24 Eylül 2015 Perşembe

SEVMEYİ BİLEMEDİM


Yaz gecelerinde esen
Tatlı, serin esintisin
Yüzümü ne yana dönsem
Karşımda gördüğüm sensin


Gül açar gülen yüzünde
Güzellik senin özünde
Sevilmek alın yazında
Ben sevmeyi bilemedim



KİMSEYE SATAMADIM


Geri geldim ela gözlüm, sözümü tutamadım
Sana olan hasretimi içimden atamadım
Gönlüm yorgun, gönlüm mahzun dolandım şu alemi
Kalbimdeki acıları kimseye satamadım


Ant içtim, yemin ettim unutmak için seni
El koydum düşlerime, sildim hayallerini
Gözüm, gönlüm karardı, sardı geceler beni
Yataklar diken oldu, uzanıp yatamadım





19 Eylül 2015 Cumartesi

BAHAR YELİ



Sesin bir bahar yeli
Aşka davet sunuyor
Gözlerin bir ateş mi?
Seni gören yanıyor


Bahtsızım aşktan yana
Derdinle yana, yana
Kul eden sensin ama
Alem beni kınıyor


Dargınlıkları duyan
Tavrıma gönül koyan
Sevdamı anlamayan
Bu aşk bitti sanıyor


SELE KARIŞIR


Yine bulutlandı karşıki dağlar
Yağan yağmurları sele karışır
Yarin dudağından yanık bir türkü
Dökülür sazımdan yele karışır


İlkbaharda bu yaylalar süslenir
Çimenlerle koyun kuzu beslenir
Yağmur yağar yarin saçı ıslanır
Yel vurur kokusu güle karışır


Nazlı yarim ilkbaharın çağında
Güller açar gülerken yanağında
Ben onu ararken gönül bağında

Yar süslenir, gezer ele karışır

BENGÜ

                                                                       

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesindeki ilk yılım Dikimevi'nde Coşkun Sokakta bulunan Yozgat Talebe Yurdu’nda geçti. Sokağımız Devlet Konservatuarının Dikimevi tarafından gelirken sağında kalan sokaktı. Konservatuarın arkası boş bir araziydi ve oraya Site Yurdu yapılıyordu. Sokağın karşı tarafında ana caddeden bizim yurda gelinceye kadar, hepsi de bahçe içinde üçer katlı dört apartman vardı. Hemen hepsi birbirine benzeyen bu apartmanların caddeye bakan balkonları akşam üzerleri hiç boş olmazdı. Yaz akşamları ev sakinleri gölge düşmüş balkonlarında oturur, çaylarını yudumlarken hem caddeden gelip geçenleri izler, hem de serinlemiş olurlardı. Yurda gelip giderken hep bu apartmanların önünden geçer, yurda komşu apartmanla üçüncü apartmanın balkonundaki oldukça güzel iki kızın dikkatini çekmeye çalışırdık.
O yıl bağlama çalmada ustalığımın doruk noktasındaydım. İkinci kattaki yatakhanem Şenay adındaki komşu kızının bahçesine bakıyordu. Akşamüstleri onu bahçede gördüğüm zamanlar hemen bağlamamı alıp serenat’a başlardım. Şenay da benim ona duyduğum ilgiye kayıtsız değildi. Hatta bir gün konservatuarın önünde karşılaştığımız ve ona bir şeyler söylemeye hazırlandığım anda “Seni seviyorum.” dedi, koşarak uzaklaştı. Sanırım Hamamönü’ndeki lisede ikinci sınıfta okuyordu. Bir hafta sonra onu bir pastaneye davet ettim, kabul etti. Pastanede bana gelecekle ilgili sorular sordu, ona gerçeklerden ziyade hayallerimdeki geleceği anlattım. Pastaneden çıkıp Dikimevi parkında el ele yürüdük, salıncakta onu salladım. Ve bizim sokağa girinceye kadar birlikte yürüdük.
Ancak benim gözüm de, gönlüm de üçüncü apartmandaki kızdaydı. O da TRT nin sol arkasındaki, Adının, Hacettepe Lisesi, olduğunu anımsadığım lisede son sınıfı okuyordu. Adını dahi bilmediğim bu zeytin gözlü kızla arkadaşlık etmeyi,  onu sevgili edinmeyi, onun sevgilisi olmayı o kadar çok istiyordum ki.  Birkaç kez yoluna çıktım, konuşmak istedim yüz bulamadım. Gerçi ters bir laf da etmedi ama konuşma isteğime de karşılık vermedi. Evlerinin önünden geçerken, belki balkona çıkar da görebilirim diye gözüm hep balkonlarında asılıp kalıyordu. Görebildiğim zamanlarda ise yürürken elim ayağım birbirine dolaşıyordu.
Bir aksam saat on bir sıralarında Cebeci’deki bilardo oynadığımız kahveden Turanla birlikte yurda dönüyorduk. Adının Bengü olduğunu o akşam öğrenecek olduğum kızın apartmanının önüne geldiğimizde balkonda iki kızın oturduğunu gördük. Birisi benimkiydi. Ötekini hiç görmemiştim. Turan kızlara laf attı. Öteki kız, hiç ummadığımız bir yanıt verdi. Turan şimdi anımsayamadığım bir şeyler daha söyledi. Kızın laf atmaları bizimle konuşmak istediğini belli ediyordu. Ancak gecenin o saatinde, oldukça kısmaya çalıştığımız sesimizi yine de başta anne, babaları olmak üzere birilerinin duymasından endişe duyuyorduk. Buna çare için boş bir kibrit kutusunu bir ipe bağlayıp balkondan aşağı sallandırmalarını istedim. “Siz hazırlayıncaya kadar biz yurda gidip geleceğiz, bizi bekleyin.” Diyerek koşup yurda geldik. Beş dakika içinde ben hem Bengü’ye hem de Tuğranın ağzından öteki kıza, kendimizi tanıtan bilgilerle birlikte onlarla tanışıp, arkadaş olmayı ne çok istediğimizi yazdım. Koşarak tekrar apartmanın önüne geldik. Geldiğimizi görünce ucuna kibrit kutusu bağlı ipi balkondan aşağı sarkıttılar. Ben yazdığım kağıtları kibrit kutusuna koyup kapattım. İpi yukarı çektiler. İçeri girdiler hemen. Birkaç dakika sonra çıkıp bizim de üç, beş dakika beklememizi söyledi Turanın göz koyduğu kız. Sözünü ettiğim süre kadar bekledikten sonra balkondan ipi sarkıttılar. Kutuyu açıp içindeki kağıdı  alarak, tepesinde lamba yanan bir elektrik direğini dibine koştuk. Sabırsızlıkla kağıdı açtım. Kağıtta şunlar yazılıydı.  “Benim adım Semanur, burası dayımın evi. Burada birkaç gün misafirim. Şu an kuzenin yanımda. Onun adı da Bengü. Bizde sizinle tanışmak, arkadaş olmak istiyoruz. Eğer gerçekten buluşmak istiyorsanız sizin belirleyeceğiniz bir yerde buluşabiliriz, Semanur.” Semanur’un imzasının altında iki satır yazı daha vardı. “İsmail ben Bengü. Seni daha önceden tanıyorum. Ben de seninle arkadaş olmayı istiyorum. Bengü.” yazılıydı satırlarda. Bu iki tümce beni havalara zıplatmaya yetti. Kızlara biraz sonra geleceğimizi söyleyip karşı yanıt için yine yurda koştuk.
Yurtta Turan kıza söylemek istediklerini toparlayıp yazmayı bir türlü beceremiyordu. Onun için yine mektubunu ben düşünüp yazdım. Kendi mektubumda onu ilk gördüğüm günden beri nasıl tanışma arzusu duyduğumu, nasıl özlediğimi ve nasıl çok sevdiğimi anlattım. Yazdığım pusulanın altına, o an aklıma gelen bir de dörtlük ekledim. Hala şiir defterimde yazılı dörtlük şuydu:
Yaz geceleri esen / Tatlı bir esintisin. / Yüzümü ne yana dönsem / Karşımda gördüğüm sensin.
 Ve pusulalarımızı katladım, anında kızların balkonunun altındaydım. Pusulayı balkondan sallandırdıkları kibrit kutusuna yerleştirip gönderdim. Bir köşeye çekildik, gelecek yanıtları beklemeye başladık.
Beklememiz çok ta uzun sürmedi belki ama o kadar sabırsızdık ki bize oldukça uzun geldi. Sonunda kızlar balkonda göründüler. Kibrit kutusunu aşağı saldılar. Kutuyu açıp yazılı kağıtları aldım, elektrik direğinin altına seğirttim. İki ayrı kağıt vardı bu sefer.  Turan diye başlayan kağıdı okumadan sahibine verdim. Öteki kağıt İsmail’e, başlığını taşıyordu. Bir solukta okudum. Sonra bir daha, bir daha okudum. Şunları yazmıştı: “Yazdığın şiiri çok beğendim. Eğer bu şiiri benim için şimdi yazdıysan mutlu oldum. Arkadaşın olmayı gerçekten istiyorum. Sevgilerle, Bengü.”  Bu bir iki satırlık yazı beni havalara uçurmaya yetmişti. Pusulaları okur okumaz yine yurda koştuk. Turan yine kağıt kalemi elime tutuşturdu almadım. Duygularının kendisinin yazması gerektiğini söyleyip, “Ben Bengü’ye bir şiir daha yazacağım. Seninle uğraşamam.” Diyerek ona sırt çevirdim. “Sevgili Bengü. Senin için bir şiir daha yazdım. Umarım bunu da beğenirsin. Önceki şiirimi beğenmene çok sevindim. Arkadaş olduğumuzda sana daha güzel şiirler yazacağımı bilmeni istiyorum.” Diyerek şu dörtlüğü yazdım;
“Bu gece çok mutluyum./ Dünyalar benim oldu./ sevdiğimle konuştum./ Kalbim coşkuyla doldu.” Mektupları postalayıp beklemeye başladık. On dakika kadar sonra balkonda göründüler. Sallandırdıkları kutuyu açıp kağıtları çıkardım ve soluğu elektrik direğinin dibinde aldık.
Turanın kızının neler yazdığıyla hiç ilgilenmiyordum artık. Adını bile unutmuştum kızın. Hemen Bengü’nün mektubunu açıp okumaya başladım. “Sevgili İsmail, eğer bu şiirleri önceden yazmamış, ya da bir yerlerden aşırmamışsan sen gerçekten bir şairsin. Bu ikinci şiirine bayıldım. Beni çok mutlu ettin. Yazmaya devam etmelisin bana göre. Madem bu kadar yeteneklisin, ileride inşallah benim için daha güzel şiirler yazarsın. Mektuplaşmaya devam etmek isterdik ama artık yatmamız gerekiyor. İki gün sonra o pastanede buluşmak üzere hoşça kalın. Rüyanda beni görürsün inşallah. Biz yatıyoruz, bay bay.
Gerçekte de gece yarısını çoktan geçmişti. Neredeyse ortalık ağaracaktı. Kızlar artık uyumamız gerek demeseler bizim onlardan ayrılmaya hiç de niyetimiz yoktu. Sabahın olması umurumuzda değildi. İstemesek de yurda dönüp, sevinç içinde biz de mutlu bir şekilde uykumuza çekildik. 
İki gün sonra kararlaştırdığımız pastanenin önünde yarım saat öncesinden turlamaya başladık. Kızlar tam saatinde geldiler. El sıkıştık. Pastane kalabalık değildi. Köşede bir masaya oturup siparişlerimizi verdik. “Nasılsınız, evden çıkmanız umarım zor olmamıştır.” Gibi saçma bir tümceyle söze ilk ben başladım. Yarım saat kadar süren konuşmaların sonunda yakındaki parka yürümeye karar verdik. Yolda Bengü’nün elini tuttum. Hiç tepki göstermedi. El ele parka kadar konuşarak yürüdük. Bir süre parkı dolaştık, bir bankta oturduk. Ailelerimizden konuştuk. Fakülteyi bitirince ‘ne olacağımı’ sordu. Nerede yaşamak istediğimi sordu. Bunlara verdiğim yanıtları hiç anımsayamıyorum şimdi. Bir sonraki buluşma tarih ve yeri kararlaştırdıktan sonra yine el ele parktan ayrıldık. Bizim sokağın başına kadar ellerimiz ayrılmadı. Bu arada Bengü’mün önceden bildiğimi sandığımdan çok daha güzel bir kız olduğunu fark ettim.  Tavırlarıyla da bu algımı doruklara taşıdı.
Her ne olursa olsun onunla arkadaş olmaktan çok büyük haz ve mutluluk duyuyordum. Hele ikinci buluşmamızda, mahcup bir tavırla beni sevdiğini söylemesi ayaklarımı yerden kesmeye yetmişti. Birkaç kez buluşup yine aynı pastaneye ve parka gittik. Liseden sonra Üniversite okumak istediğini, o zamana kadar bekleyip beklemeyeceğimi sordu. İçtenlikle onu sonsuza kadar bekleyeceğimi söyledim. En az üniversiteye başlayıncaya kadar ailesine arkadaşlığımızdan söz edemeyeceğini, öğrenirlerse bu duruma çok sert tepki vereceklerini, görüşmemizin sona ereceğini anlattı. “Bu yüzden bizim sokakta birlikte görünmekten kesinlikle kaçınmamız gerek.” dedi. Bu durumu göz ardı etmeyeceğime söz verdim.
Bir sabah, fakülteye gitmek üzere Cebeci Durağından belediye otobüsüne bindiğimde Bengü’nün de otobüste olduğunu fark ettim. Otobüs oldukça kalabalıktı. Ortalarda bir yerde ayakta duruyordu Bengü. Koridor tıkış, tıkış dolu olduğundan hemen yanına gidemedim. Kurtuluş durağında inenlerin biraz olsun rahatlattığı koridoru itiş, kakış geçip Bengü’ye ulaştım. “Günaydın.” dedim, hiç ses etmediği dönüp gibi yüzüme bile bakmadı. “Ne oldu ki yüzüme bile bakmıyorsun. Kötü bir şey mi oldu? Sabah, sabah neden selamımı bile almadın.” diye üsteledim. Yine beni tanımazlıktan geldi. Kolundan tutup kendime doğru çektim. Sert bir hareketle kolunu elimden kurtardı ve iki adım kadar arkaya yürüyerek benden uzaklaştı. Bu arada Sıhhiye Durağına gelmiştik. Bengü arka kapıdan indi, ben de ardından indim. Okuluna doğru hızla yürümeye başladı. Peşinden yetişip yine kolundan yakalayarak durdurdum onu. “Neden yapıyorsun bunu bana. Ben sana ne yaptım? Şuçumu söyle bileyim. Seni üzecek bir şey yapmayacağımı biliyorsun. Niye konuşmuyorsun benimle?” der demez enseme balyoz gibi inen bir tokatın acısı ile sarsıldım. Geriye döner dönmez aynı şiddette bir tokat da suratımda patladı. Ne olup bittiğini anlayamadan yediğim tekme tokatlarla neye uğradığımı şaşırmıştım. Sıhhiye meydanında, birisi kırklı, diğeri yirmili yaşlarda iki kişinin saldırısına uğramıştım. Onlara karşı pek de bir şey yapamayacağım açıkça ortada olsa da ellerinden kurtulup karşı saldırıya geçtim. Aslında, bu cesareti gösterebilmemin altında, araya giren insanların artık kavgaya izin vermeyecekleri umudu yatıyordu sanırım. Nitekim de öyle oldu.
Daha yaşlı olan saldırgan Bengü’nün yanına gitti, kolundan tutup; “Kim bu çocuk, bana doğruyu söyle, senden ne istiyo?” diye kızı sarstı. O da; “Bilmiyorum kim olduğunu dayı, bir süredir bana askıntı oluyo.” demesiyle ben gerçekten şok yaşadım. Demek Bengü otobüste dayısı olduğu için beni tanımazlıktan gelmişti. Kızdan bu yanıtı alan adam bana bir daha saldırdıysa da biriken kalabalık bana erişmesine fırsat bırakmadı.
Bengü’nün davranışları ve dayısına söyledikleri içimi yediğim dayaktan çok daha fazla acıtmıştı. Ona çok kırılmıştım. Bunu neden yaptığını aklım bir türlü kavrayamıyordu. Otobüste kaş, göz işaretiyle durumu bana anlatabilirdi. Karma karışık duygular içinde yalpalıyordum. İçine düştüğüm şu anki durum yürekler acısıydı. Korkunç derecede aşağılandığımı düşünüyordum. Ben sopa yerken Bengü durup beni izlemişti. Bu olaydan sonra onu aramam, onun yüzüne bakabilmem söz konusu bile olamazdı artık.
Serbest kalınca dönüp koşarak beni döven adamların peşlerinden gittim. O saatlerde Kızılay caddesi çok kalabalık olmuyordu. İlerde yukarı doru yürüyen bu adamları fark ettim. Yanlarında beni görünce hemen gardlarını alıp kavga düzenine geçtiler. Kendilerine, kavga etmek için gelmediğimi, konuşmak istediğimi söyledim. Bu kere anlayış gösterdiler ve birlikte, birkaç metre ilerideki dükkanlarına gittik.
Önce kendimi tanıttım. Adam da Bengü’nün öz dayısı olduğunu, yanındakinin de oğlu olduğunu, Bengü’nün en çok sevdiği, değer verdiği yeğeni olduğunu söyledi. Kızı korumak düşüncesiyle benim onu tanımadığımı, ama beğendiğim için arkadaş olmak istediğimi, daha açıkçası kızın söylediği gibi askıntı olduğumu söyledim. Dediklerime pek inanmadığını söyledi. “Aranızda bir şeyler olmasa bu kadar fütursuz yeğenime yaklaşamazdın. Her neyse.” Dedikten sonra bana kısa bir nutuk çekti. Özet olarak şunu söyledi: “ikiniz de okuyorsunuz. Bütün aile yeğenimin üniversiteyi de bitirmesini umuyor ve istiyoruz. Okullarınızı bitirin mesleğinizi kazanın, işinizin başına geçin, o zaman yanıma gel yeğenimi benden iste. Sana her türlü yardımı yaparım. Ama şimdi bunun hiç mi hiç sırası değil. Bir daha da yeğenimi rahtsız ettiğini duymayım, görmeyim. Duyar, görürsem gene aynı şeyi yaparım bunu da bil. Haydi yolun açık olsun.
Karmakarışık duygularla mağazadan çıktım. Bu ilk gençlik aşkıma ilişkin hayallerim, umutlarım darmadağın olmuştu. Ne bastığın yerin, ne de nereye yürüdüğümün farkındaydım. Kafamın içinde binlerce arı vızıldıyordu. Otobüste nasıl da anlayamamıştım onun konuşacak durumda olmadığını? “Ben ne aptalım Tanrım.” Bu güzel, harika sevdayı nasıl bitirivermiştim? Bir türlü inanamıyordum. Ama, neredeyse başlamadan bitmişti işte.
O akşam, efkar dağıtmak için arkadaşım Hüseyin’le Ulus’ta bir gece kulübüne gittik. Kulüp kapanıncaya kadar içip, arkadaşımın teselli çabalarına karşın uzunca bir süre ağladığımı anımsıyorum. Ne dediğimin, ne yaptığımın farkında olamayacak kadar sarhoş olmuştum.  Pavyondan kovulduktan sonra dönüş yolunda, bir kenarda bulduğum, henüz annesine muhtaç, bir kedi yavrusunu alıp okşayarak yurda getirmişim. Dört arkadaş birlikte kaldığımız yurt odasına kadar Hüseyin bana eşlik etmiş. Beni yatağıma bırakıp gitmiş.
Odaya girdiğimde herkes uyuyormuş. Kedi yavrusuyla konuşmaya başlamışım. Kısa süre sonra odadaki herkes uyanmış. Bütün çabalarına karşın beni susturamamışlar. Kedi yavrusuna içimi dökmeyi susmaksızın sürdürmüşüm. Susmak niyetinde olmadığımı anlayan arkadaşlar arka arkaya odayı terk edip büyük yatakhanedeki buldukları boş yataklara taşınmışlar. Sanırım sabaha karşı uyumuşum.
Öyleye doğru uyandım. Başım ağrıyordu. Koynumda bir kedi yavrusu görünce şaşırdım. Yavrunun oraya nasıl geldiğini hiç hatırlayamadım. Akşam işten dönen macera arkadaşım Turan olan biteni anlattı. Öteki iki arkadaşın gece beni dövmemek için kendilerini zor tuttuklarını söyledi.
Kedi yavrusuyla yurdun mutfağına indim. Onu doyurdum ve yurdun bahçesine bıraktım. Sonra bir banka oturup düşündüm. Dün olanları hatırladım. Bengü macerası kesin olarak bitmişti benim için. Yaşamın dalgalı, fırtınalı okyanusunda yeni sevgiler, aşklar bulabileceğim umuduyla yeniden yelken açmaya söz verdim kendime.                                   

      
                                            


                                                

11 Eylül 2015 Cuma

BİLGİSAYAR


Tanımağa başladığımdan şu güne kadar ‘Teknoloji’ ile hiç barışık olamadım. Günlük kullanıma sunulan teknoloji harikası birçok ürünü kullanabilmeyi en son öğrenebilen, hatta bazılarını kullanmayı hala başaramamış garip bir yeteneğim. Bunun için çocuklarım ve yeğenlerim halime bakıp şaşkın gülüyorlar. Yeni edindiğin bir saatin, bir telefonun, elektronik bir kişisel ya da ev aletinin fonksiyonlarının pek çoğunun varlığından bile haberim olmuyor. Çevremdekilerin “Bu aletin şu özelliğini neden öğrenmiyorsun, ya da neden kullanmıyorsun?” tarzındaki sorularına verecek yanıt bulamıyorum. Öğrendiğimi sandığım bazı kullanımları da bir süre kullanmayınca tümden unutuyorum. Üç, beş yaşındaki çocukların elinde bile nelere kadir olduklarını hayretle izlediğim bu aletlerin bende aşağılık duygusu geliştirdiğini söylemem inanın abartı olmaz.

Dünya savaşlarının çok büyük acılara, yıkımlara neden olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Savaşlarda, taraf ayrımı yapmaksızın bu kanı geçerlidir. Boşuna dememişler “Savaşın kazananı yoktur.” diye. Ancak bu savaşların bir olumlu yanının bulunduğunu da kabul etmek durumundayız sanırım. O da teknolojik gelişmelere sağladığı katkı. Hemen bütün büyük buluşların kaynağında, savaşı kazanmak için daha üstün donanıma sahip olma hırsı ve çabası var. Bana göre örneğin;  radyonun ortaya çıkmasının arkasında askeri amaçlı telsizler, televizyonun orijini radar, bugünkü uzay yolculuklarını gerçekleştiren uzay gemilerinin çıkış noktası güdümlü füzeler, bilgisayarların geçmişi füzeleri yönlendirmek için geliştirilen askeri teknoloji, nükleer santraller ve nükleer tıp ise, atom ve hidrojen bombalarını yaratan buluşlar sayesinde ortaya çıkmışlardır. Bu saptamalar elbette savaşları savunmak anlamına gelmez. İnsanlığın amacı her zaman barış olmak zorundadır.

Birinci dünya savaşından sonra ivme kazanan teknolojik gelişmeler ikinci büyük savaştan sonra aklın alamayacağı boyutlarda bir hız kazandı. Sivil alanda ardı ardına uygulama alanına aktarılan buluşlar, şimdi yetmişli, seksenli yaşlarına ulaşmış bulunan bizim kuşağı şaşkına çevirdi. Bu yeniliklerin nasıl olup da yaratılabildiğine akıl erdirebilmek şöyle dursun, artık bunlar olmadan yaşamanın mümkün olmadığı günlük yaşamımızda bunları kullanabilmek bile büyük hüner oldu bizler için. Benim gibi pek çok insanın, bu yeni makine ve aletleri kavramakta ve kullanabilmekte büyük sıkıntılara düştüğünü sanıyorum. Utana, sıkıla beş yaşındaki çocuklardan yardım alabilmek için gözlerinin içine bakıyoruz. Bizimle dalga geçmelerini şakaya vurup sineye çekiyoruz. Sıkça duymuş olsak da bir türlü alışamadığımız;”Aman baba, yapma be dede, şu basit şeyi de mi bilmiyosun? Hangi çağda yaşıyosun dede. Bu kadarına da pes doğrusu.” gibi aşağılamalarını sineye çekmek durumunda kalıyoruz. Bu teknolojinin içinde doğanlar buralara nasıl gelindiğini nerden bilebilirler ki?

Lise öğrencisi olduğum dokuz yüz elli’li yıllarda bir matematik öğretmenimiz vardı. Haylaz çocukları “Madrabazlar” diye azarladığından lakabı ‘Madrabaz’dı. Gerçek adını bilebilen öğrenci sayısı iki elin parmak sayısını geçmezdi. Herkes ondan Madrabaz diye söz ederdi. Yeni buluşları, teknolojik gelişmeleri olanakları ölçüsünde izler, her fırsatta bizlere bunlardan söz ederdi. Bir gün son dersten sonra bizim sınıftan, benim de aralarında olduğum altı, yedi öğrenci çevresinde kümeleştik anlattıklarını dinliyoruz. Bir ara konuşmasını dünyada, özellikle de Amerika’da gerçekleştirilen yeniliklere getirdi ve; “Çocuklar Amerika’da yeni bir radyo yapmışlar, ön kısmında aynaya benzer bir cam varmış, bu camdan radyoda konuşanları, şarkı, türkü söyleyenleri rahatlıkla görebiliyormuşsunuz.” Diğer tüm arkadaşlar gibi ben de bunun kuyruklu bir yalan olduğunu düşünüp arkadaşların gözlerine alaycı bir bakış attım. Herkes benim gibi düşünüyor olmalı ki kıs, kıs gülüşmeler oldu. Madrabaz bize döndü; “Siz gülüp alay edin madrabazlar, bu aletin adını da ‘Televizyon’ koymuşlar. Bunu bir Fransız dergisinde okudum. Önemli bir dergi, yalan yazacak değil herhalde.” Madrabaz istediği kadar bizi inandırmağa çalışsın, inanmamız mümkün değildi. Öyle ya taa Ankara’da konuşan, şarkı söyleyen birinin Yozgat’tan görülebileceği kimin aklına, hayaline sığardı ki?

Türkiye’de ilk bilgisayar, sanırım i958 de karayollarında kuruldu. Bundan iki yıl sonra da DSİ de boy gösterdi. Ben o zaman üniversite öğrencisiydin ve DSİ de çalışıyordum. DSİ daire başkanlıklarının çoğu Rüzgarlı sokaktaki Çatal Han denilen, on ikişer katlı iki bloktan oluşan yeni bir binaya taşınmıştı. Binanın girişi, yüksek tavanlı ve iki blok’un da ortak giriş katını oluşturuyordu. Merdivenlere ve asansörlere geçiş koridoru dışında, kullanılabilir 360 metre kare bir alan vardı bu katta. DSİ’nin bilgi işlem merkezi, yani bilgisayarı işte bu alana kuruldu, yerleşti. Hatırladığım kadarıyla görevli olmayanların oraya girmesi yasaktı.

Benim görev yaptığım İşletme ve Bakım Dairesi Başkanlığı B Blok onuncu katta bulunuyordu. Teknik hesapçı kadrosunda çalışıyordum. Bu yüzden de Bilgi İşlem Merkezine veri hazırlıyor, bunları haftada bir bilgisayara götürüyordum. Merkezin kapısından her girişimde adeta ürperirdim. Oraya girdiğimde bir uzay gemisindeymişim hissine kapılırdım. Bir sürü klimayla soğuk hava deposuna çevrilmiş bu kocaman alana, devasa çelik dolapların içinde yanıp sönen kırmızı, mavi, beyaz ışıklar ve bir fabrika gürültüsünü andıran ürkütücü sesler çıkaran makinelere dokunurum diye ödüm kopardı. Bir yandan da orada çalışanlara büyük hayranlık duyardım. Buna belki inanmayacaksınız ama sistemi kuran, o dönemin tek bilinen dünya firması ABD menşeli İBM firmasına DSİ ayda yaklaşık bir milyon dolar kira ödüyordu.  

Bu günkü duruma nereden başlayarak geldiğimizi hatırlamak için anlatma gereği duydum yukarıda yazdıklarımı. Hemen herkesin cebinde taşıdığı cep telefonu bilgisayarlara gelmek birden olmadı doğal olarak. Teknolojik buluşlar, yenilikler bilgisayarların  gelişimini ve kullanım alanlarını genişletirken bilgisayar alanındaki gelişmeler de teknolojik gelişmelerin hızını alabildiğine artırdı. Her biri parmak büyüklüğünde diyot lamba olarak bilinen yüzlerce ampulün yer aldığı birleşik devrelerden kurulu bilgisayar sistemi 1960'lı yıllarda piyasaya çıkan, gömlek düğmesi büyüklüğündeki ‘transistor’ denilen devrelerle hacım küçülttü. Yetmişli yılların ortasında bir buçuk milyon harcayarak Bursa İTİ Akademisine kurduğumuz bilgisayarı seksen metrekarelik bir alana sığdırabilmiştik. On kat dolayında küçülen hacmin yanında kapasitesi artarken fiyatı da en az on kat ucuzladı. Seksenli yıllarda transistorların yerini ‘Çip’ denen entegre devreler aldı. Hacim yaklaşık yirmi kat daha küçüldü. Fiyatlar, orta halli kuruluşların bürolarında ve şahısların özel kullanımlarında sahip olabilecekleri düzeylere indi. Seksenli yılların başında ABD den gelen arkadaşlar “Amerika’da  bilgisayarlar evlerde sıkça kullanılmağa başlandı.” Dediklerinde şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk. Bu tarihten sonra Türkiye’de de hali vakti yerinde olan aileler çocukları oyun oynasın, ve bu vesileyle öğrensin diye evlerine bilgisayar almağa başladılar. Bilgisayarda yapacakları işin programını kendileri yazmak zorunda olduklarından, her yerde mantar gibi biten, Basic (beyzik) dili, fortran dili kurslarına yazıldılar.

Görev yaptığım üniversitede büroma, şahsım adına ilk kez 1994 de  bilgisayar verildi. İlgili arkadaşın yardımı ile açıp kapamasını, bir şeyler yazmak için de dosya açmasını ve yazılanları kaydetmesini öğrendim. O tarihlerde henüz internet yoktu ya da bundan bizim haberimiz yoktu. Bu yüzden bilgisayar kullanmakta fazlaca bir sorun yaşamıyordum.2001 de kızım babalar günü hediyesi olarak bana bir masaüstü (Leptop) bilgisayar hediye etti. Bilgisayarcı arkadaş da onu, bir yıldan beri fakültemizin de sahip olduğu, ancak benim büroma hala bağlanamamış olan, internete bağladı. Böylece internet kullanmağa da başlamış oldum. Ama esas sorunlar da bundan sonra başladı.

Karşılaştığım her sorunu adı İhsan olan ilgili öğretim elemanına aktarmaktan sıkılıyor, hatta utanıyordum. Bu yüzden günde birkaç kez kızımı telefonla arayarak ondan yardım istiyordum. Başlarda sabırla bana yol gösteren, böyle bir sorunla karşılaştığımda ne yapmam gerektiğini uzun, uzun not ettiren, farklı sorunlar çıkarsa yine kendisine iletmemi isteyen kızım birkaç hafta sonra söylenmeğe başladı. Kızım İstanbul’da yaşadığından basit olduğunu düşündüğüm sorunlarım için onu aramayıp, lojmandaki komşumuzun üniversiteye hazırlanan kızı Selma’yı arayıp ondan yardım istedim bir süre. Sorularıma; “İsmail amca bu çok basit, nasıl yapamadın anlamadım.” Ya da;”Bunu yapamadığına inanamıyorum. Şaka yapıyorsun. Bunlar internetin alfabesi sayılır.” Tarzındaki
çokbilmiş eda ve tavırları sonucu aşağılandığım duygusuna kapıldığımdan bir süre sonra o kapıyı da çalmamağa karar verdim.

2007 de emekli olduğumda bilgisayar konusunda hayli donanımlı bir durumda olduğumu düşünüyordum. Artık yazılarımı, yapmağa çalıştığım şarkılarımın notalarını yazabiliyor, yazdıklarımı yazıcıdan (printer) alabiliyor, onlar için dosyalar oluşturabiliyordum. Derken Mail kullanarak haberleşmek, Tvitter kullanmak, Facebook, Skype, WhatsAap vb. çıktı piyasaya, işler yine karıştı. Bu sefer en büyük yardım ve desteyi, yine bitişik komşumun lisedeki oğlu Onur’dan alıyorum. Sağ olsun ne zaman ihtiyaç duyup telefon açsam, evdeyse “gelemem” demiyor.

Onur, evladım ben yine seni rahatsız ediyorum. Yine başım blgisayarla dertte. İşin yoksa birkaç dakikacık uğrayabilir misin?

-Amca şu an evde değilim. Sorununu telefonda anlatırsan yardımcı olmağa çalışayım.

-Bir iletim var. Arkadaşıma Mail’le göndermek istiyorum, ama bir türlü gitmiyor. Bunu daha önce yapmıştım, şimdi olmuyor.

-Gitmez olur mu amca. Mail adresini kontrol et. Önce mesajını yaz, sonra -dosya ekle-yi tıkla…

-Onur, çocuğum bu dediklerini yapıyorum, ama olmuyor işte.

-O zaman facebooktan ya da Watsapdan gönder.

-O dediklerini hiç yapamam. Onları kullanmasını bilmiyorum, hiç denemedim ki.

-O arkadaşın daha önce sana bir şey gönderdi mi? Eğer gönderdiyse o gönderide -mesaj- kısmına göndermek isteğin şeyi ekleyip de gönderebilirsin.

-Onur’cuğum, kafam iyice karıştı. Anlaşılan sen gelmeden ben bu işin içinden çıkamayacağım. Eve dönünce bana uğra lütfen, olur mu?

Bir başka gün kızımı arıyorum. Arzucuğum, biliyorsun yapmağa çalıştığım bestelerin notalarını, bilgisayarıma yüklediğin programda yazıyorum ya. İşte orda notaların arasına koymam gereken işaretler bir türlü yerlerine oturmuyor. Ne yapacağımı şaşırdım.

-Baba daha önce yapabiliyor muydun bunları?

-Evet, bir sorun yaşamamıştım şu ana kadar.     

-Yanlış bir yeri tıklamışındır. Kilitlenmiş olabilir.

-Öyle bi şey olmadı. Ben ne yaptığımı bilmiyor muyum, beni mağşuş yerine koymasana.

-Baba ne olduğunu ben nerden bileyim ki şimdi. Yapabileceğim tek şey işaretlere ‘yerlerine gitmeleri’ için ricada bulunmak olabilir.

-Bırak dalga geçmeyi de bir çözüm bulalım, bu çok önemli, zor durumdayım.

-Önemlidir mutlaka da, ne dememi bekliyorsun, o programı ben yazmadım ki, ne olduğunu nerden bilebilirim.

-Hiç bilmediğin programı niye verdin o zaman? Kocana sor, o da müzikle uğraşıyor, belki bilir.

-Bak ben ne diyeceğim sana. Bilgisayarını rafa kaldırıp, eski ‘Remington’ daktilon duruyor değil mi; yazılarını onunla yazsan, notalarını da nota kağıdına elle yazsan, bütün sıkıntıların son bulur, ne dersin?

-Kızım beni delirtme! Sözümü ağzıma tıktı.

-Asıl sen beni delirtme. Sen bu işi kıvıramıyorsun, bırak şu mereti. Sen de rahat et, ben de.

-Kırgın ve kızgın bir ses tonuyla;”Rahatsız mı oldunuz sayın hanımefendi, çok özür dilerim. Artık aramam, müsterih ol.

-Öyle demek istemedim babacığım. Bilgisayarın önümde olmayınca uzaktan bir şey yapamıyorum. Sorunlarının çözümünde yardımcı olamıyorum. En iyisi ben senin ekranını kendi bilgisayarıma taşıyayım. O zaman işler biraz daha kolaylar.

-Benim ekranımı bilgisayarına nasıl taşıyacaksın ki, bu mümkün mü?

-Mümkün, mümkün. Söylediklerimi aynen yaparsan ekranın önümde olacak.

Ve taşıdı. Artık, bir sorun olduğunu haber verdiğimde, onun önünde oluyordu bilgisayarım. Böylece ben de bir süreden beri biraz rahat ettim.

İşlerimi daha çok, bilgisayarıma yüklenmiş hazır paket programları kullanarak halletmeye çalışıyorum. Zorunlu kalmadıkça internet kullanmamayı yeğliyorum. İnternete girdiğim zaman genellikle       
‘Virüs’ dedikleri bir musibetle boğuşmak durumunda kalıyorum. Büyük olasılıkla kendi hatalarımdan kaynaklanan böyle bir durumda ciddi panikliyorum. Çevremdeki çocukların, bilgisayarların, özellikle de internete girildiğinde neler yapılabildiği konusunda anlattıklarını dinledikçe zeka düzeyim konusunda kuşkulara kapılıyorum.

Bir keresinde bir arkadaşımın ısrarlı önerisi üzerine, biraz da merakımdan olacak, bir porno sitesine girmeye kalkıştım. Elim tutulsaydı da girmez olsaydım. Göreceğimi gördükten sonra kapatmak istiyorum, bir türlü kapanmıyor. Kapatma tuşunu tıkladıkça yine seks konulu yeni sayfalar açılıyor. Neler çıkmadı ki karşıma; seks tacirlerinin pazarlama reklamları mı dersin, cinsel gücü artırıcı ürün reklamları mı dersin, cinsel alet reklamları mı daha neler de neler. Eşim gelip te bunları görürse utancımdan artık yüzüne bakamam. Kapatamadıkça sıkıntıdan buram, buram terledim. Böyle bir durumda kimseden yardım da isteyemedim. Baktım ki başa çıkamıyorum, kapağını kapattım bilgisayarın, oradan uzaklaştım.

Ertesi gün bana bu siteleri öneren arkadaşımı aradım, sorunumu anlattım. O da bana bir isim ve onun telefon numarasını verdi. Telefon ettim ertesi gün geldi o arkadaş. Bilgisayarımda dehşet virüs olduğunu, bunları temizleyip anti virüs program yüklediğini söyledi. Yine bir sorunla karşılaşırsam çekinmeden arayabileceğimi, tanışmamızdan mutluluk duyduğunu söyleyip yüz lira paramı da alarak gitti. Bu işten yüz lirayla sıyırmış olmaktan ben de çok mutlu oldum. O günden beri de bilmediğim sitelere girme cesaretini tümden yitirdim.

Bilgisayarların her yeni bir yeteneğini öğrendiğimde bir yaşıma daha giriyorum adeta. Onların tüm yetenek ve becerilerini öğrenebilmek artık bizden geçti sanırım. İnsanoğlunun sınır tanımayan yaratıcılığına en güzel bir örnek olan ve her gün yeni bir gelişme kaydeden bu aletler aynı zamanda çoğunluğun yaratıcılığını da körletiyor gibi geliyor bana. Bununla birlikte Yakın bir gelecekte Bilgisayarlarla neler yapılabileceğini hayal bile edemiyorum. Yeni nesil ne kadar şanslı Tanrım. Parmak kadar çocuklar bu aleti oyuncak gibi kolay kullanabiliyorken kendimin neden bu kadar gerilerde kaldığıma da akıl erdiremiyorum. Neden bu kadar erken geldim ki bu dünyaya?  


   
,



,

ŞİMDİ ÜMİTLERİM VAR

ÜMİTLERİM VAR


Bak yine geldi bahar
Çiçeğe durdu dallar
Söylemesi zor ama
Şimdi ümitlerim var


Başımda sevda yeli
Esiyor sen gideli
Dindi göz yaşım seli
Şimdi ümitlerim var


Bende bu deli gönül
Sen dalında gonca gül
Artık şakıyor bülbül
Şimdi ümitlerim var



4 Eylül 2015 Cuma

DEMİRGIRAT OLMAZSAN

1975 senesinin mayıs ayında posta ile gönderilmiş bir davetiye aldım. Davetiye Yozgat'tan, doğup büyüdüğüm Köçekkömü köyü muhtarlığı tarafından gönderiliyordu. Köyün alt başındaki Aşağı Özün üzenine inşa edilen köprünün açılış törenine davet ediliyordum. Davetiyeyi okuyunca, 15 yıl önce çıktığım ve bu süre içinde ancak iki kez gidebilme fırsatı bulduğum köyümün köprüsünün nihayet yapılmış olmasından büyük mutluluk duydum.
Cumhuriyetimizin kuruluşundan başlayarak 1946 yılına kadar tek parti yönetimi altında olan ülkemiz bu tarihten itibaren çok partili yönetime geçiş yaptı.  1946 da ikinci parti olarak seçime giren Demokrat Parti bazı bölgelerde seçimi kazansa da Meclis çoğunluğunu elde etmekten hayli uzak kalmıştı.
1950 yılı yaklaşırken ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum Demirgırat ismi (Demokrat kelimesi Anadolu’da böyle telaffuz ediliyordu.) ülkeyi sardı. Halk ‘Demokrat Parti’ yerine Demirgırat ya da kısaca ‘Gırat’ ismini kullanıyordu. Üzerinde kır bir atın resmi olan bayraklar her yerde dalgalanmağa başladı. Yollardaki arabaların, kamyonların, otobüslerin, traktörlerin hemen, hemen tamamı bu kırat’lı bayrağı taşır oldular. Köylere, haftaya kalmıyor Demirgırat partisinden bir heyet mutlaka damlıyordu. Köyün okulu yoksa okul, yolu yoksa yol, suyu yoksa su getireceklerini söylüyorlardı. “Yeter ki siz oylarınızı Kırat’a verin.” diyorlardı.
Bizim köylülerin büyük bir kısmı bu vaatleri temkinli karşıladılar. Kırat partisi yetkililerinin sözlerini tutacağına inanan bir azınlık grup, daha doğrusu aynı soyadı taşıyan bir akraba topluluğu vardı. Bu gurubun yetişkin erkekleri de, kadınları da rastladıkları köylüye her fırsatta Demirgratın yapacaklarını anlatmaktan geri durmuyorlardı. Sonradan öğrenildi ki o guruptan Kaygısız Hamzan’ın oğlu Abbas Çavuş’a para vermişler ve onu köye Kırat partisi başkanı yapmışlar. Bunu duyan köylülerden bazıları kıskançlıktan, bazıları da bu yeni partinin böyle gizli kapaklı işler çevirmesine çanak tutmasından Abbas Çavuşa da, tayfasına da, Demirgrat partisine de cephe aldılar. Kış aylarının işsiz, güçsüz geçen günlerinde bir araya gelen köyün insanları Abbas Çavuş ve tayfasına karşı olsalar da bu yeni partinin söylemlerini ve vaatlerini tartışmaktan da geri durmuyorlardı. Yaşını, başını almış, deneyimli insanlar parti yetkililerinin söylediklerine kuşkulu bakıyorlardı. Köyün en sözüne itibar edilen adamı Rıza Emmi; “Yavu millet, bu parti bu gadar vaadlerini yerine getirecek parayı nerden bulacak?” diye soruyor, diğerlerinin kuşkularına dayanak oluyordu.
Genel seçime dört ay kadar bir zaman kalmıştı ki yeni partinin İl Başkanı olduğu söylenen bir beyefendi, yanında devlet kıyafetli birkaç adamla yine köye geldi. Daha önceden hazırlığını yapmış olan Abbas Çavuşun evinde, köyün ileri gelenlerinin evlerine tek, tek adam salarak toplanmaları sağlandı. Toplantıda Kırat partisinin il başkanı; “Bu köyün acil gereksinimi nedir?” diye sormuş. Tartışmaların sonunda çoğunluk fikri olarak, Aşağı Öz’ün üzerine bir köprü yapılması konusu ağırlık kazanmış. Kırat Partisinin il başkanı da on beş gün içinde köprünün yapılmasını başlatacağı sözünü vermiş. “Evelallah koplünüzü yapacağız. Hemide öyle bi koplü yapdıracağam ki namı bütün Yozgadın koylerinde yörüyecek. Herkeş sizin koyün koplüsünü gonuşacak. Tabii ki benimde sizden bi isdeğem olacak. Bütün koylü oyunu bizim partiye, yani Gırat’a verecek. Cebinizden bi guruş bile çıkmıyacak. Oy dediğin nedir ki, seçim gunü elinize dutuşdurulacak bi kaat parçası. O kaatda möhürü Gırat’a basacak, sandığa atacaksınız. Hepisi bu.”
Aşağı Öz’e yapılacak köprü köy için gerçekten yaşamsal bir önem taşıyordu. Her yıl ilkbaharda ve güz aylarındaki sağanak yağışlarda bir sürü koyun sığır sellere kapılıp telef oluyordu. Hatta bu güne kadar üçü çocuk olmak üzere beş insan, ilkbahar ve güz sağanaklarında bu özü geçerken selde boğulup yaşama veda etmişlerdi. Ayrıca her yıl sellerden sonra özün yatağı oyuluyor, Kağnıların geçmesi olanaksız hale geliyordu. Köylü her yıl birkaç kez geçit bölgesini yeniden yapmak zorunda kalıyordu. Nerden baksan buraya bir köprü yapılması köyün büyük bir sorununun çözülmesi demekti.
Gerçekten de Nisan ayının sonlarına doğru sarı renkte bir Karayolları Kamyonu, bir kazıcı ve yükleyici makine ve üç işçi gelip Aşağı Öz’ün karşısında çadırlarını kurup konakladılar. Bu habersiz gelişi duyan kadın, erkek, genci, yaşlısı akın, akın Aşağı Öz’ün yolunu tuttu. Kısa bir süre sonra nerdeyse köyün yarısı kamyonun ve makinenin başındaydı. Abbas Çavuş, partinin gönderdiği bu ekipteki adamlardan birinin Yol Mühendisi, birinin de Yüklenici, ötekilerin bunların emrinde çalışacak olan kimseler olduğunu açıkladı. İnsanların çoğunluğu bu hiç görmedikleri yol makinesini incelemekle meşguldü. Nasıl çalışıyordu, ne iş yapıyordu, nelere kadirdi bunları dehşet merak ediyorlardı. Çalışmaya başlamasını sabırsızlıkla bekliyorlardı.
O gün bir çalışma olmadı. Ertesi gün başta vali bey olmak üzere devletimizin ileri gelenlerinin ve Demokrat partinin Millet Vekili adayları ile parti yetkililerinin köye gelecekleri, köprü inşaatını büyük bir törenle başlatacakları bütün köye duyuruldu. Başta muhtar ve Abbas Çavuş olmak üzere köylü yoğun bir hazırlığa koyuldu. O günkü işler tatil edildi, bayramlık giysiler sandıklardan çıkartıldı, iki çift davul zurna ayarlandı, birisi Abbas Çavuştan olmak üzere iki koç kesildi. Et ve pilav kazanları kuruldu, misafirler heyecan ve sabırsızlıkla bekleme süreci başladı.
Öyleden sonra şoseden beri yükselen yoğun bir toz bulutu ile birlikte konvoy göründü. Zaten ‘hazır ol’ da bekleyen köylü, davul, zurnaların eşliğinde konvoya doğru seller gibi akmağa başladı. Köylünün o güne kadar bir arada görmediği dokuz, on kadar otomobil, bir o kadar da at arabası harman yerinde karşılandı. Başta vali Paşamız ( o zamanlar vali bey yerine vali paşa denirdi.)  olmak üzere şehirden bütün büyüklerimizin elleri öpülüp, yedi göbek geçmişlerine hayır dualar okundu. Yine davullar ve zurnaların çaldığı karşılama havalarının eşliğinde öyle yemeğini yemek üzere dedemgilin evin yolu tutuldu.
Sofralar, dedemgilin büyük avluya kurulmuştu. Her biri 7 ya da 8 kişilik 20 kadar yuvarlak masalardan oluşan yer sofrası. Vali Paşa ve yanındaki önemli kişilerin sofrası çiçeklerle süslenmiş, oturmak için sofranın çevresine halı yastıklar dizilmişti. Diğer masalarda insanlar serilmiş çulların üzerine sıralandılar. Avluya çocuklar ve kadınlar sokulmamıştı.  Neşe içinde büyük bir iştahla bol etli bulgur pilavı, koyun yoğurdu ve hoşaftan ibaret olan yemekler yendi. Dedemin okuduğu bereket ve şükür duasının ardından Vali Paşanın konuşma yapacağı söylendi. Vali paşamız, avludan dama çıkan merdivenin ikinci basamağına çıkarak konuşmasına başladı:
“Sevgili Köçek Kömlüler. Aranızda bulunmaktan ziyadesiyle mutluyum. Şu an köyünüze büyük bir hizmeti getirmenin sevincini hep birlikte yaşıyoruz. Eğer oylarınızı Demokrat Partiye yani sizin deyiminizle Kırat’a vermeye devam ederseniz daha çok büyük hizmetler gelecek bu köye. Bütün meseleleriniz hallolacak. Bu köyü ilimizin örnek bir köyü yapacağız. Bunun ilk adımını bu gün burada atıyoruz. Köyünüze, ilimize ve memleketimize hayırlı olsun. Şimdi hep beraber gidip çalışmaları başlatalım. Haydi bismillah.”
Yine davul, zurnaların şamatası eşliğinde, Vali Paşa ve şehirli erkanın peşinde bütün köy halkı Aşağı Öze, makinelerin oraya yöneldik. Köyde her türden motorlu araca ‘Makine’ deniliyordu. Yapılacak köprünün iki yanında da yol seviyesini yükseltilmesi gerekiyordu. Özün biraz yukarısında sellerin bahçe duvarlarının kenarına yığdığı moloz yığınlarının taşınarak bu sorunun çözülebileceği kararlaştırıldı. 
Olağanüstü gücü ve yeteneği olan makinenin, kepçesini daldırıp özün kenarındaki bu bol çakıl içeren toprağı kamyona yüklemesini bütün köylü hayranlıkla izliyordu. Diğer tarafta da köprünün ayaklarının oturtulacağı temeller kazılmış, ilk beton dökülmeye başlanmıştı. Yapılanlardan köylü son derece sevinçli ve mutluydu. Kırat Partisine oy vermeyi düşünmeyen aileler bile bir kere daha düşünme gereği duymaya başlamışlardı.
Çalışmalar bir hafta kadar aralıksız sürdü. Dört metre kadar yükseklikteki köprünün ayakları tamamlandı. İki tarafta da bu yüksekliğe uygun yol dolguları bitirildi. Sadece köprünün üzerinin kapatılması işi kaldı. Köylü, kağnılarıyla, mal, davar sürüleriyle, yüklü hayvanlarıyla üzerinden gelip geçecekleri günü iple çekiyorlardı artık. Bu büyük eserle ne kadar gururduysalar haklıydılar. Özellikle Abbas Çavuş ve tayfasının afra, tafrasından geçilmiyordu. Halk Partili olduklarını bildikleri insanlara tepeden bakıyor,“Alçak dağları biz yarattık.” der gibi geziniyorlardı köyün içinde.
Bir akşamüstü makineler de, çalışanlar da her şeyleri toparlayıp gittiler.  Köprü inşaatının bitmesini dört gözle bekleyen köylü bu duruma bir anlam veremediler. Abbas Çavuş merak edip soranların; “Makinelerin işi bittiği için toplanıp getdiler. Bundan böyle makineye ehtiyaç galmadı. Sadece demir ve çimonto gerek. Onu da böğün, yarın gelip yaparlar.” diyerek meraklarını gidermeğe çalışıyordu.
Seçime birkaç gün kala köprü ile ilgili durum açığa çıktı. Köylünün oyları sayıldıktan sonra tamamlanacaktı inşaat. Oylar Kırata çıkarsa köprü anında bitirilecekti. Çıkmazsa belli değil. Bu bilgiyi köylüye Abbas Çavuş duyurdu. Ona da Kırat Partisi il başkanı söylemiş. Bir kısım köylü partinin tutumunu haklı bulurken, daha büyük bir kesim bunun ahlaksızlık olduğuna söyleyip, oylarını alabilmek için kandırıldıklarına hükmettiler. Zaten köyde önemli sayıda “Halk Partisinden başka parti tanımam.” Diyen bir kesim vardı. Bu yeni partinin Halk Partisine karşı, hatta düşman olduğunu düşünüyorlardı. Bunların çoğu Atatürk’ün, İnönü’nün yanında kurtuluş savaşına katılmış, ne yaparlarsa yapsınlar, onların vatanperverliğine yürekten inanmış kişilerdi. Abbas Çavuş seçim gününe kadar kapı, kapı dolaşıp köprünün bitmesi için dil döktü, partisine oy istedi. Köyde Kırat’a daha çok oy çıkarsa bunun köprü yüzünden olacağını köyün Kırat Partisi başkanı çok iyi biliyordu. O yüzden de her uğradığı evde köprünün köy için ne büyük bir nimet olduğunu anlatı durdu.
Seçim yapıldı, oylar sayıldı. 147 oy Kırat’a, 153 oy da Halk Partisine çıktı. O dönemlerde uygulanan seçim sistemine göre; bir seçim bölgesinde oyların yarıdan bir fazlasını alan parti o bölgenin çıkaracağı bütün Millet Vekillerini kazanmış oluyordu. Sonuçlara göre Yozgat'ta  Kırat Partisi, Halk Partisinin iki katı oy alarak bütün millet Vekillerine sahip olmuştu ama bizim köyde kazanamamıştı. Buna karşın köylü köprünün bitirileceği konusunda bir endişe taşımıyordu. Öyle ya; En fazla iki günlük işi kalmış köprü böyle bırakılacak değildi herhalde.
Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla seçimleri kazandı. Ülkenin hemen her tarafında estirilen coşkulu kutlamaların ardından Adnan Menderesin başbakanlığında yeni hükümet göreve başladı. Başladı başlamasına da bizim köyün köprüsünün tamamlanması için en küçük bir hareket görünmüyordu ortalıklarda. Köylü büyük bir sıkıntı içindeydi. Çünkü köylüyü karşıya geçirecek yol kalmamıştı. Bırakın kağnı, araba geçirmeyi hayvanların da, insanların da geçmesi olanaksız durama gelmişti. Nedeni, Aşağıöz’ün iki yanının da, en düşüğü iki metre yükseklikteki bahçe duvarlarıyla çevrili olmasıydı. Köyün, kurulduğundan beri kullandığı yolu tümden kapanmıştı. Özü karşıya geçme şansı ancak, en yakın bir kilometreyi aşkın bir mesafe kadar yukarıda bulunuyordu. Yani sizin anlayacağınız köylü Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştu. Her zaman olduğu gibi bu olayın sonunda da bir kavganın ayak sesleri duyulmağa başladı. Köyün büyük çoğunluğu çekilen sıkıntının sorumlusu olarak Abbas Çavuş ve onun tayfasını görüyordu. Abbas Çavuşa gelince, o da işin bu noktaya gelmesini, söz verdikleri halde oylarını Kırata vermeyen, başta bizim sülale olmak üzere, Aşağı mahalleyi suçluyordu. Rıza Emmi, tarafların birbirlerini suçlamasının bir yararı olmayacağını, birlikte bir çözüm bulmak gerektiğini söylüyordu karşılaştığı köylülere. Muhtara da defalarca haber salarak, köyün ileri gelenlerini bir araya toplamasını, meselenin enine, boyuna konuşulmasını öğütlüyordu.
Toplantı yapıldı. Uzun ve karşılıklı suçlamalarla geçen tartışmaların sonunda, içinde muhtar ve Abbas Çavuşun da yer aldığı beş kişilik bir heyet seçildi. Hiç vakit yitirmeden heyet Vali Paşaya ve Demokrat Parti başkanına gidecek, köyün karşı karşıya olduğu büyük sıkıntıyı anlatacaktı. Hükümet de Parti de koskoca köyün bu zulmü çekmesini görmezlikten gelemezdi herhalde. Toplantı bitip haber köye yayılınca köylülerin gözleri yeni bir umutla parladı. Kırat’a oy vermeyenler de, “Biz bu partinin düşmanı mıyız? O da bizim düşmanımız değel. Bu sefer olmadıysa gelecek seçimde veririk oyumuzu. Yeter ki bize de ehdiyacımız olan hızmatı etsin.” Diyerek birbirlerine  düşündüklerini söylüyorlardı..
Ertesi gün heyet şehirdeydi. İki saat kadar kapısında bekledikten sonra Vali Paşanın yanına girebilmişler. Kendilerini tanıtıp, Abbas Çavuş olayı Vali Paşaya hatırlatmış. Köprünün bitmemiş olmasının bütün bir köye nasıl bir işkence olduğunu, köyde dirlik düzenlik kalmadığını söylemiş. Muhtar da;  “Gurban olduğum Vali Paşam, eğer bitirilmiyecekse bari esgi haline getirin. Biz koplüden vazgeçtik. Yolumuz galmadı. Tarlamız, bağımız bahçamız, yaylağımız, senin ağnıyacağın her şeyimiz garşıda galdı. Emme garşıya geçemiyok. Elini, ayağını öpüyüm, daşşanı yeyim vali paşam. Gurtar bizi bu çileden.” Diye yalvarmış. Vali, ‘daşşağını yeyim’  deyimine çok kızmış. “Ne diyorsun be adam. Koskoca devletin valisine söylenecek laf mı bu.” Şimdi seni içeri attırırım.”  Muhtar neye uğradığını şaşırmış. Vali paşanın neden böyle celallendiğine aklı yatmamış. ‘daşşağını yeyim’ demenin ne kötülüğü vardı ki?  Köyde ‘taşağını, çük’ünü yeyim’ demek karşısındakine içten bir sevgi, bir iltifat ifadesidir. Vali paşa bunu bilmez olur mu? Demek ki oluyormuş.  Ötekiler muhtarın ayağına basmışlar, çimdiklemişler, daha fazla çam devirmesine fırsat vermemişler. Sırayla her biri sıkıntının büyüklüğünü ve köylü için önemini dilleri döndüğünce Vali Paşaya aktarmağa çalışmışlar. Yardımını istemişler.
Vali bey özel kalemini çağırıp olay hakkında kendisine bilgi vermesini istemiş. Bir dakika bile geçmeden elinde bir dosyayla tekrar gelmiş müdür. Alçak sesle vali beye bir şeyler söyleyip çıkmış. Vali bey, yapabileceği bir şey olmadığını söylemiş soğuk bir ifadeyle. Meselenin kendisini değil, parti başkanını ilgilendirdiğini ifade etmiş; “Köylünüz sözünü tutmamış. Oyların çoğunu Halk Partisine vermiş. O yüzden de Parti o köprünün tamamlanması için tahsisat göndermemiş. İşinizi Ankara’dan halledebilirseniz gelecek yıla tahsisat ayırtıp köprünün bitirilmesini sağlayabilirsiniz. Benim size söyleyeceklerim bu kadar. Kusura kalmayın. Çok işim var. Size güle, güle.” Demiş.
Vali Paşadan bir sonuç alamayıp, biraz da nazikçe kovulmuşluk duygusu içinde ayrılan heyet doğru Demokrat Parti İl başkanının makamına yönelmiş. Kapıcı, on dakika kadar beklettikten sonra heyetin kendisiyle görüşmek istediğini başkana iletmiş. Yarım saat daha beklemişler sonra başkan tarafından kabul edilmişler. Abbas Çavuş olayı kısaca anımsatıp, ne büyük bir sıkıntı içinde olduklarını başkana anlatmış. “Sayın başkanım, koylü perişan oldu. Yolumuz tümden gapandı. Koylü yolun eski haline döndürülmesini isdiyo. Koplüden vazgeçdiler. Emme esgi haline getirmiye koyün gucünün yetmesi imkansız. Ne edeceğemizi şaşırdık. Koylü yemin billah ediyo, gelecek seçimde oyunu bizim partiye verecek. Yeterki koplü ya bitirilsin, ya da esgi durumuna getirilsin. Partimizin temsilcisi olarakdan herkeş bana saldırıyo. Evimde dirlik, düzenlik galmadı. İrahatmız, huzurumuz galmadı. Gidecek yerim olsa koyden goçeceem. İnanın ki durum bu. Bu meseleye bi çare, gurbanın oluyum başganım. Bi himmet gosder, beni de koylüyü de bu dertden kurtar. Elini, ayağını öpüyüm.” Abbas Çavuşun konuşmasını kesmeden dinlemiş olan başkan koltuğunda geriye doğru yaslanmış, yüzüne daha önceden yerleşen alaycı bir gülümsemeyle;
“Abbas Çavuş, seçimden önce sizi uyardım. ‘Oylar bize çıkmazsa köprü bitmez’ dedim. Siz ne yaptınız? Götürüp oylarınızı eski partiye verdiniz. Şimdi de karşıma gelmiş köprüyü tamamlayın diyorsunuz. Nasıl olacak bu, söyler misiniz? Hangi yüzle karşıma gelmeye cüret ediyorsunuz Köçeğin Kömlü’ler. Büyüklerimizin karşısında beni ne duruma düşürdünüz, farkında mısınız? Gelecek seçimde oyları bize vereceklermiş de… Mişmiş de mışmış. Siz onu benim külahıma anlatın artık. Gelecek seçime kim öle, kim kala. Koyünüzden bırakın daha çok oy çıkmasını, Halk Partiye bir tek bile oy çıkdığı müddetce koprüyü, moprüyü unudun. Haydi çıkın şimdi odamdan, işim gücüm var. Sizinle harcayacak boş zamanım yok benim. Haydi güle, güle.”
Parti başkanının söyledikleri Abbas Çavuş da dahil heyet üyelerinde tam bir şok etkisi yaratmıştı. Vali Paşa gibi başkan da kovmaktan beter etmişti. Çaresiz, başları öne eğik olarak başkanın odasını terk ettiler. Gidebilecekleri, dertlerini anlatabilecekleri kimse kalmamıştı. Bu işte tuzu olan herkese ağızlarına gelen bütün sövgüleri sıralayarak tekrar köyün yolunu tuttular. Arada bir, yönü kendisini gösteren bu sövgülerden Abbas Çavuş hayli gerilmişti. Köye kadar bunu belli etmemek için büyük sabır gösterdi.
Burada bir parantez açarak köprünün en büyük mağduru olan Hürü Bacıdan söz etmeliyim:  Yolun kapanmasından en büyük zarara uğrayan Hürü (huri) bacı ve ailesiydi. Bahçesi, bağı, harmanı, birkaç parça tarlası özün karşı kıyısındaydı. Günde birkaç kez karşıya geçmek zorundaydı. Eşeğiyle, kağnısıyla bağına, bahçesine bir şeyler taşıması gerekiyordu. Bunların hiç birini yapamamak canlarına tak etmişti. Yetkililere derdini anlatmak için yollara düştü. Önce vali paşanın kapısını çaldı. Vali yerinde yoktu. “Ankara’ya gitti.” Dediler. Yardımcısıyla görüştürdüler. O, bu konuda yapacak bir şeyi olmadığını söyleyip başından savdı. Kırat partisinin il başkanına çıktı. Başkanın kapısın da bekleyen biri Hürü Bacının görüşme isteğini içeri iletti. Sonra da çıkıp “Buyur nene, başganım seni bekliyo.” Deyip içeri  yolladı. Başkan göz ucuyla bakıp işaret ettiği koltuğa Hürü bacıyı buyur etti. “Hayırdır nine , bİ derdin mi var? Ziyaretinin sebebi ne ola ki?” Hürü bacı biraz ezik, biraz mahcup ve de ürkek bir ses tonuyla; “Efendi oğlum, gosgoca makamına elim boş geldim. Gusuruma galma. Ben adamınız Abbas çavışın koyündenim. Koplümüz yarım galdı. Bütün sülalem oyunu gotürüp sizin partiye atdı.” Çekingenliği çabuk geçti Hürü bacının. “Niye size verdik oylarımızı sen eyi biliyon.  Koplü yapılacak diye. Siz ne yapdığız? Esgisinden bin beter etdiğiz. Elimizi ayağamızı pırangalayıp bıakdığız. Başgaları oy vermediyse suç bizim mi? Biz niye cezalandırılıyoh? Adam dikin başına, oyunu vermiyenneri geçirmeyin koplüden. Allah, din gorhusu yok mu bu partide? Bize zulum edesiniz diye mi sizi başımıza getirdik? Hele bi kere de bana. Niye yapılmıyo koplümüz?” Hürü bacı yüreğinden taşan daha bir sürü şeyler söyledi. İçini kemiren ne varsa başkanın suratına tokat gibi çarptı.  Başkandan aldığı tek yanıt; “Boşuna celallenip kedini harap etme nenem. Sen şimdi git evine. Göğnünü ferah tut. Angara'dan tahsisat gelir gelmez koplünüz yapılacak. Meraklanma, rahat ol.” Sözcükleri oldu. Hürü Bacı; “Bu dediğin doğru çıkmazsa bi daha oy yerine zırnık alırsınız bizim tayfadan.” Diyerek çıktı dışarı.
Heyetin şehirden eli boş döndüğü haberi köyde çabuk duyuldu. Zaten herkes heyetin dönüşünü dört gözle bekliyordu. Bütün köy, gönderdikleri heyetin, köprünün bitirileceği müjdesini getireceğine inanmış, bu sonuca kilitlenmişti. Tam aksi yönde gelen haber önce Kara Hasanın kapısının önündeki söğüdün gölgesinde toplanmış adamların,  yüksek perdeden homurdanmalarına, arkasından Abbas Çavuş tayfasına yönelttikleri küfür ve sövgülere dönüştü. Bu gergin atmosfer Aşağı Mahallenin gençlerini ateşledi. Giderek artan, çoğalan bir kalabalığın öfkesi, ellerine geçirdikleri sopa, kazma, kürek, balta, dirgen vb. ile Yukarı Mahallede oturan Abbas Çavuş sülalesinin hanelerini baskın vermeye yöneldi. Önlerine çıkanı ‘Allah yarattı’ demeyip yerlere serdiler. Çavuşun tayfası toparlanıp karşı saldırıya geçinceye kadar bir düzineye yakın savaşçısı saf dışı edilmişti. Yine de Aşağı Mahalleden de kafası, gözü yarılarak, kolu bacağı kırılarak savaş dışı kalanlar oldu. Yaşlıların can pahasına araya girerek gösterdikleri yoğun çabaların sonucu kavga durdurulabildi
Kavgadan nasibini alanlar arasında Abbas Çavuş önde geliyordu. Hem kafası yarılmış, hem de kaba etinden iki bıçak darbesi almıştı. Ağır yaralı sayılabilecek üç kişi ile birlikte iki kağnıya yatırılarak hastaneye götürüldüler. Şehre giden yaralılardan biri de dayılarımdan üç numara olan Rıza dayımdı.  Kağnılar şehrin yolunu tuttuğunda geri kalan, kavgadan hafif yaralı ya da yara almadan sıyıran diğerleri bedenen ve zihinsel yönden oldukça rahatlamış olarak dövüş alanını terk etmişlerdi.
Doğal olarak bu kavga köprü sorununun çözümüne bir katkı sağlamadı. Aksine köylüyü iki düşman kampa ayırdı. Bir araya gelerek bir çözüm üretme olanağı kalmamıştı. Buna karşın köylünün sıkıntısı görmezlikten gelinecek, olmasa da olur cinsinden, sıradan bir sorun değildi. Ne yapıp, edip kesinlikle bir çözüm bulunması gerekiyordu. Başta Rıza Emmi olmak üzere Aşağı Mahallenin yaşlıları her fırsatta bir araya gelip çözüm arayışını sürdürdüler. Ve ellerinden gelebilecek tek çözüm üzerinde karar kıldılar. Uzun ve kalın hezen’lerle geçiş sağlamak. Bunun için kimin bağ, bahçe ya da tarla kenarında ergin selvi kavakları varsa, gerekirse parası ödenerek, alınıp kesilecek ve köprünün üzerine döşenecek. Kağnılar, arabalar geçemese de insanlar ve hayvanlar geçebilecek. Birçoklarının bu çözüme aklı yatmasa da denemeğe değer bulundu. Muhtar ve köy ihtiyar heyetinin ayrıntıları konuşup işi sonuca bağlaması kararlaştırıldı.
Üç, dört gün içinde kesilecek kavaklar belirlendi. Sahipleriyle pazarlık yapılıp anlaşmalar sağlandı. Vakit kaybetmeden belirlenen bu sekiz adet kavak kesilip budandı. Köprünün ayakları arasındaki mesafe altı metre kadardı. Kavak tomrukları sekizer metre olarak hazırlandı. Kağnılarla köprünün başına taşındı. Oldukça kalabalık bir ekip tomrukları köprünün üzerine yerleştirdiler. Araları kavakların dalları ile beslediler. Onların üzerini de çamurlu çakıl ile örttüler. En son olarak ta beş santim kadar kalınlıkta killi toprak serdiler köprünün üzerine.
Araba ve kağnı geçemese de ml, davar ve insanların geçmesini sağlamayı başardılar. Daha sonraki zamanlarda kağnı ile geçmeyi deneyen birkaç meraklı hayal kırıklığına uğradı. Kağnının tekerleri ağaçların arasına düşerek saplanıp kaldı. Bir yığın insanın çabalarıyla kağnının yükü başaltıldı ve kağnı kurtarıldı.
Bir süre sonra köylü yeni düzenine uyum sağlayarak köprüyü unuttu. Onlar unutmasalar da  hükümet bizim köprüyü çoktan unutmuştu zaten. O tarihten sonra Kırat Partisinin iktidardan gittiği 27 Mayıs 960 tarihine kadar yapılan bütün seçimlerde bizin köyden Demokrat parti’ye tek bir oy çıkmadı.

   


UMUTLAR BİTERKEN


Kimse çalmaz kapımı
Ne soran var, ne gelen
Nasıl katlanır gönül?
Son ümit de biterken


Acı içimi dağlar
Elim, ayağım bağlar
Şu yüreğim kan ağlar
Gözlerim gülümserken


Yaramı nasıl saram
Kimlerden hesap soram?
Bir sevda yaşamadan
Ömrüm geçip giderken