1 Ekim 2015 Perşembe








                               ERKEK EVLAT

Evleri, şehrimizin hapishanesine yakın olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Hapishanenin yanından geçerken Nazife bacı geldi aklıma. Köyden kapı komşumuz olan Dölek Ali’nin karsı Nazife bacı sekiz yıldır bu hapishanede yatıyordu. Arkadaşımla görüştükten sonra Nazife bacıyı da ziyaret edip halini, hatırını sormak geçti aklımdan
Görüş günü olmadığından, görüşme izni alabilmek için bir sürü engelle boğuşmak zorunda kaldım. Yarım saati aşkın bir çabanın sonunda Nazife bacıyla görüş odasında bir aradaydık. Oldukça zayıflamış, gözlerinin çevresi morarmış, yüzünde çizgiler artmıştı. Kısacası onu bir hayli yıpranmış bulmuştum. Eski güzelliğinden, yiğitliğinden bir hayli uzaklaşmış göründü bana. İlk anda beni tanıyamasa da çabuk toparladı, ağlayarak boynuma sarıldı, bir süre öyle kaldık. Sonra elimi sıkıca tutup, bırakmadan kanepeye yanına oturttu. Hapishanede aslında rahat olduğunu, tek derdinin çocuklarını çok seyrek görebildiği için, ihtiyaçları olduğu zaman yanlarında olamadığından çok mutsuz olduğunu anlattı. Başka bir yere gönderilmezse yedi yıl daha bu hapishanede kalacağını söyledi. Burada sabretmeyi, nefsine ve hırsına hükmetmeyi öğrendiğini, ama zamanı geriye döndürmenin mümkün olmadığını, pişmanlıkların artık yararsız olduğunu anlatmaya çalıştı. Bana tanınan on beş dakikalık süre çabucak bitivermişti. Ayrılırken yine gözyaşlarını tutamadı. Elini öptüm, onu gardiyanın insafına bırakıp çıktım. Hapishanenin yüksek duvarlarının kenarından yürürken, onun buralara düşmesine neden olan olaylar zihnime üşüştü.

Dölek Ali’yle Nazife bacının ne zaman evlendiklerini hatırlamıyordum. O zaman belki de henüz doğmamıştım. Ama onu buralara taşıyan süreci çok iyi hatırlıyordum. Nazife bacının kızları gün boyu bizim eve girip çıkarlardı. En büyük kızı Aliye ile bağda, bahçede, kırda, bayırda sık, sık bir arada oluyorduk. Onların evinde olup biten hemen her şeyden bizimkiler de bilgi sahibi olurdu. Babam Döleği ve anası Deli Dürü (Dürdane) neneyi pek sevmezdi ama baba Çopur Hasanı sever, sayardı. Köyde de sevilip sayılırdı Çopur Hasan dayı. Dölek Ali’nin, biri abla olmak üzere üç de kız kardeşi vardı. İkisi köyde akrabalarıyla, en küçük olanı da komşu bir köyde yine uzaktan akraba birisiyle evliydi. Dürü kızlarının işlerine, yaşamlarına biraz fazla karıştığı için damatlar ve aileleri tarafından fazlaca sevilen biri değildi. Bu yüzden arada bir hır, gürlerini duyardık.

Nazife, Dölekle evlendirildiğinde on altı yaşında, oldukça güzel bir kızdı.
Dölek Ali askerliğini bitirip döner dönmez, anasını Nazife’yi istemeleri için ikna etmişti. Deli Dürü’nün de oğluna istemek için aklından geçirdiği kızlardan birisiydi Nazife. O yüzden ikna olması hiç zor olmadı. Kısa bir nişanlılık dönemi ardından, köyün ölçütlerine göre güzel bir de düğün yaparak evlendiler. Birinci yılın sonunda da Nazife ilk doğumunu yaptı.

Nazife’nin ilk çocuğunu kız olarak doğması Dürü neneyi hayal kırıklığına uğratmış olsa da umudunu yitirmedi. Bütün aile, adını  Aliye koydukları bebeği sevgiyle bağırlarına bastılar. Aliye ismini Çopur Hasan dayı koymuştu. Anasının ismiydi. Kız da doğmuş olsa Aliye, biricik oğullarının ilk çocuğu, ilk torun olması nedeniyle el üstünde tutuluyor, çok seviliyordu.

Nazife’nin tekrar hamile kalması uzun sürmedi. Aliye on dört aylık olmadan ikinci bebek geldi. Geldi gelmesine de bu da kızdı. Bu deli Dürünün beklediği bir durum değildi. Deli Dürü bu ikincinin de kız olduğunu görünce  homurdanmaya başladı. Nazife’yi suçluyordu. “ Yere batasıca, bi oğlan doğormasını beceremedi. Bu gelinden ne koy olur, ne gasaba. Soyu guruyasıcanın gendi soyunda bile doğru düzgün erkek yok ki. İlkini hadi gız doğordun, ses etmedim. İkincisi de noluyo?” Nazife kaynanasının bu tavırlarını görmezden, duymazdan gelse de arada bir dayanma gücünü tüketip savunmaya geçtiği de oluyordu. “Canım anam, ben de senin gadar oğlan olsun isdiyom. Emme olmadı. Sabret birez, o da olur işallah. Yirmime bile basmadım daha. Niye sabırsızlanıyon ki? Allahın hekmeti, o ne isderse öyle yapıya, ben neydem ki.”

Dölek de, babası da oğlan olmadığına üzülmüşlerdi üzülmesine ama dert  etmemişlerdi Dürü gibi. Aliye tam da sevilecek kıvama gelmişti. Dedesinin onun için yapmayacağı şey yoktu. Bu ikinci torununun da çok tatlı olacağını düşünüp seviniyordu bile. Adını Menevşe ( Menekşe)  koydu dedesi. Birkaç ay sonra Menevşe de çok tatlı, sevimli bir kız torun olarak kendini kabul ettirdi. Bu arada Dürü nene de boş durmuyordu. Gelininin oğlan doğurması için çevrenin, nefesi en güçlü hocalarına gizli,açık okutup üfletiyor, çekemeyenlerin yaptırdığını düşündüğü büyüleri bozdurtuyor, kurşunlar döktürüp, muskalar yazdırıyor, en şifalı otlardan ilaçlar yapıyor, yaptırıyordu.

Nazife’nin maşallahı vardı. Menekşe bir yaşına bile basmamıştı ki Nazife  üçüncü kez hamileydi. Yine kolay geçen bir hamileliğin sonunda, kolay bir doğumla üçüncü kız bebek de geldi. Dürü nene buna inanmakta zorlansa da yapabileceği bir şey yoktu. Hırsından başını alıp tarlalara, bağa, bahçeye  vurdu kendini bir süre. Gelininin yüzünü görmemek için karanlık basıncaya kadar eve dönmüyordu. Kendi kendine Nazife’ye söylenip duruyordu. “Hele sen birez eyileş, ben sana yapacahlarımı biliyom. Bunu bana, çopur Hasana nasıl yapan sen irezil, fışgı, gahbe soylu. Aslan gibi yiğidime nasıl yapan bunu?” Nazife de oğlan doğuramamaktan rahatsızlık duymaya başlamıştı. Zaman, aman kaynanasının yergilerini, saldırılarını haklı bulduğu bile oluyordu. Ama elinden bir şey gelmiyordu, olana bir çare yoktu.

Dördüncü kızın adını Yeter koydular. Ama yetmedi. Aliye on yaşına basmıştı ki beşinci kız da çıkıp geldi. Artık Deli Dürü’yü zapt etmek ne mümkün? Ortalığı birbirine katıyor, “Oğlumu yeniden evereceem, benim uçun bu gadın bitdi, bunun oğlan doğuracağı, moğuracağı yoh. Bu geberesiciye galırsak soyumuz, suplumuz guruyup yoh olacacah.  Tez elden aslanıma münasıp bi gız bulacağam. Esgisini de ister atsın, isder dutsun. Hacıyınan, hocayınan, nazarınan, mısgayınan uğraşmahtan bıhdım, osandım. Heç bi şey bu it soyunu gız inadından vazgeçiremiyo.”

Dürü nenenin birkaç senedir sıkça önerdiği ‘yeniden evlendirme’ konusu nihayet Çopur Hasanın da kafasına yatmıştı. Ali ise karısına sevgiyle hala bağlı olsa da babasının ve anasının sözünden çıkamazdı. Kaldı ki o da bir oğlu olmasını çok istiyor, bunun Naazife’yle olmayacağına da artık inanıyordu. Komşular ve köyün ileri gelenleri de, Döleğin bir oğula sahip olmak için, tekrar evlenmekten başka çaresinin olmadığını kapalı, açık konuşup duruyorlardı. Aile meclisi toplandı, Nazife’ye bir kuma getirilmesi kesinleşti.

Dölek Aliye ikinci eşin bulunması zor olmadı. Yukarı mahallede oturan ve uzaktan akraba olan, Uzun Haydarın kızı Cinli Tekmile. Tekmile on sekiz yaşında, komşu köyden olan nişanlısından bir yıl kadar önce ayrılmış, çevresinde geçimsiz biri olarak bilinen bir kızdı. Arada bir sara nöbetlerine tutulduğu biliniyordu. Köylüler, bu nöbetlerin cinlerin, perilerin işi olduğunu düşündüklerinden ona ‘Cinli’ lakabını takmışlardı. Nişanlısından ayrılmış bir kıza hiçbir bekar gencin kolay, kolay dönüp bakmadığı bir anlayışın hüküm sürdüğü  böyle bir ortamda, kuma olarak da olsa bir talip çıkması Tekmile ve ailesi için kaçırılmaz bir fırsattı. Usule uygun olarak Cinli Tekmile istendi, bir hafta içinde yüzükler takıldı, adetler yapıldı ve iki ay sonrasına düğün kararı verildi.

Nazife, bir kuması olmasını asla istemiyordu. Doğurmaya devam ederse mutlaka oğlanı bulacağını düşünüyordu. Bu olup bitenler sırasında yine hamile kalmıştı. Kaynanasına, kayın babasına, kocasına yalvardı, “ Bahın, ben gine gebeyim. Heç olmazsa bu doğumumu bekleyin. Belki de oğlan olur. Hep gız olacah deel ya. Beni ataşlara atmayın, yuvamı dağatmayın, gulunuz, koleniz oluyum, bana bunu yapmayın.” Bu yalvarıp, yakarmalarını dinleyen olmadı. Düğüne on gün kala altıncı bebek de sağlıklı, nur topu gibi bir kız olarak dünyaya gözlerini açtı. Nazife’nin son sansı ve umudu da böylece yok olup gitti.

Davul, zurna eşliğinde, tantanasız, sadece bir gün süren bir düğünle Cinli Tekmile Dölek Aliyle evlendirildi. Altı ay sonra da Cinli hamileydi. Sonunda doğum oldu. Çopur hanedanının geleceği kurtulmuştu. Tekmile sağlıklı bir erkek bebek doğurmuştu. Deli Dürü sevinçten, mutluluktan gerçekten delirmişti. Yerinde duramıyor, evleri kapı, kapı dolaşıp önüne çıkana ağzını köpürte, köpürte torununu anlatıyordu. “Gelin dediğin böyl’olur. Tekmilem gayli  başımızın tacı, yaramızın ilacı, goğnümüzün sultanı, derdimizin dermanı oldu. Torunum tosun gibi maşallah. Allah nazarlardan gorusun, Allah herkeşe gısmat etsin. Eyiki de Ali’me aldım Tekmile’mi. Bahın, demedi demen, bundan soğnakileri de oğlan doğoracah gozel gelinim. Adım gibi Biliyom, inanmazsanız işte size duvara bi cızıh çekiyom.”

Doğumun haftasına, Çopur Hasan ve Deli Dürü, Tekmile’in oğlan doğuracağı hesabıyla adak adayıp  besledikleri koçu kestiler. Kurban etli bulgur pilavına bütün köylüyü davet ettiler. Bir şenlik havası içinde yenildi, içildi, Köyün en yaşlı, en bilge kişisi olan Rıza emmi Dualar eşliğinde bebeğin adını kulağına üç kez bağırdı. “Hamza, Hamza, Hamza.” Bu ismi dedesi istemişti. İslam tarihinde, Hamza adında çok yiğit bir zat olduğu çalınmıştı kulağına bir yerlerden. Etli pilav ve yayık ayranı ile karınlarını doyuran köylüler, kimi içten sevinerek, kimi göstermelik olarak, kimi de çekemezliklerini belli etmeyerek Çopuru ve Deli Dürü’yü kutlayıp ayrıldılar.

Bu doğumdan bir ay kadar sonra evdeki düzen değişti. Çopur’un evi o yöreye has geleneksel bir köy eviydi: Bir başta ocak ve bacası, bacanın iki yanında odunluk ve kiler bölmeleri, yan duvarlardan biri boydan boya yüklük (yatak, yorgan ve yastıklar), diğer davar boyu buğday, un, bulgur vb. çuvalları, ocağın tam karşısındaki duvarın bir köşesinde giriş kapısı, ortada raf, raf kap kacak, diğer köşede ‘Curhalık’ denilen dokuma tezgahı olan, tavanındaki tek göz pencereden ışık alan yetmiş, seksen metre karelik bir büyük oda. Ana kapıdan geçilerek, bir koridorla ulaşılan tandır odası, ahır, davar kömü ve samanlık evin tamamlayıcı unsurlarıydı. Bu, orta ve iyi halli köylünün standart eviydi. Çopur, karısı ve torunları, yere sıralanan yataklarda bu büyük odada yatıp, kalkıyorlardı. Dölek de karısıyla tandırda yatıyordu. Veliaht Hamza’nın doğumundan kısa bir süre sonra Dürü’nün de arzuları doğrultusunda tandır odasında Ali’yle dört gece Tekmile, üç gece de Nazife kalmağa başladı. Ama bu durum uzun sürmedi. Tekmile, hem gençliğinin verdiği güvenle, hem de oğlan anası olmanın avantajını kullanarak kocasının tek sahibi olmak istiyordu. Nitekim birkaç hafta sonra Nazife’nin Ali’yle geceleme sayısı haftada ikiye indi.

Doğumun üzerinden altı ay geçmeden iki kuma arasında hırlaşmalar başladı. Her fırsatta Tekmile saldırıyor, Nazife savunmada kalıyordu. Bir süre sonra Cinli Tekmile mevzi kazanmış, tandır odasında geceleme sayısını altıya yükseltmişti. Hiçbir söz hakları olmayan kızların dışında, evdekiler her olayda  Tekmile’nin yanında yer alıyordu. Zavallı Fadime yapılan haksızlıkları sineye çekip, sabrediyordu. Ama Tekmile’nin Dürü destekli saldırılarının ardı, arkası kesilecek gibi görünmüyordu. Nazife’nin tandır odasıyla ilişiğinin kesilmesi uzun sürmedi. İkinci oğlanı doğurduktan sonra tandır odasının tek hakimi ve sahibi Cinli Tekmile’ydi.

Tekmile, Nazife’nin Ali’yle bağlarını kopartdığında Nazife daha yirmi sekiz yaşındaydı. Arada bir de olsa kocasına sarılmak, birlikte olmak istiyordu. Dölek Ali de çok değişmişti. Anasının ve yeni karısının ağzına bakıyordu. Fadime’yi, arzularını, duygularını umursamıyor, görmezden geliyordu. Kızlarına eski ilgisi, sevgisi yok olmuştu. Varsa da, yoksa da Hamza. Her şey Hamza içindi. Nazife bu durumlara, gözyaşlarına boğularak katlanıyordu. En küçük kızı Hava’yı (Havva) kucağına alıp anasına gidiyordu arada bir. Ama anasından da beklediği desteği göremiyordu. Bir oğlan doğuramadığı için adeta o da kızını suçluyordu. Zavallı öylesine çaresizdi ki. Gizli, gizli gözyaşı dökmekten başka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Kızlarının dışında herkes tarafından tamamen dışlanmış hissediyordu kendini. Çocuklarını düşünmese rahatlıkla canına kıyabilirdi.

Cinli Tekmile’nin baskıları giderek arttı. Nazife’yi aşağılamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. En büyük desteği de Deli Dürü’den görüyordu. Sadece Nazife’yle uğraşmakla yetinmiyor, kızlara da kan kusturuyordu. “Bi halt’a yaramıyan sülükler, kanımızı, canımızı emmekden başga yapdığınız bi şey yoh. Sizden gurtulduğum gunner de gelecek işallah, gorürsünüz siz.” Diyerek kızların sırtıma, kafasına, gözüne vurmaktan, dövmekten marazi bir haz duyuyordu. Nazife’ye saldırmayı ise kendine  neredeyse iş edinmişti. Aşağılamalarını, hakaretlerini saklamaya, gizlemeye gerek duymuyordu. “Seni de gızlarını da bu evde isdemiyom. Elimden bi gaza çıhmadan toplan pılı, pırtınızı buradan defolun. Kimsenin gayrı sizi bu evde isdemediğini ağnamadıysan bunu sana ağnatmasını da bilirim. Arsız, yüzsüz, soysuz, şırfıntı garı.”  Bir keresinde Nazife çektiği sıkıntıyı, ezayı kocasına söyleyecek oldu, Dölek Ali Nazife’yi söylediğine, söyleyeceğine bin pişman etti. Zehir, zemberek lafları başından aktarması bir yana iki de esaslı tekme attı zavallıya.

Nazife yürürken, otururken, iş yaparken hep düşünüyor, bir çıkış arıyordu. En büyüğü on iki yaşında altı tane kızıyla çalabileceği bir kapı, sığabileceği bir çatı altı düşünemiyor, daralıyor, bunalıyor, nefessiz kalıyor, adeta boğuluyordu. Derdini birilerine anlatma isteği tümden yok olmuştu. Bu yüzden kimselerle konuşmuyor, görüşmüyordu. Başına gelen haksızlıkların hesabını Allah havale ediyor, rahatlamayı umuyor ama bir türlü huzur bulamıyordu. Yemeden, içmeden, uykudan kesilmişti. Gözleri kapandığı zamanlarda ise sadece korkunç kabuslar görüyor, bazen sıçrayarak, bazen çığlık çığlığa uyanıyordu. Koskoca köyde derdini anlatabileceği tek insan Mehdi ağanın gelini Hasibe’ydi. Onun da Nazife’yi dinleyip teselli ederek sabır dilemekten, acısın paylaşmaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Bazen bu kadarı bile Nazife’nin ayakta kalmasına yardımcı oluyordu.

Temmuz ayı ortalarında bir ikindi vakti Nazife akşam yemeğinin hazırlıklarına başlamıştı. Bahçeden topladığı taze, körpe kabakları soyuyor, bir kabın içine doğruyordu. Cinli Tekmile hışımla içeri girdi, Fadime’nin başına dikildi, ellerini beline kavuşturup; “Sen kim oluyon da benim oğlumu azarlıyon, kahıp yere düşürüyon orusbu garı. Sana daha gaç kere diyeceğem oğlannarıma el sürmüyeceğen diye? Senin gancıh enikleriyin topu oğlumun dırnağa bile etmez. Onnarınan bi mi gorüyon tosunnarımı? Yakında göreceksin hepisi senin gibi birer orusbu olup çıhacahlar. Senin ananı da bek eyi söylemezlerdi, biliyon. Elma dibine düşerimiş. Orusbudan orusbu çıhıyo. Bunu o galın kafana sok, yoğsam ben sokmasını bilirim. Seni de, o sürtük gızlarını da bu koyün erkeklerinin paçavrası yapmazsam bana da Cinni Tekmile demesinler.” Tekmile’nin hakaretleri Nazife’yi iyice sersemletmişti. Hele de canından çok sevdiği kızlarına ve hiçbir köylünün namusuna, şerefine toz dahi kondurmayı aklından bile geçirmeyeceği anasına dil uzatan sözleri Nazife’nin beynine ve yüreğine bir kurşun gibi saplanmıştı. Başı döndü, gözleri karardı. Ayağa fırladı, bir eliyle Cinli’yi saçlarından kavradı. “Sen bunu çohdan hak edin.” diye gürleyerek, öteki elinde bulunan sivri ve keskin bıçağı var gücüyle hasmının böğrüne sapladı.


Mahkemede ilk bıçak darbesinden sonra olanları hiç hatırlayamadığını söyledi sürekli. Nazife, kumasını yirmi küsur bıçak darbesiyle delik deşik etmişti. Arkasından da ocağı tutuşturmaya çalışan Deli Dürü’ye yönelmiş, onu da beş yerinden bıçaklamıştı. Tekmile oracıkta can vermişti. Dürü ise hastaneye yetiştirilmiş, on gün sonra da iyileşerek taburcu edilmişti. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder