ERKEK EVLAT
Evleri,
şehrimizin hapishanesine yakın olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim.
Hapishanenin yanından geçerken Nazife bacı geldi aklıma. Köyden kapı
komşumuz olan Dölek Ali’nin karsı Nazife bacı sekiz yıldır bu hapishanede
yatıyordu. Arkadaşımla görüştükten sonra Nazife bacıyı da ziyaret edip halini,
hatırını sormak geçti aklımdan
Görüş günü
olmadığından, görüşme izni alabilmek için bir sürü engelle boğuşmak zorunda
kaldım. Yarım saati aşkın bir çabanın sonunda Nazife bacıyla görüş odasında bir
aradaydık. Oldukça zayıflamış, gözlerinin çevresi morarmış, yüzünde çizgiler
artmıştı. Kısacası onu bir hayli yıpranmış bulmuştum. Eski güzelliğinden,
yiğitliğinden bir hayli uzaklaşmış göründü bana. İlk anda beni tanıyamasa da
çabuk toparladı, ağlayarak boynuma sarıldı, bir süre öyle kaldık. Sonra elimi
sıkıca tutup, bırakmadan kanepeye yanına oturttu. Hapishanede aslında rahat
olduğunu, tek derdinin çocuklarını çok seyrek görebildiği için, ihtiyaçları
olduğu zaman yanlarında olamadığından çok mutsuz olduğunu anlattı. Başka bir
yere gönderilmezse yedi yıl daha bu hapishanede kalacağını söyledi. Burada
sabretmeyi, nefsine ve hırsına hükmetmeyi öğrendiğini, ama zamanı geriye
döndürmenin mümkün olmadığını, pişmanlıkların artık yararsız olduğunu anlatmaya
çalıştı. Bana tanınan on beş dakikalık süre çabucak bitivermişti. Ayrılırken
yine gözyaşlarını tutamadı. Elini öptüm, onu gardiyanın insafına bırakıp
çıktım. Hapishanenin yüksek duvarlarının kenarından yürürken, onun buralara
düşmesine neden olan olaylar zihnime üşüştü.
Dölek Ali’yle
Nazife bacının ne zaman evlendiklerini hatırlamıyordum. O zaman belki de henüz
doğmamıştım. Ama onu buralara taşıyan süreci çok iyi hatırlıyordum. Nazife
bacının kızları gün boyu bizim eve girip çıkarlardı. En büyük kızı Aliye ile
bağda, bahçede, kırda, bayırda sık, sık bir arada oluyorduk. Onların evinde
olup biten hemen her şeyden bizimkiler de bilgi sahibi olurdu. Babam Döleği ve
anası Deli Dürü (Dürdane) neneyi pek sevmezdi ama baba Çopur Hasanı sever,
sayardı. Köyde de sevilip sayılırdı Çopur Hasan dayı. Dölek Ali’nin, biri abla
olmak üzere üç de kız kardeşi vardı. İkisi köyde akrabalarıyla, en küçük olanı
da komşu bir köyde yine uzaktan akraba birisiyle evliydi. Dürü kızlarının
işlerine, yaşamlarına biraz fazla karıştığı için damatlar ve aileleri
tarafından fazlaca sevilen biri değildi. Bu yüzden arada bir hır, gürlerini duyardık.
Nazife, Dölekle
evlendirildiğinde on altı yaşında, oldukça güzel bir kızdı.
Dölek Ali askerliğini bitirip döner dönmez, anasını Nazife’yi istemeleri için ikna etmişti.
Deli Dürü’nün de oğluna istemek için aklından geçirdiği kızlardan birisiydi
Nazife. O yüzden ikna olması hiç zor olmadı. Kısa bir nişanlılık dönemi ardından,
köyün ölçütlerine göre güzel bir de düğün yaparak evlendiler. Birinci yılın
sonunda da Nazife ilk doğumunu yaptı.
Nazife’nin ilk
çocuğunu kız olarak doğması Dürü neneyi hayal kırıklığına uğratmış olsa da
umudunu yitirmedi. Bütün aile, adını
Aliye koydukları bebeği sevgiyle bağırlarına bastılar. Aliye ismini
Çopur Hasan dayı koymuştu. Anasının ismiydi. Kız da doğmuş olsa Aliye, biricik
oğullarının ilk çocuğu, ilk torun olması nedeniyle el üstünde tutuluyor, çok
seviliyordu.
Nazife’nin tekrar
hamile kalması uzun sürmedi. Aliye on dört aylık olmadan ikinci bebek geldi.
Geldi gelmesine de bu da kızdı. Bu deli Dürünün beklediği bir durum değildi.
Deli Dürü bu ikincinin de kız olduğunu görünce
homurdanmaya başladı. Nazife’yi suçluyordu. “ Yere batasıca, bi oğlan
doğormasını beceremedi. Bu gelinden ne koy olur, ne gasaba. Soyu guruyasıcanın
gendi soyunda bile doğru düzgün erkek yok ki. İlkini hadi gız doğordun, ses
etmedim. İkincisi de noluyo?” Nazife kaynanasının bu tavırlarını görmezden,
duymazdan gelse de arada bir dayanma gücünü tüketip savunmaya geçtiği de
oluyordu. “Canım anam, ben de senin gadar oğlan olsun isdiyom. Emme olmadı.
Sabret birez, o da olur işallah. Yirmime bile basmadım daha. Niye
sabırsızlanıyon ki? Allahın hekmeti, o ne isderse öyle yapıya, ben neydem ki.”
Dölek de, babası
da oğlan olmadığına üzülmüşlerdi üzülmesine ama dert etmemişlerdi Dürü gibi. Aliye tam da
sevilecek kıvama gelmişti. Dedesinin onun için yapmayacağı şey yoktu. Bu ikinci
torununun da çok tatlı olacağını düşünüp seviniyordu bile. Adını Menevşe (
Menekşe) koydu dedesi. Birkaç ay sonra
Menevşe de çok tatlı, sevimli bir kız torun olarak kendini kabul ettirdi. Bu
arada Dürü nene de boş durmuyordu. Gelininin oğlan doğurması için çevrenin,
nefesi en güçlü hocalarına gizli,açık okutup üfletiyor, çekemeyenlerin yaptırdığını
düşündüğü büyüleri bozdurtuyor, kurşunlar döktürüp, muskalar yazdırıyor, en
şifalı otlardan ilaçlar yapıyor, yaptırıyordu.
Nazife’nin
maşallahı vardı. Menekşe bir yaşına bile basmamıştı ki Nazife üçüncü kez hamileydi. Yine kolay geçen bir
hamileliğin sonunda, kolay bir doğumla üçüncü kız bebek de geldi. Dürü nene
buna inanmakta zorlansa da yapabileceği bir şey yoktu. Hırsından başını alıp
tarlalara, bağa, bahçeye vurdu kendini
bir süre. Gelininin yüzünü görmemek için karanlık basıncaya kadar eve
dönmüyordu. Kendi kendine Nazife’ye söylenip duruyordu. “Hele sen birez eyileş,
ben sana yapacahlarımı biliyom. Bunu bana, çopur Hasana nasıl yapan sen irezil,
fışgı, gahbe soylu. Aslan gibi yiğidime nasıl yapan bunu?” Nazife de oğlan
doğuramamaktan rahatsızlık duymaya başlamıştı. Zaman, aman kaynanasının
yergilerini, saldırılarını haklı bulduğu bile oluyordu. Ama elinden bir şey
gelmiyordu, olana bir çare yoktu.
Dördüncü kızın
adını Yeter koydular. Ama yetmedi. Aliye on yaşına basmıştı ki beşinci kız da
çıkıp geldi. Artık Deli Dürü’yü zapt etmek ne mümkün? Ortalığı birbirine
katıyor, “Oğlumu yeniden evereceem, benim uçun bu gadın bitdi, bunun oğlan
doğuracağı, moğuracağı yoh. Bu geberesiciye galırsak soyumuz, suplumuz guruyup
yoh olacacah. Tez elden aslanıma münasıp
bi gız bulacağam. Esgisini de ister atsın, isder dutsun. Hacıyınan, hocayınan,
nazarınan, mısgayınan uğraşmahtan bıhdım, osandım. Heç bi şey bu it soyunu gız
inadından vazgeçiremiyo.”
Dürü nenenin
birkaç senedir sıkça önerdiği ‘yeniden evlendirme’ konusu nihayet Çopur Hasanın
da kafasına yatmıştı. Ali ise karısına sevgiyle hala bağlı olsa da babasının ve
anasının sözünden çıkamazdı. Kaldı ki o da bir oğlu olmasını çok istiyor, bunun
Naazife’yle olmayacağına da artık inanıyordu. Komşular ve köyün ileri gelenleri
de, Döleğin bir oğula sahip olmak için, tekrar evlenmekten başka çaresinin
olmadığını kapalı, açık konuşup duruyorlardı. Aile meclisi toplandı, Nazife’ye
bir kuma getirilmesi kesinleşti.
Dölek Aliye
ikinci eşin bulunması zor olmadı. Yukarı mahallede oturan ve uzaktan akraba
olan, Uzun Haydarın kızı Cinli Tekmile. Tekmile on sekiz yaşında, komşu köyden
olan nişanlısından bir yıl kadar önce ayrılmış, çevresinde geçimsiz biri olarak
bilinen bir kızdı. Arada bir sara nöbetlerine tutulduğu biliniyordu. Köylüler, bu
nöbetlerin cinlerin, perilerin işi olduğunu düşündüklerinden ona ‘Cinli’
lakabını takmışlardı. Nişanlısından ayrılmış bir kıza hiçbir bekar gencin
kolay, kolay dönüp bakmadığı bir anlayışın hüküm sürdüğü böyle bir ortamda, kuma olarak da olsa bir
talip çıkması Tekmile ve ailesi için kaçırılmaz bir fırsattı. Usule uygun
olarak Cinli Tekmile istendi, bir hafta içinde yüzükler takıldı, adetler
yapıldı ve iki ay sonrasına düğün kararı verildi.
Nazife, bir
kuması olmasını asla istemiyordu. Doğurmaya devam ederse mutlaka oğlanı
bulacağını düşünüyordu. Bu olup bitenler sırasında yine hamile kalmıştı.
Kaynanasına, kayın babasına, kocasına yalvardı, “ Bahın, ben gine gebeyim. Heç
olmazsa bu doğumumu bekleyin. Belki de oğlan olur. Hep gız olacah deel ya. Beni
ataşlara atmayın, yuvamı dağatmayın, gulunuz, koleniz oluyum, bana bunu
yapmayın.” Bu yalvarıp, yakarmalarını dinleyen olmadı. Düğüne on gün kala
altıncı bebek de sağlıklı, nur topu gibi bir kız olarak dünyaya gözlerini açtı.
Nazife’nin son sansı ve umudu da böylece yok olup gitti.
Davul, zurna
eşliğinde, tantanasız, sadece bir gün süren bir düğünle Cinli Tekmile Dölek
Aliyle evlendirildi. Altı ay sonra da Cinli hamileydi. Sonunda doğum oldu.
Çopur hanedanının geleceği kurtulmuştu. Tekmile sağlıklı bir erkek bebek
doğurmuştu. Deli Dürü sevinçten, mutluluktan gerçekten delirmişti. Yerinde
duramıyor, evleri kapı, kapı dolaşıp önüne çıkana ağzını köpürte, köpürte
torununu anlatıyordu. “Gelin dediğin böyl’olur. Tekmilem gayli başımızın tacı, yaramızın ilacı, goğnümüzün
sultanı, derdimizin dermanı oldu. Torunum tosun gibi maşallah. Allah
nazarlardan gorusun, Allah herkeşe gısmat etsin. Eyiki de Ali’me aldım
Tekmile’mi. Bahın, demedi demen, bundan soğnakileri de oğlan doğoracah gozel
gelinim. Adım gibi Biliyom, inanmazsanız işte size duvara bi cızıh çekiyom.”
Doğumun
haftasına, Çopur Hasan ve Deli Dürü, Tekmile’in oğlan doğuracağı hesabıyla adak
adayıp besledikleri koçu kestiler.
Kurban etli bulgur pilavına bütün köylüyü davet ettiler. Bir şenlik havası
içinde yenildi, içildi, Köyün en yaşlı, en bilge kişisi olan Rıza emmi Dualar
eşliğinde bebeğin adını kulağına üç kez bağırdı. “Hamza, Hamza, Hamza.” Bu ismi
dedesi istemişti. İslam tarihinde, Hamza adında çok yiğit bir zat olduğu
çalınmıştı kulağına bir yerlerden. Etli pilav ve yayık ayranı ile karınlarını
doyuran köylüler, kimi içten sevinerek, kimi göstermelik olarak, kimi de
çekemezliklerini belli etmeyerek Çopuru ve Deli Dürü’yü kutlayıp ayrıldılar.
Bu doğumdan bir
ay kadar sonra evdeki düzen değişti. Çopur’un evi o yöreye has geleneksel bir
köy eviydi: Bir başta ocak ve bacası, bacanın iki yanında odunluk ve kiler
bölmeleri, yan duvarlardan biri boydan boya yüklük (yatak, yorgan ve
yastıklar), diğer davar boyu buğday, un, bulgur vb. çuvalları, ocağın tam
karşısındaki duvarın bir köşesinde giriş kapısı, ortada raf, raf kap kacak,
diğer köşede ‘Curhalık’ denilen dokuma tezgahı olan, tavanındaki tek göz
pencereden ışık alan yetmiş, seksen metre karelik bir büyük oda. Ana
kapıdan geçilerek, bir koridorla ulaşılan tandır odası, ahır, davar kömü ve
samanlık evin tamamlayıcı unsurlarıydı. Bu, orta ve iyi halli köylünün standart
eviydi. Çopur, karısı ve torunları, yere sıralanan yataklarda bu büyük odada
yatıp, kalkıyorlardı. Dölek de karısıyla tandırda yatıyordu. Veliaht Hamza’nın
doğumundan kısa bir süre sonra Dürü’nün de arzuları doğrultusunda tandır
odasında Ali’yle dört gece Tekmile, üç gece de Nazife kalmağa başladı. Ama bu
durum uzun sürmedi. Tekmile, hem gençliğinin verdiği güvenle, hem de oğlan
anası olmanın avantajını kullanarak kocasının tek sahibi olmak istiyordu.
Nitekim birkaç hafta sonra Nazife’nin Ali’yle geceleme sayısı haftada ikiye
indi.
Doğumun üzerinden
altı ay geçmeden iki kuma arasında hırlaşmalar başladı. Her fırsatta Tekmile
saldırıyor, Nazife savunmada kalıyordu. Bir süre sonra Cinli Tekmile mevzi
kazanmış, tandır odasında geceleme sayısını altıya yükseltmişti. Hiçbir söz
hakları olmayan kızların dışında, evdekiler her olayda Tekmile’nin yanında yer alıyordu. Zavallı
Fadime yapılan haksızlıkları sineye çekip, sabrediyordu. Ama Tekmile’nin Dürü
destekli saldırılarının ardı, arkası kesilecek gibi görünmüyordu. Nazife’nin tandır
odasıyla ilişiğinin kesilmesi uzun sürmedi. İkinci oğlanı doğurduktan sonra
tandır odasının tek hakimi ve sahibi Cinli Tekmile’ydi.
Tekmile,
Nazife’nin Ali’yle bağlarını kopartdığında Nazife daha yirmi sekiz yaşındaydı.
Arada bir de olsa kocasına sarılmak, birlikte olmak istiyordu. Dölek Ali de çok
değişmişti. Anasının ve yeni karısının ağzına bakıyordu. Fadime’yi, arzularını,
duygularını umursamıyor, görmezden geliyordu. Kızlarına eski ilgisi, sevgisi
yok olmuştu. Varsa da, yoksa da Hamza. Her şey Hamza içindi. Nazife bu
durumlara, gözyaşlarına boğularak katlanıyordu. En küçük kızı Hava’yı (Havva)
kucağına alıp anasına gidiyordu arada bir. Ama anasından da beklediği desteği
göremiyordu. Bir oğlan doğuramadığı için adeta o da kızını suçluyordu. Zavallı
öylesine çaresizdi ki. Gizli, gizli gözyaşı dökmekten başka elinden hiçbir şey
gelmiyordu. Kızlarının dışında herkes tarafından tamamen dışlanmış hissediyordu
kendini. Çocuklarını düşünmese rahatlıkla canına kıyabilirdi.
Cinli Tekmile’nin
baskıları giderek arttı. Nazife’yi aşağılamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
En büyük desteği de Deli Dürü’den görüyordu. Sadece Nazife’yle uğraşmakla
yetinmiyor, kızlara da kan kusturuyordu. “Bi halt’a yaramıyan sülükler,
kanımızı, canımızı emmekden başga yapdığınız bi şey yoh. Sizden gurtulduğum
gunner de gelecek işallah, gorürsünüz siz.” Diyerek kızların sırtıma, kafasına,
gözüne vurmaktan, dövmekten marazi bir haz duyuyordu. Nazife’ye saldırmayı ise
kendine neredeyse iş edinmişti.
Aşağılamalarını, hakaretlerini saklamaya, gizlemeye gerek duymuyordu. “Seni de
gızlarını da bu evde isdemiyom. Elimden bi gaza çıhmadan toplan pılı, pırtınızı
buradan defolun. Kimsenin gayrı sizi bu evde isdemediğini ağnamadıysan bunu
sana ağnatmasını da bilirim. Arsız, yüzsüz, soysuz, şırfıntı garı.” Bir keresinde
Nazife çektiği sıkıntıyı, ezayı kocasına söyleyecek oldu, Dölek Ali Nazife’yi
söylediğine, söyleyeceğine bin pişman etti. Zehir, zemberek lafları başından
aktarması bir yana iki de esaslı tekme attı zavallıya.
Nazife yürürken,
otururken, iş yaparken hep düşünüyor, bir çıkış arıyordu. En büyüğü on iki
yaşında altı tane kızıyla çalabileceği bir kapı, sığabileceği bir çatı altı
düşünemiyor, daralıyor, bunalıyor, nefessiz kalıyor, adeta boğuluyordu. Derdini
birilerine anlatma isteği tümden yok olmuştu. Bu yüzden kimselerle konuşmuyor,
görüşmüyordu. Başına gelen haksızlıkların hesabını Allah havale ediyor,
rahatlamayı umuyor ama bir türlü huzur bulamıyordu. Yemeden, içmeden, uykudan
kesilmişti. Gözleri kapandığı zamanlarda ise sadece korkunç kabuslar görüyor,
bazen sıçrayarak, bazen çığlık çığlığa uyanıyordu. Koskoca köyde derdini
anlatabileceği tek insan Mehdi ağanın gelini Hasibe’ydi. Onun da Nazife’yi
dinleyip teselli ederek sabır dilemekten, acısın paylaşmaktan başka elinden bir
şey gelmiyordu. Bazen bu kadarı bile Nazife’nin ayakta kalmasına yardımcı
oluyordu.
Temmuz ayı ortalarında
bir ikindi vakti Nazife akşam yemeğinin hazırlıklarına başlamıştı. Bahçeden
topladığı taze, körpe kabakları soyuyor, bir kabın içine doğruyordu. Cinli
Tekmile hışımla içeri girdi, Fadime’nin başına dikildi, ellerini beline
kavuşturup; “Sen kim oluyon da benim oğlumu azarlıyon, kahıp yere düşürüyon
orusbu garı. Sana daha gaç kere diyeceğem oğlannarıma el sürmüyeceğen diye?
Senin gancıh enikleriyin topu oğlumun dırnağa bile etmez. Onnarınan bi mi
gorüyon tosunnarımı? Yakında göreceksin hepisi senin gibi birer orusbu olup
çıhacahlar. Senin ananı da bek eyi söylemezlerdi, biliyon. Elma dibine
düşerimiş. Orusbudan orusbu çıhıyo. Bunu o galın kafana sok, yoğsam ben sokmasını
bilirim. Seni de, o sürtük gızlarını da bu koyün erkeklerinin paçavrası
yapmazsam bana da Cinni Tekmile demesinler.” Tekmile’nin hakaretleri Nazife’yi
iyice sersemletmişti. Hele de canından çok sevdiği kızlarına ve hiçbir köylünün
namusuna, şerefine toz dahi kondurmayı aklından bile geçirmeyeceği anasına dil
uzatan sözleri Nazife’nin beynine ve yüreğine bir kurşun gibi saplanmıştı. Başı
döndü, gözleri karardı. Ayağa fırladı, bir eliyle Cinli’yi saçlarından kavradı.
“Sen bunu çohdan hak edin.” diye gürleyerek, öteki elinde bulunan sivri ve
keskin bıçağı var gücüyle hasmının böğrüne sapladı.
Mahkemede ilk
bıçak darbesinden sonra olanları hiç hatırlayamadığını söyledi sürekli. Nazife,
kumasını yirmi küsur bıçak darbesiyle delik deşik etmişti. Arkasından da ocağı
tutuşturmaya çalışan Deli Dürü’ye yönelmiş, onu da beş yerinden bıçaklamıştı.
Tekmile oracıkta can vermişti. Dürü ise hastaneye yetiştirilmiş, on gün sonra
da iyileşerek taburcu edilmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder