konusunda pusulayı tümden kaybetmiştim. Bir sürü karanlık düşüncelerle odamı bir aşağı, bir yukarı arşınlarken Ülkü içeri girdi. Kapıyı kapattı, doğru üzerime geldi, iki elini iki yakama kilitledi, ateş saçan bakışlarını gözlerime dikti, var gücüyle sarsarak, “Evlenirsen seni öldürürüm. Bilmiş ol.” dedi. Beni sertçe geriye iterek çıkıp gitti. Elim, ayağım püskül gibi döküldü. Dizlerimin bağı çözüldü. Ağzımı bile açamadan, olduğum yerde sandalyenin üstüne yığılıp kaldım.
Bu olaydan sonra Ülkü yine bir hafta önce olduğu gibi kabuğuna çekildi. Bense ateşlerde kavruluyorum. Yere, göğe sığamıyorum. “Neden bunu söyledi? Kocasından ayrılıp benimle evlenmek istiyor olabilir mi?  Bunca zaman bana kocasından söz etmemiş olması onu sevmediği anlamına mı geliyor acaba? Tam da yeri gelmişken neden ona ‘Seni seviyorum’ diyemedim? Ülkü beni seviyo. Başka ne anlama gelebilir ki bana söylediği? Ben de onu seviyorum. Hem de deli gibi. Ama o bunu bilmiyo. Bunu ona söylemedim, söyleyemiyorum.”
Bu sırrımı bir tek yurttaki oda arkadaşım Turanla paylaşıyordum. Onun, yurdun karşısındaki apartmanda oturan evli bir bayanla ilişkisi vardı. Kocası erkenden işe gittiğinden, İstediği ve uygun olan zamanlarda Turanı evine çağırabiliyordu. Yani arkadaşım bu konularda oldukça deneyimliydi. Bu yüzden bana sık, sık öğütler veriyor, bildiği etkili yol ve yöntemlerle beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Bir keresinde beni cesaretlendireceğini düşünerek olmalı; “Ulan oğlum, sen manyak mısın? Kadın daha ne desin ki sana. Gel de bu gece birlikte yatalım mı desin?” diye azarladı.
Tanışmamızdan bu yana üç aydan fazla zaman geçmişti. Son zamanlarda, hemen her sabah “Bu gün Ülküye muhakkak duygularımı açacağım. Kocasından boşanmasını, ailemin karşı çıkacağının kesin olduğunu adım gibi bilsem de, onunla evlenmek istediğimi, onu çok mutlu edeceğimi söyleyeceğim.” Diye kararlı bir biçimde yurttan çıkıyordum. Ama onunla karşılaşınca ona sevgimden, aşkımdan, ilerisi içinki düşüncelerimden, hep onunla dolu, onunla süslü hayallerimden asla söz edemiyordum. Bu son zamanlardaki mesafeli davranışları, bunları ona söyleyebilmem konusunda daha da sıkıntılara sokuyordu beni. “Ya hayır derse, ya davranışlarını yanlış anladığımı söylerse? Umutlarım tümden biter o zaman. Buna katlanabilir miyim Tanrım.”
Artık sabahları da durakta buluşmaya cesaret edemez olmuştum. Soğuk davranabileceği endişesi yüreğimi buruyordu. Çoğu zaman ondan önce daireye varıyor, balkona oturup TED’kolejinin arkasındaki caddeden onun gelişini izliyordum. Kendine güvenli yürüyüşüyle muhteşem görünürdü. Bizim kata geldiğinde mutlaka beni görebileceği bir konum ayarlıyordum. “Günaydın.” Deyişindeki ses tonu bile o gün benimle sergileyeceği yakınlığı belli ediyordu. Bir gün yakınlığı umutlarımı, cesaretimi artırıyorsa, üç gün moralim bozuk geçiyordu. Moralsiz olduğum böyle zamanları müdür beye (ki be onu Kadri Abi diye ünlüyordum) hissettirmemek için ne kadar çaba harcasam da, o bunu fark ediyordu. İki kez beni “Moralini bozuk görüyorum. Hadi bi okuluna git ne olup bittiğine bak. Sana bu gün izin veriyorum.” Diyerek fakülteme göndermişti.
İşe başlayalı altı ayı geride bırakmıştım. Nisan ayının tüm insanların kanını kaynattığı, Ankara baharının en güzel, coşku dolu günlerinde bile bu coşkuyu istediğim gibi yaşayamıyordum.   Ülkü ile ilişkim iki geri bir ileri devam ediyordu. Bir ateşin üstünde yürüyor gibiydim. Ne yaparsam yapayım bu ateşi söndüremiyordum. Olup bitenleri Turana anlatmaktan da vazgeçtim. Çünkü beni dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aptalı olarak niteliyordu. Ona hak vermiyor değildim ama aklımdan geçirdiğim, gece, gündüz kurduğum hayallerin hiç biri gerçekleşmiyordu. “Tanrım, daha ne kadar sürecek bu işkence?” diye kendimi hırpalayıp duruyordum.
Turanın önerisiyle ikimiz yurttan ayrılıp, bir ev kiralayarak oraya taşınmağa karar verdik. Turan görüştüğü kadınla birlikte olmak için problem yaşamağa başlamıştı. Ben de Ülkü ile birlikte olma hayalleri kuruyor, rahat buluşabilmemiz için bunu gerekli görüyordum. Birkaç gün içinde TED’in bir arka sokağında, giriş katında bir daire tuttuk. İkimizde, bir öğrenci için oldukça iyi sayılacak maaş alıyorduk. Gereksinim duyabileceğimiz eşyaları aldık, evimizi güzelce dayayıp döşedik.
Bir sabah Ülkü odama geldi, evimi görmek istediğini söyledi. Adresi aldı, sonra, zaten yeri çok kolay olan apartmanı nasıl bulabileceğini onun arzusu üzerine tarif ettim. Cumartesi günü öyleden sonra geleceğini söyleyerek çıkıp gitti. Kafam yine allak, bullak olmuştu. Benim bekar evine neden gelmek istiyordu? Bu beni istediği anlamına mı geliyordu? Beni sevip sevmediğinden neden emin olamıyordum? Yoksa ben çok pısırık, korkak biri miydim? Ülkü daha ne kadar yakınlaşabilir, ne kadar ileri gidebilirdi ki? Bu işkence daha ne kadar sürecekti? Bu konuda Turan’ın beni aşağılamaları hiç haksız değildi. Bu ve buna benzer düşünceler beynimde ve kalbimde kopan fırtınaları bir kere daha yaşamama neden oldu.
Cumartesiyi sabırsızlıkla beklediğim haftanın Perşembe günü evden erken çıkıp büroya gelmiştim. Ofisimin aksi yönündeki, henüz boş olan odalardan birine geçip açık pencereden dışarıyı izliyordum.  Elli, atmış metre kadar ilerimizde, caddenin karşı tarafında özel bir kız yurdu vardı. İkinci katın balkonunda bizden tarafa bakan iki kıza laf olsun kabilinden “günaydın” anlamında el salladım. Hemen karşılık verdiler. İşaretleşmeye başladık. Kah işaretle, kah havaya, cama yazarak buluşma arzumuzu karşılıklı anlatmaya çalışıyorduk ki Ülkünün arkamda bizi izlediğini fark ettim. Hırsla camı kapattı, jaluzi perdeyi indirdi, hiç bir şey söylemeden hışımla çıkıp gitti. Ben yine mosmor, bir sandalyeye güçlükle oturabildim.  Odanın sahibi Faruk abinin “Günaydın İsmail. Hayırdır sabah, sabah benden bir isteyin mi var?” sözleriyle kendime geldim. “Günaydın abi.” deyip bir şey söylemeden odama geçtim.
Cumartesi günü kahvaltıdan sonra Turan’ı evden kovalayıp Ülküyü beklemeğe başladım.  Heyecan, endişe ve umut dolu bekleyişim akşam saatlerine kadar sürdü. Artık gelmeyeceğini anlamıştım. Bütün hayallerim suya düştü. Gelmeyişinin nedenleri arasında en mantıklı olanının, bir gün önceki yurtlu kızlar olduğuna hükmettim. Olayın böyle olmasının baş sorumlusu yine bendim. Akşamüzeri Turan geldi. Merakla beklediği sorularının yanıtı uydurduğum yalandı. Ülkünün geldiğini, birlikte çay, sigara içtiğimizi, sonra da gittiğini söyledim. Turan inanmadı, ama fazla da üstelemedi.
Ertesi hafta Ülkünün tavırları bir gün iyi, iki gün mesafeli olarak sürdü. Cumartesi günü Turanla evde genel bir temizlik yapmaya kalkışmıştık. Tam da işleri bitirip ortalığa çeki düzen veriyorduk ki kapı çalındı. Kapıyı açtım. Karşımda dünya güzeli, harikulade bir kadın gülümseyen zeytin gözlerle bana bakıyordu. Gelmesinden tümden umudumu kesmiş olduğum, sevdiğim kadın karşımdaydı. Bir kere daha şaşkınlıktan elim ayağıma dolaşmış durumda donup kaldım. “Her halde beni içeriye buyur etmeyeceksin, kendim gireyim bari.” diyerek içeri daldı. Turanla daha önce tanıştırmıştım. Arkadaşım saygılı bir biçimde “Hoş geldiniz,  evimize şeref verdiniz Ülkü hanım. Buyurun şöyle oturun.” diye yer gösterdi. Ben ancak toparlanıp “Hoş geldin.” diyebildim. Ülkü yerine oturdu, elindeki paketi bana uzatarak,” çayla birlikte yeriz diye aldım. Eviniz hayırlı olsun, güle, güle oturun.” dedi. Evi bir arkadaşımla birlikte tuttuğumu söylememiştim ona. Turanın da evde olmasından sanki biraz tedirgin olduğunu hissettim. Bunu Turanda hissetmiş olmalı ki bir arkadaşıyla buluşacağını söyleyerek özür dileyip bizi baş başa bıraktı.
Bir süre şundan, bundan konuştuktan sonra “Ben çay içmek istiyorum, mutfağı göster bana. Çay suyunu koyduktan sonra da evi gezdir. Arkadaşınla tuttuğunu bilmiyordum. Gelişimi farklı yorumlamaz umarım.” Birlikte çayı demledik, mutfaktan çıkıp odaları dolaştık. Benim odamı beğendiğini söyledi. Zaten ev iki oda, bir salondan ibaretti. İş yerine de, Kızılay’a da yakın olmasının ne kadar güzel olduğundan söz etti. Ben hep onu ne çok sevdiğimi nasıl söyleyeceğimi kuruyor, yapamadıkça da içimde fırtınalar esiyordu. Sonunda, kendi evimde ona ilanı aşk etmenin uygun olmayacağı, bunun bir fırsatçılık olacağı düşüncesi beynime adeta çöreklendi. Sonradan, davetkar olduğunu düşündüğüm, bakışlarına, tavırlarına karşılık veremedim. Getirdiği pasta ile çaylarımızı içtik, mutfakta bardaklarla birlikte birkaç bulaşığı da yıkadı. Bir süre daha oturduktan sonra ,”Fırsat bulursam yine gelirim.” diyerek çıkıp gitti. İki saati aşkın birlikteliğimizin sonunda bende kalan büyük bir hüsrandı.            
Turan eve döndüğünde ortalık kararmağa başlamıştı. Büyük bir merak ve heyecanla neler olduğunu sordu. Hiçbir şey olmadığını söylediğimde bana inanmadı. Bunun doğru olduğunu öğrenince yüzüme tükürüp tepinmeye başladı. “Sen nasıl bir erkeksin? Bu fırsat kaçırılır mı? O kadın hala nasıl olup ta seninle bu gadar ilgileniyo anlıyamıyom. Oğlum sen yoksa yumuşak filan mısın?” Daha bir sürü hakaretler dinledim. Bir yandan davranışımın doğru olduğunu, bir yandan da Turanın söylediklerini çoktan hak ettiğimi düşünüyordum.
Ülkü’nün haftanın ilk gününden başlayan mesafeli davranışları ona yakınlaşma arzumu frenliyordu. İkinci gün sabah, Kadri beyin henüz gelmemiş olduğu saatlerde, odama geldi. “Sana çok önemli bi şey söylemek istiyorum. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama söylemeliyim.  Bir uçuruma yuvarlanmama engel oldun. Bunu neden yaptın, nasıl yaptın bilmiyorum. Şu an artık bilmek de istemiyorum. Sana minnet borcum var. Biraz farklı davransaydın evliliğimi bitirip yuvamı dağıtmam işten bile değildi. Nasıl büyük bir yanlışın içinde olduğumu senin evden ayrıldıktan sonra fark ettim. Yaşadığım sürece dostun olarak kalmak istiyorum. Artık sen benim kardeşim ve en iyi dostumsun. N’olur bunu kabul et.”
Sonunda korktuğum başıma gelmişti. Ülkünün bana bakarken o gülümseyen güzel gözlerindeki parıltı farklı bir anlama bürünmüştü. Benimle konuşurken ki heyecanından eser yoktu.  Bütün hayallerim, umutlarım yerle bir olmuştu. Her şey bir anda yok olup gitmişti. Ne diyebilirdim ki.  

                                                          

                                                                      

7

9 Ekim 2015 Cuma

ÖZLEM


Bir ömür geçip gitti, yılları sayamadım
Kalbimdeki yerine kimseyi koyamadım
Bir gün gelirsin diye ümitlerle yaşlandım
Ne geldin, ne çağırdın, seni anlayamadım



GÜLEN GÖZLERİN


Aşkın bir pınar
İçenler kanar
Mutluluk sunar
Gülen gözlerin


Gönlün yücedir
Ruhun Ece’dir
Bir bilmecedir
Gülen gözlerin


Beni del’eder
Yakar kül eder
Sana kul eder
Gülen gözlerin


AŞIP ŞU DAĞLARI


Aşıp şu dağları vefasız yare
Varmak istiyorum, varamıyorum
Son bir kere olsun dünya gözüyle
Görmek istiyorum, göremiyorum


Doyamam koklasam, öpsem elini
Değişmem verseler dünya malını
Yanağında açmış pembe gülünü
Dermek istiyorum, deremiyorum


Hasret, acı sardı çevre yanımı
Gün saymadım onsuz geçen günümü
Kapısında bu değersiz canımı
Vermek istiyorum, veremiyorum


Ayrılık acısı zor geldi bana
“Sakın gelme!” dedi gidemem ona
Bir umutla karşıma her çıkana
Sormak istiyorum, soramıyorum







6 Ekim 2015 Salı

 BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ


Yeryüzü cenneti bir ülkede insanlar kavgasız, patırtısız, gürültüsüz kendi halinde yaşayıp gidiyordu. Kendilerini yöneten liderlerinin sözünden pek çıkmazlardı. Bu liderler de çok seyrek de olsa halkı yoksulluktan kurtarmasa da onları mutlu edecek icraatlarda bulunurlardı. Bir gün bu halkı yönetmek için ülkenin yönetimine, onlara güzel şeyler vadeden biri talip oldu. Ülke halkı bunu büyük sevinçle karşıladı. Yoksulluktan kurtulacaklardı. Yasalar adamına göre uygulanmayacak, hukuk herkese eşit ve adil davranacaktı. Sorunlarını yetkililer aracısız iletebilecekler, hastane, postane, belediye, mahkeme, banka vb. kapılarında çile çekmeyecekler, her ile İlahiyat Fakültesi, her il ve ilçeye yeni İmama Hatip okulları açılacak, çocuklarını istedikleri okullarda okutabilecekler, yaşlılıklarında meydanda kalmayacaklardı. Hasılı lider de devlet de halkın hizmetinde var gücüyle çalışacaktı. Yeni lider bunları gerçekleştireceğine namus sözü verdi. Seçimler yapıldı, yeni lider adayı ezici bir çoğunlukla seçimi kazanıp ülkenin başına oturdu.

Halk seçim sonuçlarından çok hoşnut oldu. Yeni liderlerini her gördükleri yerde alkış yağmuruna tutuyorlardı. “Liderimiz sen çok yaşa. Allah seni başımızdan eksik etmesin. Dualarımız sana. Yolun açık olsun.” Diyerek liderin şevkini ve iştahını artırıyorlardı. Lider de gördüğü bu içten sevgi ve bağlılığa bakıp yakınlarına; “Yahu bu ahali beni o kadar çok seviyor ki anlatamam. Ne istesem, ne buyursam üstüne gözü kapalı giderler. Yemeyin, içmeyin hatta sıçmayın desem itiraz etmeden yerine getirirler.  Öl desem tereddütsüz ölürler.    Allah biliyor ya ben bile bu kadarını beklemiyor, ummuyordum. Meğer ben ne büyük adammışım” diye şiştikçe şişiyordu. Sık sık büyük kalabalıkları meydanlarda topluyor, tarihe altın harflerle yazılacak nutuklar atıyordu. Nutuklarında daha çok Kuran’dan, hadisten söz ediyor, dini temaları işliyordu. Onlara şöyle hitabediyordu:

-Selamünaleykün sevgili kardeşlerim. Sık sık sizlere hitabetmeyi bana nasip ettiği için yüce Allaha şükranlarımı sunuyorum. Kardeşlerim; çok çalışın, çok üretin. Hepiniz biliyorsunuz ki çalışmak, üretmek ibadetlerin hasıdır. Kardeşlerim, sakın ola ki bu dünya nimetlerine tamah etmeyin. Ne kadar malınız, mülkünüz olursa olsun öteki tarafa birkaç arşın bezden başka bir şey götürülemiyor. Bütün gücünüzle ahiretinizi de mamur etmeye çabalayın. Yüce Allah, güzel günlerin Cenneti Alada sizi beklediğini müjdeliyor kutsal kitabımızda. Cennetin ne manaya geldiğini bilmeyenler beni iyi dinlesin. Oraya vasıl olduğunuz zaman sizi genç, dünyalar güzeli Huriler karşılayacak. Hiç yaşlanmayan ve güzelliklerinden hiçbir şey kaybetmeyen bu hurilerden istediğiniz kadarını alabileceksiniz. Aldığınız huriler her sevişmeden sonra yene de bakire kalacaklar. Cenneti alada sizler de hiç yaşlanmayacaksınız. Ebediyete kadar genç ve bir boğa kadar güçlü kalacaksınız. Hurilerinizle hoş vakit geçirmek dışında bir meşguliyetiniz, bir mecburiyetiniz olmayacak. Ne kadar güzel bir hayat, değil mi kardeşlerim. Böyle bir hayatı istemeyeniniz var mı?

Şimdi bazılarınızın “İyi de sen niye bizden farklı yaşıyorsun? Dünya kadar malın, mülkün var. Bir elin yağda, bir elin balda. Yediğin önünde, yemediğin arkanda. Her istediğini yapıyorsun. Geziyor, tozuyor, eğleniyorsun. Elini soğuk sudan sıcak suya sokmuyorsun. Bu durumda cennete nasıl gireceksin?” dediğini duyar gibi oluyorum. Böyle düşünenlere elbette hak veriyorum. Bunun nedenini de açıklayayım size: Bu fani dünyada birilerinin de çıkıp siz masum, mübarek, yüce Allahın sevgili kullarının günahlarını yüklenmesi gerekir değil mi? İşte ben, bu görevi, sizlerin sorgusuz, sualsiz cennetin kapılarını açmanız için gönüllü olarak yüklendim kardeşlerim. Sizin günahkar kullar olmanıza mani olmak için hepinizin günahlarını sırtımda taşımaya ant içtim. Bu sebepten siz sevgili kardeşlerimin cenneti alaya girmesi için öteki tarafta sonsuza kadar cehennemde yanmayı göze almış bulunuyorum. Velev ki siz günaha bulaşmayın. İyi uykular sevgili kardeşlerim.

-Kalabalıktan alkışlar arasında “Sen çok yaşa büyük önderimiz. Canımız sana feda olsun. Ne istersen yoluna sermeğe hazırız. Dile kıçının kılı olalım. Sen bizim yeni peygamberimizsin. Ne olursun bizi sensiz bırakma.” naraları yeri göğü inletiyordu.

Nutuk meydanı dağılırken insanlar, aralarında genellikle şöyle konuşuyorlardı: “Liderimiz, Allahın yeryüzüne bin yılda bir gönderdiği kutlu insanlardan. Kıymetini bilmek lazım. Helal olsun. Hepimizin günahlarını yüklenmeyi göze almış. Taşıyabilmek için kim bilir ne büyük                               çaba harcıyor. Allah gücüne güç katsın.”
- Çok haklısın kardeş. O kadar çok insanın günahını boynunda taşımak büyük iş. Herkes yapamaz bunu. Helal olsun liderimize. Allah başımızdan eksik etmesin. Amin!

                                     







GÜLEN GÖZLERİN


Aşkın bir pınar
İçenler kanar
Mutluluk sunar
Gülen gözlerin


Gönlün yücedir
Ruhun Ece’dir
Bir bilmecedir
Gülen gözlerin


Beni del’eder
Yakar kül eder
Sana kul eder
Gülen gözlerin



HASRETLİK



Yine nazlı yarim aklıma düştü
Düşsem yola, dermanım yok dizimde
Kalbimi sızlattı, bağrımı deşti
Sel oldu, çağladı yaşlar gözümde

Ayrılık ateşi yakar kor gibi
Tez zamanda kavuşmamız zor gibi
Bir yerlerden saklı bakıyor gibi
Varlığını duyumsarım özümde



1 Ekim 2015 Perşembe








                               ERKEK EVLAT

Evleri, şehrimizin hapishanesine yakın olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Hapishanenin yanından geçerken Nazife bacı geldi aklıma. Köyden kapı komşumuz olan Dölek Ali’nin karsı Nazife bacı sekiz yıldır bu hapishanede yatıyordu. Arkadaşımla görüştükten sonra Nazife bacıyı da ziyaret edip halini, hatırını sormak geçti aklımdan
Görüş günü olmadığından, görüşme izni alabilmek için bir sürü engelle boğuşmak zorunda kaldım. Yarım saati aşkın bir çabanın sonunda Nazife bacıyla görüş odasında bir aradaydık. Oldukça zayıflamış, gözlerinin çevresi morarmış, yüzünde çizgiler artmıştı. Kısacası onu bir hayli yıpranmış bulmuştum. Eski güzelliğinden, yiğitliğinden bir hayli uzaklaşmış göründü bana. İlk anda beni tanıyamasa da çabuk toparladı, ağlayarak boynuma sarıldı, bir süre öyle kaldık. Sonra elimi sıkıca tutup, bırakmadan kanepeye yanına oturttu. Hapishanede aslında rahat olduğunu, tek derdinin çocuklarını çok seyrek görebildiği için, ihtiyaçları olduğu zaman yanlarında olamadığından çok mutsuz olduğunu anlattı. Başka bir yere gönderilmezse yedi yıl daha bu hapishanede kalacağını söyledi. Burada sabretmeyi, nefsine ve hırsına hükmetmeyi öğrendiğini, ama zamanı geriye döndürmenin mümkün olmadığını, pişmanlıkların artık yararsız olduğunu anlatmaya çalıştı. Bana tanınan on beş dakikalık süre çabucak bitivermişti. Ayrılırken yine gözyaşlarını tutamadı. Elini öptüm, onu gardiyanın insafına bırakıp çıktım. Hapishanenin yüksek duvarlarının kenarından yürürken, onun buralara düşmesine neden olan olaylar zihnime üşüştü.

Dölek Ali’yle Nazife bacının ne zaman evlendiklerini hatırlamıyordum. O zaman belki de henüz doğmamıştım. Ama onu buralara taşıyan süreci çok iyi hatırlıyordum. Nazife bacının kızları gün boyu bizim eve girip çıkarlardı. En büyük kızı Aliye ile bağda, bahçede, kırda, bayırda sık, sık bir arada oluyorduk. Onların evinde olup biten hemen her şeyden bizimkiler de bilgi sahibi olurdu. Babam Döleği ve anası Deli Dürü (Dürdane) neneyi pek sevmezdi ama baba Çopur Hasanı sever, sayardı. Köyde de sevilip sayılırdı Çopur Hasan dayı. Dölek Ali’nin, biri abla olmak üzere üç de kız kardeşi vardı. İkisi köyde akrabalarıyla, en küçük olanı da komşu bir köyde yine uzaktan akraba birisiyle evliydi. Dürü kızlarının işlerine, yaşamlarına biraz fazla karıştığı için damatlar ve aileleri tarafından fazlaca sevilen biri değildi. Bu yüzden arada bir hır, gürlerini duyardık.

Nazife, Dölekle evlendirildiğinde on altı yaşında, oldukça güzel bir kızdı.
Dölek Ali askerliğini bitirip döner dönmez, anasını Nazife’yi istemeleri için ikna etmişti. Deli Dürü’nün de oğluna istemek için aklından geçirdiği kızlardan birisiydi Nazife. O yüzden ikna olması hiç zor olmadı. Kısa bir nişanlılık dönemi ardından, köyün ölçütlerine göre güzel bir de düğün yaparak evlendiler. Birinci yılın sonunda da Nazife ilk doğumunu yaptı.

Nazife’nin ilk çocuğunu kız olarak doğması Dürü neneyi hayal kırıklığına uğratmış olsa da umudunu yitirmedi. Bütün aile, adını  Aliye koydukları bebeği sevgiyle bağırlarına bastılar. Aliye ismini Çopur Hasan dayı koymuştu. Anasının ismiydi. Kız da doğmuş olsa Aliye, biricik oğullarının ilk çocuğu, ilk torun olması nedeniyle el üstünde tutuluyor, çok seviliyordu.

Nazife’nin tekrar hamile kalması uzun sürmedi. Aliye on dört aylık olmadan ikinci bebek geldi. Geldi gelmesine de bu da kızdı. Bu deli Dürünün beklediği bir durum değildi. Deli Dürü bu ikincinin de kız olduğunu görünce  homurdanmaya başladı. Nazife’yi suçluyordu. “ Yere batasıca, bi oğlan doğormasını beceremedi. Bu gelinden ne koy olur, ne gasaba. Soyu guruyasıcanın gendi soyunda bile doğru düzgün erkek yok ki. İlkini hadi gız doğordun, ses etmedim. İkincisi de noluyo?” Nazife kaynanasının bu tavırlarını görmezden, duymazdan gelse de arada bir dayanma gücünü tüketip savunmaya geçtiği de oluyordu. “Canım anam, ben de senin gadar oğlan olsun isdiyom. Emme olmadı. Sabret birez, o da olur işallah. Yirmime bile basmadım daha. Niye sabırsızlanıyon ki? Allahın hekmeti, o ne isderse öyle yapıya, ben neydem ki.”

Dölek de, babası da oğlan olmadığına üzülmüşlerdi üzülmesine ama dert  etmemişlerdi Dürü gibi. Aliye tam da sevilecek kıvama gelmişti. Dedesinin onun için yapmayacağı şey yoktu. Bu ikinci torununun da çok tatlı olacağını düşünüp seviniyordu bile. Adını Menevşe ( Menekşe)  koydu dedesi. Birkaç ay sonra Menevşe de çok tatlı, sevimli bir kız torun olarak kendini kabul ettirdi. Bu arada Dürü nene de boş durmuyordu. Gelininin oğlan doğurması için çevrenin, nefesi en güçlü hocalarına gizli,açık okutup üfletiyor, çekemeyenlerin yaptırdığını düşündüğü büyüleri bozdurtuyor, kurşunlar döktürüp, muskalar yazdırıyor, en şifalı otlardan ilaçlar yapıyor, yaptırıyordu.

Nazife’nin maşallahı vardı. Menekşe bir yaşına bile basmamıştı ki Nazife  üçüncü kez hamileydi. Yine kolay geçen bir hamileliğin sonunda, kolay bir doğumla üçüncü kız bebek de geldi. Dürü nene buna inanmakta zorlansa da yapabileceği bir şey yoktu. Hırsından başını alıp tarlalara, bağa, bahçeye  vurdu kendini bir süre. Gelininin yüzünü görmemek için karanlık basıncaya kadar eve dönmüyordu. Kendi kendine Nazife’ye söylenip duruyordu. “Hele sen birez eyileş, ben sana yapacahlarımı biliyom. Bunu bana, çopur Hasana nasıl yapan sen irezil, fışgı, gahbe soylu. Aslan gibi yiğidime nasıl yapan bunu?” Nazife de oğlan doğuramamaktan rahatsızlık duymaya başlamıştı. Zaman, aman kaynanasının yergilerini, saldırılarını haklı bulduğu bile oluyordu. Ama elinden bir şey gelmiyordu, olana bir çare yoktu.

Dördüncü kızın adını Yeter koydular. Ama yetmedi. Aliye on yaşına basmıştı ki beşinci kız da çıkıp geldi. Artık Deli Dürü’yü zapt etmek ne mümkün? Ortalığı birbirine katıyor, “Oğlumu yeniden evereceem, benim uçun bu gadın bitdi, bunun oğlan doğuracağı, moğuracağı yoh. Bu geberesiciye galırsak soyumuz, suplumuz guruyup yoh olacacah.  Tez elden aslanıma münasıp bi gız bulacağam. Esgisini de ister atsın, isder dutsun. Hacıyınan, hocayınan, nazarınan, mısgayınan uğraşmahtan bıhdım, osandım. Heç bi şey bu it soyunu gız inadından vazgeçiremiyo.”

Dürü nenenin birkaç senedir sıkça önerdiği ‘yeniden evlendirme’ konusu nihayet Çopur Hasanın da kafasına yatmıştı. Ali ise karısına sevgiyle hala bağlı olsa da babasının ve anasının sözünden çıkamazdı. Kaldı ki o da bir oğlu olmasını çok istiyor, bunun Naazife’yle olmayacağına da artık inanıyordu. Komşular ve köyün ileri gelenleri de, Döleğin bir oğula sahip olmak için, tekrar evlenmekten başka çaresinin olmadığını kapalı, açık konuşup duruyorlardı. Aile meclisi toplandı, Nazife’ye bir kuma getirilmesi kesinleşti.

Dölek Aliye ikinci eşin bulunması zor olmadı. Yukarı mahallede oturan ve uzaktan akraba olan, Uzun Haydarın kızı Cinli Tekmile. Tekmile on sekiz yaşında, komşu köyden olan nişanlısından bir yıl kadar önce ayrılmış, çevresinde geçimsiz biri olarak bilinen bir kızdı. Arada bir sara nöbetlerine tutulduğu biliniyordu. Köylüler, bu nöbetlerin cinlerin, perilerin işi olduğunu düşündüklerinden ona ‘Cinli’ lakabını takmışlardı. Nişanlısından ayrılmış bir kıza hiçbir bekar gencin kolay, kolay dönüp bakmadığı bir anlayışın hüküm sürdüğü  böyle bir ortamda, kuma olarak da olsa bir talip çıkması Tekmile ve ailesi için kaçırılmaz bir fırsattı. Usule uygun olarak Cinli Tekmile istendi, bir hafta içinde yüzükler takıldı, adetler yapıldı ve iki ay sonrasına düğün kararı verildi.

Nazife, bir kuması olmasını asla istemiyordu. Doğurmaya devam ederse mutlaka oğlanı bulacağını düşünüyordu. Bu olup bitenler sırasında yine hamile kalmıştı. Kaynanasına, kayın babasına, kocasına yalvardı, “ Bahın, ben gine gebeyim. Heç olmazsa bu doğumumu bekleyin. Belki de oğlan olur. Hep gız olacah deel ya. Beni ataşlara atmayın, yuvamı dağatmayın, gulunuz, koleniz oluyum, bana bunu yapmayın.” Bu yalvarıp, yakarmalarını dinleyen olmadı. Düğüne on gün kala altıncı bebek de sağlıklı, nur topu gibi bir kız olarak dünyaya gözlerini açtı. Nazife’nin son sansı ve umudu da böylece yok olup gitti.

Davul, zurna eşliğinde, tantanasız, sadece bir gün süren bir düğünle Cinli Tekmile Dölek Aliyle evlendirildi. Altı ay sonra da Cinli hamileydi. Sonunda doğum oldu. Çopur hanedanının geleceği kurtulmuştu. Tekmile sağlıklı bir erkek bebek doğurmuştu. Deli Dürü sevinçten, mutluluktan gerçekten delirmişti. Yerinde duramıyor, evleri kapı, kapı dolaşıp önüne çıkana ağzını köpürte, köpürte torununu anlatıyordu. “Gelin dediğin böyl’olur. Tekmilem gayli  başımızın tacı, yaramızın ilacı, goğnümüzün sultanı, derdimizin dermanı oldu. Torunum tosun gibi maşallah. Allah nazarlardan gorusun, Allah herkeşe gısmat etsin. Eyiki de Ali’me aldım Tekmile’mi. Bahın, demedi demen, bundan soğnakileri de oğlan doğoracah gozel gelinim. Adım gibi Biliyom, inanmazsanız işte size duvara bi cızıh çekiyom.”

Doğumun haftasına, Çopur Hasan ve Deli Dürü, Tekmile’in oğlan doğuracağı hesabıyla adak adayıp  besledikleri koçu kestiler. Kurban etli bulgur pilavına bütün köylüyü davet ettiler. Bir şenlik havası içinde yenildi, içildi, Köyün en yaşlı, en bilge kişisi olan Rıza emmi Dualar eşliğinde bebeğin adını kulağına üç kez bağırdı. “Hamza, Hamza, Hamza.” Bu ismi dedesi istemişti. İslam tarihinde, Hamza adında çok yiğit bir zat olduğu çalınmıştı kulağına bir yerlerden. Etli pilav ve yayık ayranı ile karınlarını doyuran köylüler, kimi içten sevinerek, kimi göstermelik olarak, kimi de çekemezliklerini belli etmeyerek Çopuru ve Deli Dürü’yü kutlayıp ayrıldılar.

Bu doğumdan bir ay kadar sonra evdeki düzen değişti. Çopur’un evi o yöreye has geleneksel bir köy eviydi: Bir başta ocak ve bacası, bacanın iki yanında odunluk ve kiler bölmeleri, yan duvarlardan biri boydan boya yüklük (yatak, yorgan ve yastıklar), diğer davar boyu buğday, un, bulgur vb. çuvalları, ocağın tam karşısındaki duvarın bir köşesinde giriş kapısı, ortada raf, raf kap kacak, diğer köşede ‘Curhalık’ denilen dokuma tezgahı olan, tavanındaki tek göz pencereden ışık alan yetmiş, seksen metre karelik bir büyük oda. Ana kapıdan geçilerek, bir koridorla ulaşılan tandır odası, ahır, davar kömü ve samanlık evin tamamlayıcı unsurlarıydı. Bu, orta ve iyi halli köylünün standart eviydi. Çopur, karısı ve torunları, yere sıralanan yataklarda bu büyük odada yatıp, kalkıyorlardı. Dölek de karısıyla tandırda yatıyordu. Veliaht Hamza’nın doğumundan kısa bir süre sonra Dürü’nün de arzuları doğrultusunda tandır odasında Ali’yle dört gece Tekmile, üç gece de Nazife kalmağa başladı. Ama bu durum uzun sürmedi. Tekmile, hem gençliğinin verdiği güvenle, hem de oğlan anası olmanın avantajını kullanarak kocasının tek sahibi olmak istiyordu. Nitekim birkaç hafta sonra Nazife’nin Ali’yle geceleme sayısı haftada ikiye indi.

Doğumun üzerinden altı ay geçmeden iki kuma arasında hırlaşmalar başladı. Her fırsatta Tekmile saldırıyor, Nazife savunmada kalıyordu. Bir süre sonra Cinli Tekmile mevzi kazanmış, tandır odasında geceleme sayısını altıya yükseltmişti. Hiçbir söz hakları olmayan kızların dışında, evdekiler her olayda  Tekmile’nin yanında yer alıyordu. Zavallı Fadime yapılan haksızlıkları sineye çekip, sabrediyordu. Ama Tekmile’nin Dürü destekli saldırılarının ardı, arkası kesilecek gibi görünmüyordu. Nazife’nin tandır odasıyla ilişiğinin kesilmesi uzun sürmedi. İkinci oğlanı doğurduktan sonra tandır odasının tek hakimi ve sahibi Cinli Tekmile’ydi.

Tekmile, Nazife’nin Ali’yle bağlarını kopartdığında Nazife daha yirmi sekiz yaşındaydı. Arada bir de olsa kocasına sarılmak, birlikte olmak istiyordu. Dölek Ali de çok değişmişti. Anasının ve yeni karısının ağzına bakıyordu. Fadime’yi, arzularını, duygularını umursamıyor, görmezden geliyordu. Kızlarına eski ilgisi, sevgisi yok olmuştu. Varsa da, yoksa da Hamza. Her şey Hamza içindi. Nazife bu durumlara, gözyaşlarına boğularak katlanıyordu. En küçük kızı Hava’yı (Havva) kucağına alıp anasına gidiyordu arada bir. Ama anasından da beklediği desteği göremiyordu. Bir oğlan doğuramadığı için adeta o da kızını suçluyordu. Zavallı öylesine çaresizdi ki. Gizli, gizli gözyaşı dökmekten başka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Kızlarının dışında herkes tarafından tamamen dışlanmış hissediyordu kendini. Çocuklarını düşünmese rahatlıkla canına kıyabilirdi.

Cinli Tekmile’nin baskıları giderek arttı. Nazife’yi aşağılamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. En büyük desteği de Deli Dürü’den görüyordu. Sadece Nazife’yle uğraşmakla yetinmiyor, kızlara da kan kusturuyordu. “Bi halt’a yaramıyan sülükler, kanımızı, canımızı emmekden başga yapdığınız bi şey yoh. Sizden gurtulduğum gunner de gelecek işallah, gorürsünüz siz.” Diyerek kızların sırtıma, kafasına, gözüne vurmaktan, dövmekten marazi bir haz duyuyordu. Nazife’ye saldırmayı ise kendine  neredeyse iş edinmişti. Aşağılamalarını, hakaretlerini saklamaya, gizlemeye gerek duymuyordu. “Seni de gızlarını da bu evde isdemiyom. Elimden bi gaza çıhmadan toplan pılı, pırtınızı buradan defolun. Kimsenin gayrı sizi bu evde isdemediğini ağnamadıysan bunu sana ağnatmasını da bilirim. Arsız, yüzsüz, soysuz, şırfıntı garı.”  Bir keresinde Nazife çektiği sıkıntıyı, ezayı kocasına söyleyecek oldu, Dölek Ali Nazife’yi söylediğine, söyleyeceğine bin pişman etti. Zehir, zemberek lafları başından aktarması bir yana iki de esaslı tekme attı zavallıya.

Nazife yürürken, otururken, iş yaparken hep düşünüyor, bir çıkış arıyordu. En büyüğü on iki yaşında altı tane kızıyla çalabileceği bir kapı, sığabileceği bir çatı altı düşünemiyor, daralıyor, bunalıyor, nefessiz kalıyor, adeta boğuluyordu. Derdini birilerine anlatma isteği tümden yok olmuştu. Bu yüzden kimselerle konuşmuyor, görüşmüyordu. Başına gelen haksızlıkların hesabını Allah havale ediyor, rahatlamayı umuyor ama bir türlü huzur bulamıyordu. Yemeden, içmeden, uykudan kesilmişti. Gözleri kapandığı zamanlarda ise sadece korkunç kabuslar görüyor, bazen sıçrayarak, bazen çığlık çığlığa uyanıyordu. Koskoca köyde derdini anlatabileceği tek insan Mehdi ağanın gelini Hasibe’ydi. Onun da Nazife’yi dinleyip teselli ederek sabır dilemekten, acısın paylaşmaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Bazen bu kadarı bile Nazife’nin ayakta kalmasına yardımcı oluyordu.

Temmuz ayı ortalarında bir ikindi vakti Nazife akşam yemeğinin hazırlıklarına başlamıştı. Bahçeden topladığı taze, körpe kabakları soyuyor, bir kabın içine doğruyordu. Cinli Tekmile hışımla içeri girdi, Fadime’nin başına dikildi, ellerini beline kavuşturup; “Sen kim oluyon da benim oğlumu azarlıyon, kahıp yere düşürüyon orusbu garı. Sana daha gaç kere diyeceğem oğlannarıma el sürmüyeceğen diye? Senin gancıh enikleriyin topu oğlumun dırnağa bile etmez. Onnarınan bi mi gorüyon tosunnarımı? Yakında göreceksin hepisi senin gibi birer orusbu olup çıhacahlar. Senin ananı da bek eyi söylemezlerdi, biliyon. Elma dibine düşerimiş. Orusbudan orusbu çıhıyo. Bunu o galın kafana sok, yoğsam ben sokmasını bilirim. Seni de, o sürtük gızlarını da bu koyün erkeklerinin paçavrası yapmazsam bana da Cinni Tekmile demesinler.” Tekmile’nin hakaretleri Nazife’yi iyice sersemletmişti. Hele de canından çok sevdiği kızlarına ve hiçbir köylünün namusuna, şerefine toz dahi kondurmayı aklından bile geçirmeyeceği anasına dil uzatan sözleri Nazife’nin beynine ve yüreğine bir kurşun gibi saplanmıştı. Başı döndü, gözleri karardı. Ayağa fırladı, bir eliyle Cinli’yi saçlarından kavradı. “Sen bunu çohdan hak edin.” diye gürleyerek, öteki elinde bulunan sivri ve keskin bıçağı var gücüyle hasmının böğrüne sapladı.


Mahkemede ilk bıçak darbesinden sonra olanları hiç hatırlayamadığını söyledi sürekli. Nazife, kumasını yirmi küsur bıçak darbesiyle delik deşik etmişti. Arkasından da ocağı tutuşturmaya çalışan Deli Dürü’ye yönelmiş, onu da beş yerinden bıçaklamıştı. Tekmile oracıkta can vermişti. Dürü ise hastaneye yetiştirilmiş, on gün sonra da iyileşerek taburcu edilmişti.