31 Temmuz 2015 Cuma

TATİL DÖNÜŞÜ

Bir Tatil Dönüşü
İkinci yılımı çalışmakta olduğum büyük bir kamu kuruluşunda hak ettiğim senelik iznimi kullanarak ilk kez çıkacak olduğum yaz tatilini çok sevdiğim arkadaşım Turan ile birlikte Erdek’te geçirmeye karar verdik. Üç günü Avşa’da, gerisi Erdek’te olmak üzere on beş günlük harika bir tatil yaptık.  Kalan son paramızla dönüş biletlerimizi aldık, Ankara’ya dönmek üzere akşamüstü otobüse bindik. Kaptanımızın,  Eskişehir’de, yazıhane olduğu söylenen bir yerde durup yarım saat ihtiyaç molası verdiğini duyurduğunda, saat gecenin on ikisini gösteriyordu. İlk kez durduğumuz bu kentin, gecenin o saatlerinde bile, parıltısı çok ilgimizi çekti.  Sonradan Porsuk Çayı olduğunu öğrendiğim bir büyük suyun iki yakası da renkli ışıklarla bezemiş, boydan boya görmemiz, gezmemiz için adeta bize durmadan göz kırpıyordu. Bu güzel manzarayı hayranlıkla izleyerek su boyunca hayli yürümüşüz. Yazıhaneye döndüğümüzde otobüsümüzün beş dakika önce kalktığını söylediler. Ardından da; “ Eğer şuradan bir taksiye atlayacak olursanız çok geçmez yakalarsınız otobüsü.” Diye akıl vermeyi ihmal etmediler. Bizde bu öneriyi uygun bulup orada hazır bekleyen bir taksi ile otobüsün peşine düştük. Şoförümüz arada bir ; “Filan yokuşta otopusu yakalarım, siz heç meraklanmayın.” türünden laflar ederek bir karanlık denizinde, yalnızca önünü aydınlatan farların ışığında, hızlı sayılamayacak bir tempo ile yol alıyordu. Bu tempoyla otobüsümüze yetişmemizin olanaksız olduğu düşünmeğe başladım.  Aklıma, taksi sürücüsünün dürüst davranmadığı, fazla yol kat ederek daha çok ücret almak amacında olabileceği düşüncesi geldi. Bunu yavaşça Turana da söyledim. O da benim gibi düşünüyordu. Sürücünün paramızın olmadığından haberi yoktu doğal olarak.  İşaretleşerek, sürücüye çaktırmadan, saatlerimizi kolumuzdan çıkartıp ceplerimize aldık. Üzerimizde para olmayınca kolumuzda sırıtan, oldukça kaliteli saatlerimize göz dikeceği açıktı.
Bir süre sonra yavaşladı, taksiyi sağa çekip durdu. Geriye dönerek; ”istiyorsanız devam edeyim, ama bundan sonrası düzlük. Otobüsler bu yolda sürat yaparlar. Onu yakalamamız çok zor ve hayli zaman alır. Ne dersiniz, devam edeyim mi?” İkimiz birden şehre dönmesinin daha doğru olacağını söylememiz üzerine yol üzerinde manevra yaparak döndü ve bindiğimiz yere tekrar geldik.
Borcumuzun elli lira olduğunu söyledi. Biz süklüm, püklüm on liradan başka paramız olmadığını, borcumuzun kalan kısmını Ankara’ya dönünce ödeyebileceğimizi, bunun için adresini vermesinin yeterli olacağını söylemeye çalıştık. Adam, “Ben paramı peşin isterim. Ankara’ymış, adresime göndermekmiş anlamam. O zaman binmeseydiniz arabama.” Diye kestirip attı. Bizim (her ne kadar alttan alsak ta) tartışmalarımıza diğer şoförler de karıştılar. Başka paramızın olmadığına ve yanımızda pantolon, gömlek ve pabuçlarımızdan başka vereceğimiz bir şeyimiz olmadığına adamları inandırmamız çok zor oldu ve hayli zamanımızı aldı. Şoförümüzün de orada bulunan diğer sürücülerin de insaflı olduklarını söylemek çok kolay değil. Gömleklerimizi ya da pantolonlarımızı çıkarıp bırakmamızı isteyenler olmadı değil.  Sonunda Ankara’ya varır varmaz göndereceğimize yeminler edip, şoförümüzün adresini yazıp cebime koyarak ellerinden kurtulmayı başardık.
Otobüs yazıhanelerinin her birini tek tek dolaşarak acıklı durumumuzu bütün içtenliğimizle anlatıp yardım istedik. Borcumuzu, varır varmaz oradaki yazıhaneye ödemek üzere bizi Ankara’ya kalkan ilk otobüse bindirmeleri için bütün şirinliğimizle dil döktükse de bir sonuç alamadık.  Dört yazıhanenin görevlileri sanki sözleşmiş gibi aynı şeyi söylüyorlardı; “Biz Ankara’yı tanımayız, onlar da bizi. Bu yüzden ücretini almadan sizi gönderemeyiz.” 
  Eskişehir’den Ankara’ya otobüs bileti yedi buçuk lira. Bir şekilde on beş lira bulmamız gerekiyor. Ama nasıl? Şehirde tanıdığımız kimse yok. Bu şehre ilk gelişimiz. Nasıl tanıdığımız olsun ki? Aklımıza hiçbir çözüm yolu gelmiyor. Gecenin bir yarısında bilmediğimiz bu şehirde nereye gidebiliriz, sabaha kadar nasıl oyalanırız hiçbir fikrimiz yok. Serseri mayınlar gibi bol ışıklı yerlerde dolaştık, banklarda oturduk, olabilecek en olumsuz durumları konuştuk, uykumuz geldi. Saat üçe geliyordu. Eskişehir’den trenin geçtiğini anımsadım. Turan’a, istasyona gidip Ankara trenine kaçak olarak binmeyi önerdim. “Başka seçeneğimiz olmadığına göre deneyebiliriz.” Dedi.
 Ortalıklarda kimsecikler yok. Tren garına nerde olduğunu, oraya nasıl gidebileceğimizi soracak birilerini bulmalıyız. Sakince akan çay boyunca banklarda uyuyan birkaç kişi dışında kimse göremeyince yazıhaneler semtine tekrar döndük. Bize tarif edilen yol boyunca yirmi dakika kadar yürüdük. İki katlı, demir parmaklıklı küçük pencereleriyle düzgün, şık istasyon binası karşımızdaydı. 
İkinci kapıyı açtığımızda, duvarlar boyunca yerleştirilmiş deri kaplı tekli, ikili ve üçlü koltukların bulunduğu bir büyük salona girdik. Salonda koltuklara gömülmüş uyuyan birkaç kişi vardı sadece. Biz de, yorgunluktan ve uykusuzluktan perişan bir halde üçlü bir koltuğa adeta yığıldık.  Umutsuzluğumuz ve geleceğimizin belirsizliği uyumamıza olanak vermiyordu. Turanla kaçak yolcular üzerine fısıldaşarak fikir yürütürken gişede görevli memur arka kapıdan girip makamına kuruldu. Biraz sonra, yine görevli olduğu resmi giyiminden belli olan bir başkası salona girdi. Uyuklayan kişileri dürtüp uyandırarak nereye gideceklerini, yolcu iseler biletlerini göstermelerini istiyordu. Bilet gösteremeyen, geceyi rahat koltuklarda geçirebilmek için orada bulunan bizim gibi yersiz, yurtsuzları kapı dışarı ediyordu. Belki de o bedavacı gece kuşlarını tanıyordu. Bizde bir kere daha şafak attı. Sabahı etmek için buradan daha rahat, daha konforlu bir yer bulabilmemiz olanaksızdı. Kovulacağımızdan emin, nefesimizi tutup bekledik. Bizim önümüze geldiğinde herhalde son derece düzgün olan kılık kıyafetimizden etkilenmiş olmalı ki bilet sormadan bakıp geçti.
Ankara yönüne ne zaman tren olduğunu öğrenmek için kalkıp gişenin önüne gittim. Memur, sabaha karşı dört kırkta gardan hareket edecek bir yolcu treni olduğunu söyledi. Eskişehir’le ilgili değişik sorular sorarak sohbet etmek istedim. Amacım, çaktırmadan konuyu kaçak yolcuya getirmek ve bilmemiz gereken bazı bilgiler edinmekti. Sohbetin koyulaşıp ilerlediği anlarda, umursamaz bir biçimde, trenlere kaçak binen insanların olup olmadığını sordum. Görevli cin gibi. Nereye varmak istediğimi ve niyetimi şıp diye anladı. Gülümseyerek; “Derdiniz, zorunuz nedir bilemem ama öyle anlaşılıyor ki siz trene kaçak binmeye niyetleniyorsunuz. Bana kalırsa bunu sakın yapmayın. Yakalanmama olasılığınız sıfır. Yakalanınca da ilk istasyonda trenden indirilirsiniz. Bunu göze alıyorsanız binin, siz bilirsiniz.” Dedi. Adamın leb demeden leblebiyi anlaması beni şaşırtmış, hem de cesaretlendirmişti. Ona başımıza gelen olayı anlattım. Hiç kimsecikleri tanımadığımız bu şehirde ne yapmamız gerektiği hakkındaki düşüncesini sordum. “Bekçiye söyler, sabaha kadar burada kalmanızı sağlarım. Ötesine de karışmam.” Deyip kestirip attı. Hiç olmazsa gecenin kalan kısmını uyuyarak geçirebileceğimiz güvenli sayılabilecek bir yerimiz olduğu için birazcık rahatladık.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandık. Uykumuz sırasında bekçinin müdahale etmesini önlemiş olan gişe memuruna teşekkür ederek oradan ayrıldık. Güneş yavaş yavaş binaların arasından yükselirken bulunduğumuz alanda bir canlılık oluştuğunu fark ettik. Kamyonlar, kamyonetler gelip yanaşıyor, meydanın şurasına, burasına bir şeyler boşaltıyorlardı. Bir Pazar kurulmakta olduğunu anlamakta gecikmedik. Pazarcıların mallarını indirip taşıyarak, olmazsa zengin hanımların filelerini taşıyarak para kazanabileceğiz geldi aklıma. Bu düşünceyi eyleme koymağa karar verip kamyon ve kamyonet patronlarından iş istedik. İhtiyaçları olmadığını söyleyip hepsi de bizi sepetlediler. Çaresiz, varlıklı hanımların filelerini taşıma umuduyla Pazarın hareketlenmesini bekledik. Bu arada ceplerimizi karıştırırken Turanın cebinde bulduğu bir yirmi beş kuruş bizi hayli sevindirdi. Onunla bir simit alıp paylaştık. Böylece kahvaltı sorununu bir ölçüde saf dışı bıraktık.
Güneş hayli yükselmiş, Pazarda da alış veriş oldukça hareketlenmişti. Gözüme kestirdiğim birkaç hanım teyzenin filesini taşıma isteyim ne yazık ki olumlu sonuç vermedi. Turanın girişimleri de sonuçsuzdu. Pazar yerinin bir tarafındaki duvarın üstüne oturduk. İşin içinden nasıl çıkabileceğimiz konusunda görüşlerimizi ortaya döküyoruz. İkimiz de Ankara’da aynı kurumda çalışıyoruz. Kurumun Eskişehir’de bölge müdürlüğü de var. Soruşturup yerini bulabiliriz, ancak o gün Pazar. Resmi kurumlar kapalı. Bugün bir şekilde Ankara’ya ulaşmalıyız. Çantalarımız otobüsle gitti. Ayrıca yarın kesinlikle işbaşı yapmalıyız. Çaresiz, berbat bir durumdayız. Polise gitmek ikimizin de aklının ucundan geçmiyor. Bir an büro arkadaşım Ülkü hanımın, konuşmalarımız sırasında söylediği bir cümle beynimde şimşek gibi çaktı. Ailesinden söz ederken, “ Babam Eskişehir tren garında ambar müdürü.” Dediğini anımsadım. Yardım isteyebileceğimiz tek insan o olabilirdi. Yeniden gara gittik. Hala gişede görevini sürdüren memur karşısında bizi görünce, “Gençler siz hala burada mısınız? Buraya döndüğünüze göre bilet parası bulamamışsınız anlaşılan.”  Ben “ Neden? Tren bileti almak için gelmiş olamaz mıyız?” Diye karşılık verdim. “Hayır, bu yüzden gelmezsiniz. Çünkü tren bileti otobüs fiyatının iki katı. Para bulsanız otobüse binerdiniz, haksız mıyım?  Bakın üzüldüm şimdi durumunuza. Benden ne istediğinizi söyleyin.” Gerçekten de bilet filan alacak durumda değiliz. Size birini soracağız. Yardım ederse bize o eder. Sizin garda ambar müdürü. Kızı çalıştığım yerde büro arkadaşım. Onu bulmalıyız. Pazar olduğu için mesaide olmadığını biliyoruz, ama siz onu tanırsınız. Bize evinin adresini verebilirsiniz. Sizden bunu istemeğe geldik.”  Biraz düşündü ve “Burda iki tane ambar var ve iki de müdürü. Amma ben sizin aradığınız müdürü biliyorum; Tahsin bey. Diğer müdür Asım beyin öyle çalışacak kadar büyük çocuğu filan yok. Tahsin Bey bizim kurumun lojmanlarında oturur. D blok 11 numara.” Lojmanlara nasıl gideceğimizi de tarif edip bizi yola vurdu.
Yüksek duvarlarla çevrili büyük bir siteye iki kanatlı, kanatlardan biri aralıkça duran demir bir kapıdan girdik. İki katlı en az bir düzüne apartman var. D Bloku bulmak zor olmadı. 11 numara ikinci katta. Binanın dışından yüksek bir merdivenle çıkılıyor. Turan aşağıda kaldı, ben basamakları heyecanla çıkmağa başladım. Ya evde değilse. Ya yanında parası yoksa. Ya da var, vermezse. O güne kadar tanımadığım birisinden değil para hiçbir şey istemek zorunda kalmamıştım. Merdivenin sonuna vardığımda nefesimin daraldığını, biraz dinlenmeden konuşamayacağımı duyumsadım. 11 numaralı kapının önünde ne kadar bekledim hatırlamıyorum. Sonunda sanırım zile bastım. Derin bir nefes alıp beklemeğe başladım. Sonra bir kere daha basıp inmeğe hazırlanırken üzerinde pijamaları ile kel kafalı, kısa boylu, orta yaşlı bir bey kapıyı araladı, kafasını dışarı uzatıp; “Buyur delikanlı. Kimi aramıştın?” “Şey ben Tahsin beyi aramıştım. Burada oturduğunu söylediler. Umarım yanlış kapıyı çalmadım.” Tahsin amca beni aşağıdan yukarı süzdükten sonra; “O dediğin benim. Seni tanıyamadım. Beni neden uyandırdın bu Pazar günü? Ne istiyorsun benden?” “Sizi rahatsız ettiğim için çok özür diliyorum. Ankara’dan kızınızın büro arkadaşıyım. Arkadaşımla bu şehirde beş parasız kaldık.” Başımıza sardığımız belayı ve geceden buyana çaresizlik içinde nasıl perişan olduğumuzu ayrıntılara girmeden anlattım. Ayrıca kızının gerçekten de samimi bir arkadaşı olduğumu kanıtlayabilecek özel bilgiler sundum. Kızı Ülkü ile aynı semtte oturuyorduk. Kocası askerdeydi. Pazar günleri dört yaşındaki kızı Cansu’yu parka götürürdüm. Sonunda; “Ankara’ya varır varmaz ister kızınıza vermek koşulu ile isteseniz adresinize hemen postalanmak üzere bize yirmi lira verebilir misiniz?” diyerek geliş nedenimi söyleyebildim. “Kusura bakma delikanlı. Maalesef sana verecek beş kuruşum yok.” Dedi ve kafasını içeri çekip kapıyı yüzüme kapadı. Çok fazla ümitlenmemiştim zaten. Başı önüme eğik bir şekilde merdivenleri ağır ağır indim. Suratımın şeklinden sonucun olumsuz olduğunu Turan anlamıştı. “Bu kapı da kapalı ha!” dedi sadece. Apartmanın önündeki bir ağacın altında bulunan banka oturduk. Bir iki dakika geçti geçmedi Tahsin amca merdivenin tepesinde göründü. “Demek hala burdasınız. Gitmediğiniz iyi oldu. Bekleyin, yanınıza geliyorum.” Diyerek merdivenleri indi, yanımıza gelip oturdu. 
“Bakın genç adamlar, size bir olayı anlatacağım. Dedi ve Çorumda ilk göreve başladığı yıl çok samimi bir arkadaşının adını vererek kendisinden atmış beş lira olan maaşının elli lirasını iki gün içinde geri ödemek üzere almayı başaran ve bir daha hiç ortaya çıkmayan bir dolandırıcı yüzünden artık kimselerin kendisini kandırmasına fırsat tanımamağa, kim olursa olsun borç para vermemeğe yemin etmiş olduğunu, bu nedenle yardım etmeyi düşünmediğini söyledi. Ben kendisine; “Çok haklısınız, size söyleyecek sözümüz yok. Ne diyebiliriz ki. Denize düşen balığa sarılır. Belki bir umut diye gelmiştik size. Olmadı. Burada ne yapacağımızı düşünüyoruz. Elbet bir yol bulacağız.” Adam gülümseyerek;  “Kızımla ilgili söylediğin bilgilerin hepsi doğru. Belli ki onu iyi tanıyorsun. Ayrıca içimde sizin bir dolandırıcı olmadığınız gibi bir his var. Bu yüzden size istediğiniz parayı vermeğe karar verdim. Bunu yapmazsam kızım da bana darılabilir. ”Diyerek cüzdanını çıkardı, bize yirmi lirayı verdi. Parayı Ankara’da kızına verebileceğimizi de söyleyip bize iyi yolculuklar diledi. Teşekkür edip elini öptük ve zaman yitirmeden otobüs terminalinin yolunu tuttuk.
Ankara’ya yarım saat sonra kalkacak otobüse bilet aldık. Kalan beş lirayla karnımızı doyurduk. Hiç bu kadar lezzetli bir yemek yememişiz gibi geldi bize. Sonra da büyük bir keyif ve mutlulukla otobüsümüze binip yerlerimize oturduk.         





İŞTE AŞK BUDUR

İŞTE AŞK BUDUR



Gönüller coşar
Sevdaya koşar
Ölümsüz yaşar
İşte aşk budur


Çöllerde sudur
Kalpte duygudur
Gözler konuşur
İşte aşk budur


Coşku sel olur
Esen yel olur
Saatler durur
İşte aşk budur


Sessizce yürür
Ansızın vurur
Sizi uçurur
İşte aşk budur






23 Temmuz 2015 Perşembe

BAKIP DA GİDER

                                  BAKIP DA GİDER



                          O kadın karşına bir gün çıkarsa
Kalbin surlarını yıkıp ta gider
Hele bir de gülümseyip bakarsa
Yüreğin korlara sokup ta gider


Sevdanı kendinden bile gizlersin
İçin yanar, deli gibi özlersin
Sen bütün gün yollarını gözlersin
O, şöyle uzaktan bakıp ta gider


Gülüşüyle güller açar gönlünde
Açılır sanırsın yollar önünde
Mutluktan uçtuğun bir gününde
Seni can evinden yakıp ta gider


Bir çift hoş sözüne bu kanış neden?
Ne umutlar verdi yok olup giden
Nasibini almamışsa sevgiden
Bir yılan misali sokup ta gider

                                      
                    






KAHREDEN SÜRPRİZ



Kör Abbas, doğu illerinden gelip köye sonradan yerleşmiş birkaç aileden birinin reisiydi. Daha evliliğinin ikinci yılında, bir taş ocağında çalışırken patlatılan bir dinamitin kahredici gücü, yörenin en çok aranan genç taş ustası, yiğit Abbas’ı Kör Abbas’a dönüştürüvermişti. Bu kazada Abbas iki gözünü de tamamen kaybetmişti. O devirlerde işçinin hiçbir sosyal hakkı bulunmadığından, patronu, Abbas’ı dımdızlak evine postalamıştı. Kocakarı ilaçlarıyla Abbas’ın yaralarının kuruyup yok olması aylar sürdü. Kuruyan yaralarla birlikte Abbasın gözleri de kuruyup yok oldu. Yara izlerinden, yüzüne bakılacak  gibi değildi artık. Çalışıp evi geçindirmesi bir yana, yardım almadan eşikten dışarı adım atamıyordu. Henüz bir buçuk yaşında olan bir de oğlu vardı; Haydar Ali. Abbas’ın rahmetli dedesinin adı. Yabancı olmalarına karşın köylüye ters gelmeyen bir yapı ve yaşantıları vardı Abbasların. Bu yüzden olay köylüleri hayli üzdü. Elinde olanağı olan herkes Abbas’lara yardımı esirgememedi. Güzel karısı Şehri ( adı Şehriban’dı, ama herkes Şehri diye ünlerdi) önceleri köyde daha varlıklı olan evlerde işe, güce yardım ederek kocasına ve çocuğuna bakmağa çabaladı. Haydar Ali iki yaşına basmadan bir kız bebek daha geldi. Yaz ayları geçip iş, güç azalınca ve soğuklar da bastırınca ailede işler biraz karıştı.
İçinde inanılmaz zorlukları ve sıkıntıları barındıran günler gelip kapıya dayanmıştı Şehri’ler için. Abbas’ın karanlık dünyasını azıcık da olsa aydınlatabilecek bir ışık umudu tümden yok olmuştu. Çocuklar doğru dürüst beslenemediklerinden sık, sık hastalanıyorlardı. Şehri uğraşıp, didinip birini iyileştirmeden öteki yataklara düşüyordu. Bu yüzden işe gidemiyor, eve yiyecek, içecek de getiremiyordu. Böyle zamanlarda komşular da yiyecek göndermeyi unuturlar ya da ihmal ederlerse gün boyu kursaklarına bir şey girmeden yatağa girdikleri oluyordu. Ne sağacak bir koyunları, ne bir tutam soğan ekecek toprakları, ne de ekmek yapmağa bir avuç unları vardı. Yedikleri, çökelekli dürüm ya da yağsız düğürcük çorbasıydı. Onu da bulurlarsa. Haydar Ali’sini de, yardıma gittiği  evlerden olan Hacce bibi’nin “Oğluna yedir.” diye verdiği, gözü gibi sakladığı bir tas üzüm pekmezinden her sabah bir kaşık, kuru ekmeğin üzerine dökerek, yedirip doyuruyordu. Allahtan kendi sütü ile bebeği Kıymet'i rahatça doyurabiliyordu, tabii kendisi aç değilse. Kış ayları dayanılmaz acılarla geçiyordu. Gelecek  kışlar da böyle geçecekse yaşamlarını sürdürebilmeleri mucize olacaktı.
Yazları köyde işsiz kalmak söz konusu değildi. Bahçeydi, bağdı, tarlaydı, koyundu, sığırdı derken birçok evde yapacak bir yığın iş oluyordu. Şehri o işten ötekine, akşama kadar koşturuyordu. Gün içerisinde bir iki defa fırsat yaratıp evine geliyor, bebeğinin gereksinimlerini karşılayıp tekrar işine koşuyordu. Akşam olunca da elleri yüklü olarak dönüyordu eve. Henüz yirmi yaşına bile basmamış olduğundan yorgunluk vız gelip, tırıs gidiyordu. Yatmadan önce kocası ve oğlu için ertesi günün yemeğini de hazır etmeyi ihmal etmiyordu.
Güz gelip köylünün işleri bitince Şehrinin evindeki bolluk bıçak gibi kesildi. Beş kuruş paraları yoktu. Bu aylarda herkes şehre iner, gazından, tuzundan, kınasından tutun da giyecek bezine kadar ihtiyaç görürlerdi. Bunun için kimi bir çuval buğday, arpa, fasulye, mercimek, kimi de bir iki koyun, keçi, bir dana,  vb. götürüp satardı pazarda. Şehrinin satıp paraya çevirebilecek hiçbir şeyi yoktu. Geçen kışı da aratacağından kuşku duymadığı bir kış kapıdaydı. Günlerce düşünüp bir çıkış aradı. Sonunda şehre inip, kapı, kapı dolaşarak iş, olmazsa ne verirlerse yardım istemeye karar verdi. Yani bir bakıma dilenmeye. Bu çok zordu ama aklına başka bir şey gelmiyordu. İlk denemesinde, bir evde yarım gün çalışması karşılığı verdikleri yiyecekler ve eski giysiler cesaretini artırdı. Ayrıca haftada bir gün temizliğe gelebileceğini de söylemişti evin hanımı. İlerleyen haftalarda başka kapılarda açıldı önünde. Şehrinin dilenmek zorunda kalma olasılığı yok olmuştu. Artık kocasını ve çocuklarını aç ve açık bırakmıyordu. Sabah ışır ışımaz yola düşüyor, bir saate kalmadan şehre varıyordu. Karanlık basmadan da köye dönmüş oluyordu. Bazen yolda rastladığı bir traktörün onu sırtında heybesiyle iki büklüm yürürken görüp, para almadan römorkuna aldığı da oluyordu. O zaman yol yarım saatin de altına düşüyordu. Kışın çok karlı, tipili havalarda işe gidemediği oluyordu sık, sık. Daha sonraki gidişlerinde işlere var gücüyle asılarak gelemediği günleri kapatmağa çalışıyordu. Böylece haftalar, aylar geçti, gitti.
Ertesi sene Şehri varlıklı bir evin devamlı hizmetçisi olarak yeni bir hayata başladı. Evin hanımı hastaydı. Kimselere söylemiyorlardı ama “İnce hastalık” denen vereme yakalanmıştı. Evin, büyüğü on yaşlarında iki oğlu, altısında bir de kızı vardı.  İşe başladıktan iki ay kadar sonra hanımının beyi Hasan efendi karısını tedavi ettirmek için Ankara’ya götürdü. Emine hanım dört ay evden ve çocuklardan uzak kaldıktan sonra iyileşemeden geri döndü. Şehri hem evin günlük işlerini yapıyor, hem de günün büyük kısmını yatakta geçiren Emine hanımın bir dediğini iki etmiyordu. Hanımı hastalığının bulaşmaması için ne yapması gerektiği konusunda sürekli uyarıyordu Şehri’yi. Ona dokunma, bunu yeme, şunu içme vb.  Emine hanım Şehri'nin şefkatli bakımı sayesinde hastalığına beş yıl kadar daha dayandı. Ölmeden önce de Şehri’den çocuklarını bırakıp gitmemesi konusunda yemin verdirerek söz aldı. Ve bir kasım  sabahı onu ölmüş buldular yatağında.
Emine hanımın ölümünün üstünden iki yıl kadar geçmişti ki bir iş için Çoruma giden Hasan efendi ( iş gereği Çoruma sık, sık giderdi) yanında kendisinden oldukça genç sayılır bir hanımla döndü. Çocukları çağırıp; “Yeni ananız artık bu hanım olacak. Adı Aynur. Şimdi sıraynan elini öpün bakıyım.” diyerek analıklarını tanıttı. Çocuklar bir tepki göstermeden söylenenleri yaptılar. Sessizce odalarına çekildiler.
Hasan efendinin büyük oğlu Kemal on yedi, küçüğü Celal on altı ve kızı Mahinur da on üçüne basmıştı. Çocuklar analıklarına, Aynur da çocuklara ısınamadı bir türlü. Ayrıca Aynur, Şehri’ye karşı da son derece soğuktu. Allahtan evde fazla durmuyor, Hasan efendinin ardından giyinip, süslenip evden çıkıyordu. Çocuklar Şehri’ye daha çok yakınlaştılar. Özellikle Kemalin Şehriye ilgisi ve yakınlığı bir anneye, bir ablaya olandan çok farklıydı. İçten içe ona sarılmak, öpmek, başını dizlerine koyup yatmak hatta onunla sevişmek arzusu duyuyor, bununla ilgili hayaller kuruyordu. Şehri de öksüz olmanın acısını hafifletmek için anneleriymiş gibi davranıyordu. Çamaşırlarını, elbiselerini ütülüyor, giydiriyor, saçlarını tarıyor, evden çıkarken sarılıyor, yanaklarını öpüyordu. 
Bir gün, Kemallerin sınıfında son iki saatlik dersin öğretmeni okula gelmedi. Müdür yardımcısı çocukların evlerine gidebileceğini söyledi. Kemal hiçbir yerde oyalanmadan doğru eve gitti. Kapıyı Şehri açtı. Kemali görünce şaşkın bir vaziyette: “Hayırdır Kemal, bu saatte niye geldin ki? Okulda olman gerekmiyo mu?” Kemal rahatsızlandığını, yatacağını söyleyerek yatak odasına yöneldi. Şehri de ardından. Kemal ceketini çıkartıp yatağın üzerine oturdu. Şehri: “Ateşine bi bakıyım, varsa sana bi ıhlamır gaynadıyım eyi gelir.” Yanına oturup elini Kemalin alnına koydu. Ani bir hareketle Kemal Şehri’yi kucaklayıp sırt üstü yatağa yatırdı ve üzerine çullanıp yüzünü, gözünü, burnunu, ağzını şuursuzca öpmeğe başladı. Şehri şaşkınlıktan kıpırdayamadı önce. Altından silkinip kalkacak gücü bulamadı kendinde. Sonra bir iki çırpındı, debelendi. İçten içe Kemalin öpücüklerinden hoşlandığını, hatta onunla sevişmek arzusu taşıdığını duyumsadı. Kendini koyverdi.
Kemal Şehri’nin evde yalnız kaldığı zamanları kolluyor, okulu bir şekilde kırıp eve koşuyordu. Haftada bir ya da iki kez bu buluşmalar sürüp gitti. Bir gün okuldan erken çıkan celal kendi anahtarıyla sessizce eve girip üst kata çıkınca yatak odasında onları sevişirken gördü. Hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı. Şehri, büyük bir korkuya kapıldı. Giyinip, bohçasını toplayıp bir daha o eve adımını atmamak üzere ayrılmayı geçirdi aklından.  Burada suyunun artık ısındığını, Hasan efendinin kulağına gider gitmez kovulacağını düşündü. Bu rezaleti göze alamazdı. Çabucak giyindi, Kemale gitmek zorunda olduğunu söyleyip toparlanmağa koyuldu. Kemal, koluna yapışarak; “Getme. Celal gordüklerinden kimsiye bi şey söylemez. Ben bunu garanti ediyom. Kimse seni irahatsız edemez. Nolur gorkma, yalvarırım bana inan, bana güven.” Diyerek Şehri’nin gitmesine engel oldu. 
Şehri evin günlük işleriyle ve Kemalle olan buluşmalarında çok daha dikkatli olaraktan yaşamına bir süre daha devam etti. Celal da hiçbir şey olmamış, hiçbir şey görmemiş gibi davranıyordu. Bu arada evin hanımı ile araları giderek daha çok açıldı. Aynur her fırsatta resmen aşağılayarak ve azarlayarak günlerini zehir ediyordu Şehri'nin. Şehri de artık o evde barınamayacağını hissediyor, el altından başka bir kapı bulmanın çarelerini araştırıyordu. Pazar alışverişine gittiği bir gün çok hanımefendi görünüşlü biriyle tanıştı. Adı Zarife olan bu güler yüzlü, dost canlısı hanım Şehri’yi çaya davet etti. Evini ve nasıl bulacağını da bir güzel tarif ettikten sonra kucaklaşarak ayrıldılar.
Bir gün öyle vakti koltuğunda kitaplarıyla Celal eve geldi. O sırada yatak odalarını düzenlemekle meşgul olan Şehri'nin yanına çıktı. Arkası dönük olan şehri’yi kucakladığı gibi yatağın üzerine attı. Neye uğradığını anlamadan üzerine çöktü. Şehri şiddetle karşı koymağa çalıştı. Celal Şehrinin bağırmasını önlemek için ağzını kapatıp; “ Abimle yaptıklarını herkesin duymasını isdemiyosan sesini çıkarma. Seni ben de çok seviyom. Her gece seni hayal ediyom. Senin de beni sevmeni isdiyom. Artık dayanacak halim galmadı.” Bu sözlerin ardından Şehriyi öpücüğe boğdu. Şehri biraz korkudan, biraz da sevgi ve yakınlığından tepki göstermekten vaz geçip Celale sıkıca sarıldı. Onun öpüşlerine de hararetle karşılık verdi. Henüz on altı yaşında olan celale sevişmelerinde yardım etti.
Şehrinin çocukları da büyümüştü. Arada bir de olsa şehirde gecelemek zorunda kaldığı zamanlar on beş yaşına basmış olan kızı Kıymet evin tüm işlerinin üstesinden gelebiliyordu. Babasına ve abisine annesinin yokluğunu aratmıyordu. Haydar Ali Sanat Mektebi'nde son sınıfa geçmişti. Kıymet'i İlkokuldan sonra okutmadılar. Haydar Ali derslerinde başarılı, geleceğine anne ve babasının umutla baktığı, arkadaşları arasında sevilen civan gibi bir delikanlı olmuştu. Annesi, arkadaşları arasında yokluk görünmesin diye hiç bir şeyini eksik etmiyordu. Haydar Ali annesinin, kendisi için katlandığı fedakârlıkların bilincinde olarak onu çok seviyordu. İlerde Onu, nasıl kraliçeler gibi yaşatacağının hayallerini kuruyordu sık, sık.
 Aynur’un baskılarına dayanacak gücü kalmamıştı Şehri’nin. Ayrılmayı düşündüğünü birkaç kez Hasan Efendiye de çıtlatmış, ancak ondan da kalması konusunda bir destek görememişti. Anlaşılan Aynur, bu konuda kocasını kendi tarafına çekmişti çoktan. Aynur’un demediğini bırakmayıp çekip çıktığı bir gün Şehri bohçasını topladı, hiç kimsenin haberi olmadan, on bir yıldır kendi eviymiş gibi hizmet ettiği, evi terk etti. Kapısının kendisine her zaman açık olduğunu düşündüğü Zarife’ye gitmeyi kurmuştu kafasında. Zarife’nin tarifine göre evi bulmak zor olmayacaktı.
Zarife’nin evi sırtını çamlık diye ünlenen, çam ormanına yaslamış, bir dönüm kadar bahçesi olan taş duvarlarla çevrili iki katlı, mavi boyalı bir evdi. Şehrin kuzeyinde yer alan son evlerden biriydi. Şerife evi eliyle koymuş gibi, kimseye sormadan buldu. Bahçe kapısı açıktı. İçeriye sessizce süzüldü. Bahçe güllerle, mevsim çiçekleriyle bir renk cümbüşü sergiliyordu. Bahçenin bir köşesinde tek katlı küçük ama şirin bir ev daha vardı. İlk görüntülerin Şehri üzerindeki izlenimi Zarife’nin varlıklı bir hanım olduğuydu. İki basamak merdivenden sahanlığa çıkıp kapı tokmağını birkaç kez tıklattı. Kapıyı Zarife açtı. Şehri’yi tanıyamadı birden. Şehri pazardaki karşılaşmalarını hatırlatınca Zarife kırk yıllık dostunu bulmuş gibi sarıldı Şehriye. Bir süre birlikte sağa, sola sallandılar. Büyük bir coşkuyla;”Ay şekerim, nasıl sevindim geldiğine, neden gelemediğine meraklanıp duruyodum. Neyse gısmet bu günmüş. Hoş geldin, canım kardeşim.” Diyerek çok candan karşıladı Zarife Şehri’yi. Doğrusu Şehri bu kadarını hiç beklemiyordu. Zarife’nin bu içten yakınlığı Şehri’yi çok sevindirdi. “Hasan Efendileri bırakıp buraya gelmekle ne eyi etmişim.” Diye geçirdi içinden. Zarife, Şehrinin koluna girerek adeta sürüklercesine onula sofaya geçti.
Şehri, oldukça büyük olan sofada gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Sedirlerde  serili  halılar çok pahalı cinsten görünüyordu. Orta yerde kurulu yuvarlak masanı üzerinde renk, renk kristal camdan yapılmış sürahi ve bardaklar,  pencerelerde el işi tül perdeler, pembeye boyanmış pürüzsüz duvarlarda yaldızlı, kalın çerçeveli tablolar, tavandan sarkan, üzerleri şapkalı beş lamba taşıyan avize ve bir köşede her yanı motiflerle süslü kocaman bir soba vardı. Buraya sofa demek oldukça hafif kalırdı. Resmen bir konağın oturma ya da misafir salonuydu. Salonun dört bir yanında başka bölümlere açılan dört tane kapı ve bir köşede yukarı çıkan ahşap merdiven vardı.  Şehri daha önce böyle bir salonu ne görmüştü ne de aklından geçirmişti.  Bir an kendini başka bir dünyadaymış gibi hissetti. Bahçeye bakan pencerenin önündeki sedire yan yana oturdular.  Zarife, yüksek perdeden; “Fatma hemen buraya gel.” Diye seslendi. Merdivene yakın kapıdan, üzerinde mutfak önlüğü olan, genç bir hanım salona girdi ve “Buyur Hanımım.” Diyerek Zarife’nin karşısında durdu. Zarife iki köpüklü kahve yapmasını buyurdu Fatma’ya. Hal hatır sormakla başlayan sohbet akşama kadar sürdü.  Bu sohbetin en önemli sonucu Şehri’nin yeni hanımının bundan böyle Zarife olacak olmasıydı.  Şehri artık sevdiği, saydığı bu güler yüzlü, sevecen ablasının yanında çalışacaktı. Ortalık kararmadan Zarife ablasıyla tekrar kucaklaşıp, ertesi gün görüşmek üzere, mutlu bir şekilde evden ayrıldı. 
Ertesi gün Şehri başka hanımlarla da tanıştı Zarife’nin evinde. Bir zil sesiyle kaybolup, bir süre sora tekrar görünen bu kadınların varlığından belli belirsiz bir tedirginlik hissetti. Devam eden günlerde, kimse bir şey söylemese de Şerife olan biteni kavramağa başladı. Ormanlık alandan eve erkek alınıyor, küçük evde hanımlarla buluşturuluyordu. Keşfettiği bu durum Şehri’yi önce çok korkuttu. Sonra; “ Aman bana ne bundan. Kim ne yapıyosa yapar. Beni ilgilendirmez. Ben buradaki işime bakarım. Bana zorla da bi şey yapdıracak değeller herhal.” Diye geçirdi kafasından. Rahatladı biraz.
Birkaç gün sonra Zarife’nin evinin bir aşk yuvası olduğu konusunda Şehrinin kuşkusu kalmamıştı.  Hala olup bitenlerden Şehriye kimse bir şey anlatmıyordu. Sonunda bir fırsatını yakalayıp Zarife ablasına konuyu kendisi açtı. Olanların farkında olduğunu, saklamaları gerekmediğini söyledi. “Beni ilgilendirmiyo, kin ne ederse etsin, ben kendi işime bakarım abla.” Diye tamamladı sözlerini. Zarife de; “Ben sana olup biteni anlatacağıdım zaten, meraklanma. İkimizin de uygun zamanını bekliyom, haydi sen işine bak, kafanı bunlara dakma şimdi.” Diye geçiştirdi.
İşe başlamasının ikinci haftasıydı. Zarife Şehri’yi yanına çağırdı, güzelliğinden, daha iyi bir hayatı hak ettiğinden, şimdiki konumuyla hiçbir geleceği olamayacağından, eğer isterse çok iyi para kazanabileceğinden vb. söz etti. Şehri buna şiddetle karşı çıktı. “Sen açıkça benim orusbu olmamı söylüyon. Benim yetişgin çocuklarım var. Kör de olsa bi gocam var. Bunu nasıl söylersin Allah aşkına abla.” Zarife üstelemedi. “Sen gine de bi düşün.” Diyerek çıkıp gitti. Şehri hiç beklemediği bu konuşmadan sonra biraz sarsılmış olsa da böyle bir yola sapmamağa kararlıydı. Birkaç gün, işleri yoğunmuş görüntüsü vererek kimseyle konuşmadı. Ama Zarife’nin söylediklerini de kulaklarında her an yeniden duyuyordu sanki.
Bir gün akşama yakın, Şehri çıkmak üzereyken Zarife dışardan geldi. Eşikte karşılaştılar. Zarife yine yüzünde o güzel tebessümü ve bütün sevecenliğiyle; “Şehrim, sen bu sıkıntılara layık değelsin. Evini şehere daşımalısın, paytonnarınan getmelisin evine. İsdesen böyle bi hayatın olur. Namıs, ar dediğin iki bacak arasından ibaret değel. Hemi de bu ar, namıs kimin garnını doyurup sırtını gavileşdirmişki. Her akşam, her sabah bi saatlik yolu yorgun argın yörümene göynüm razı gelmiyo. Ben bu yaşadığım hayatı nasıl elde etdim sanıyon? Senden aklını gullanmanı isdiyom o kadar. Gine de sen bilin. Tercihin guru bi namıs mı, yoğsa güzel bir hayat mı?” 
Şehri’nin işin namus boyutunu fazla önemsediği söylenemez. Onu Hasan Efendilerde bırakmıştı zaten. Korkusu, böyle bir yaşamın bir gün duyulabileceği, kocasının ve çocuklarının kulağına gidebilecek olmasıydı. Böyle bir durum güzel yaşam düşlerinin kâbusa dönüşü olurdu. O zaman ölmek bile ailesi üzerine sürdüğü lekeyi temizleyemezdi. Bu, o zamanki toplumun anladığı anlamdaki namustan daha başka bir şeydi.
İlerleyen günlerde Zarife, Şehrinin ağzından girip burnundan çıktı, sonunda onu ikna etmeyi başardı. Şehri, başta yaşlı müşteriler olmak üzere istemediği kişilerle asla birlikte olmayacaktı. Her zaman olduğu gibi akşam olmadan evine dönecekti. Zarife’nin, “Mutlaka değişmeli.” dediği yeni ismi -Gülbahar- olacaktı. Günde dörtten fazla adam kabul etmeyecekti. Zarife, Şehrinin bu isteklerini, hiç birine karşı çıkmadan kabul etti. Onun Şehri’den tek isteği ise müşteri ile arasında bir sorun çıkarsa bunu kendisinin çözmeğe kalkışmaması, Zarife’ye taşıması gerektiği idi. Şehri de buna karşı çıkmadı. Böylece Şehri, biraz ürkerek de olsa yeni ve bambaşka bir yaşama adımını attı.
Geçmiş dönemlerden daha fazla harçlığa kavuşmuş olan Haydar Ali artık varlıklı arkadaşlarıyla da düşüp kalkmağa başlamıştı. Bunlardan, Şehrin tek otobüs işletmecisi olan Şoför Mahmut ağanın oğlu Sarı Aamet (Ahmet adı böyle dillendiriliyordu) en çok beraber olduğu arkadaşıydı. Okul dışında akşamın geç vaktinde evlere dağılıncaya kadar birlikte oluyorlar, dersleri birlikte kırıyorlar, Tanıdıkların ve öğretmenlerin uğrama olasılığı bulunmayan kahvelere girip sigara içiyorlar, birlikte kızların peşinde koşuyorlardı. O dönem sınıfta bile aynı sırayı paylaşmağa başlamışlardı. 
Okulların kapanıp, bitirme sınavlarının başlamasının yakın olduğu günlerde Sarı Aamet Haydar Aliye; “Seni çok hoşlanacağın bir yere götürmek isdiyom.” dedi. Haydar Ali; “Nereye götürebilirsin ki? Benim bilmediğim bi yer mi var bu şeherde?” diye karşılık verdi. “Gedince görürsün, var mıymış, yok muymuş?” Perşembe sabahı okulun önünde buluştular. Önceden kararlaştırdıkları gibi dersleri kırıp Sarıların otobüs yazıhanesine uğradılar, kitaplarını oraya bırakıp çıktılar.
Haydar Ali’nin nereye gittikleri konusunda bir fikri yoktu. Bir, iki kez nereye götürdüğünü sorduysa da Sarı sürpriz olduğunu söyleyerek sır vermedi. Yarım saat kadar yürüdükten sonra Çamlık ormanındaydılar.  Hava oldukça sıcaktı ve yokuş yukarı Haydar Ali terlemeye başlamıştı. Durdu, “Nereye gittiğimizi söylemezsen şurdan şuraya adımımı atmam. Benden paso Sarı.” diyerek çevrelerindeki ulu çamların gölgelediği taşlardan birinin üzerine çöktü. Sarı da yanına oturdu. “Tamam, anlatacağam. İlerde çamlığın dibinde bir ev var.” Diye başladı ve iki kez ziyaret ettiği bu evi ballandıra, ballandıra anlattı. Özellikle kendisinin seviştiği Gülbahar adındaki kadını öve, öve göklere çıkardı. “Bu sefer ben başkasını isdiyeceem. Onu sen al. Zevkden bayılacaksın. Bütün bu zevkler için yirmi beş lira veriyorsun. Sahi sana sormadım gaç paran var yanında?”  Öteki on lirası olduğunu söyledi. “ Önemi yok. Üsdünü ben tamamlarım, sen soona ödersin.”
Bir süre gölgede dinlendikten sonra çamların arasındaki patika yollardan şehre paralel bir konumda yürüdüler.  Haydar Ali için bu ilk olacaktı. O yüzden Sarı olayı anlatır anlatmaz müthiş heyecanlandı. O andan beri tüm vücudu, özellikle de bacakları tir, tir titriyordu. İçinde “ Ya yapamazsam, ya başarısız olursam.” korkusu vardı. Sarı arkadaşının korku ve heyecanını anladı. Heyecanlanmaya, hele korkuya gerek olmadığını gülbaharın her şeyi yoluna koyduğunu, hiç acemilik çektirmediğini anlattı. Haydar Ali birazcık rahatladı.
Çam ağaçlarının arasından aşağıda ev gözüküyordu. Gürültü etmeden evin bahçe duvarına kadar yanaştılar. Duvardan ormana açılan kapıyı aralayıp bahçeye süzüldüler.  Sarı Önde Haydar Ali arkada köşedeki küçük evin sahanlığına çıktılar. Sarı kapıyı birkaç kez tıklattı. Kapı açıldı, içeri girdiler. Evin sofasından iki tarafa da sofaya açılan birer kapı vardı. Pencerenin önündeki sedire oturdular. Haydar Ali’nin heyecanı, buna bağlı olarak ta titremesi artmıştı. Dili damağı kurumuştu. Ortada duran masanın üstündeki sürahiden bardağı doldurup içti. Grevli kadın çıkıp karşı eve geçti. Sarı Haydar Aliye; “Bak, birazdan garşı gapıdan çıkarlar. Ben sana Gülbaharı gösderecem. Kesin çok beğeneceksin, emin ol. O öyle hoş, öyle datlı ki bütün heyecanını yok ediverir. Sen heç tasalanma. İşin zevkini çıkarmana bak, tamam mı?”
Sahiden de fazla beklemediler. Kapıdan ikisi kısacık şort giymiş, biri bu evden giden üç kadın çıkıp küçük eve yöneldi. Haydar Ali önce hayal gördüğünü düşündü. Kendini toparlayıp daha dikkatlice baktı. Gelenlerden biri annesiydi. Bu arada Sarı; “  Bak, Gülbahar sağdaki. Onu sana vericem. Nasıl ama, beğendin demi? Haydar Ali’nin, Açık duran karşı pencereden kendini dışarı atmasıyla ormana dalıp kaybolması bir oldu. Gücü tükeninceye kadar koştu ormanın içinde. Sonra bir çamın dibine ölü gibi serildi, kaldı.
O günden sonra yıllarca Haydar Ali’den kimse bir haber alamadı. Annesi ve kardeşleri onu bulabilmek ya da bir haberini alabilmek için çalmadık kapı bırakmadılar. Annesi defalarca emniyetin kapısını çaldı. Kayıp ilanları verdi. Bütün okul arkadaşlarını sorgulara çekti. Haydar Ali’nin birden bire yok oluşu okulda ve arkadaşları arasında da büyük üzüntü ve endişe kaynağı oldu. Sarı, Gülbaharın Haydar Ali’nin annesi olduğunu bir süre sonra kavradı. Onunla   yaşadıkları son olaydan kimseye bir şey anlatmadı. Polis, en son beraber olduğu bilgisine ulaştığı Sarı Aamedi de defalarca sorguya aldı. Bir sonuç çıkmadı. Akla gelebilecek bütün olasılıklar araştırıldı. Sonunda kayıp dosyalarına bir kişi daha eklendi.
Ancak dört yıl kadar sonra Şehrinin aldığı bir haber aileyi umutlandırdı, yüreğine su serpti. Haydar Ali yaşıyordu. Ankara’da Anafartalar’da bir nakliye ambarında çalıştığını görenler olmuştu.   
SON
   

18 Temmuz 2015 Cumartesi

ARMELİT GEÇİDİ




Arhavi’de görev yaptığım eğitim, öğretim döneminin sömestre tatilinin bir kısmını ailemle, kalanını da Ankara’daki arkadaşlarımla geçirdikten sonra tekrar Arhavi’ye dönmek üzere Ankara’dan otobüse bindim. 1967 yılının şubatıydı. Otobüsümüz Trabzon’a kadar gidiyordu. Trabzon’dan Rize’ye başka bir otobüsle, oradan da Arhavi’ye minibüslerle gidiliyordu. Bu tatilin başında Trabzon’dan ilk kez uçağa binmiş, kırk kişilik bu küçük  uçakla gelmiştim Ankaraya. Bu nedenle de bu yoldan ikinci geçişim olacaktı. Ekim ayı başındaki ilk gidişimde havalar henüz soğumamıştı. Yol boyunca gördüğüm manzaralar ise doyumsuzdu, olağanüstüydü. Bu ikinci yolculuğun kolay geçmeyeceği belliydi. Ülkenin her yeri soğuk ve yağışlıydı. Böyle havalarda Trabzon’a, o küçük uçaklarla, uçuşlar da yapılamıyormuş zaten. Sözün kısası otobüse mahkumdum.

Sabahın saat onunda otobüsümüz, o zamanlar Etlik’te konuçlanmış olan, otogardan hareket etti. Yolcuların çoğunluğu Doğu Karadenizli, şakacı  ve şen insanlardı. Daha Ankara’dan çıkmadan, bir yolcunun yanında taşıdığı kasetli teyp’inden dinlettiği kemençe eşliğindeki bir Karadeniz türküsü ile birçok kişi yerinde kıpırdamağa, omuzlarını titretmeğe başlamıştı bile. Çoruma kadar bu güzel Karadeniz ezgileriyle zamanın nasıl geçtiğini fark etmedik. Bir restoranda yemek molası verildiğinde saat iki buçuk civarıydı. Yirmi dakikalık moladan sonra, çiseleyen kara bulutların loş atmosferinde tekrar yola koyulduk. Dışarısı ne kadar kasvetli olsa da biz otobüsün içinde şen ve şakrak bir şekilde, güle oynaya yol alıyorduk. Yolculardan biri Otobüsün rafında, kılıfı içindeki bağlamayı göstererek; “Ha uşaklar, buriya pi saz cöreyirum. Çimundur pilmeyirum. Alup pirez çalsa hiç fena olmazidu, ne dersinuz uşağum, isdeyi misinyuz, çalsun mi?” Otobüstekiler hep bir ağızdan; “İsderiz, isderiz.” Diye tempolu bir şekilde el çırpmaya başladı.

O yıllarda bağlama çalıyordum. Arhavi’de kemençe çalan birkaç usta vardı, ama bağlama çalana rastlamamıştım. O yüzden, tatil dönüşü bağlamamı da yanıma almıştım. Hem Arhavi’li eğlentilere bağlama’yı da katmak, hem de boş zamanlarımda antreman yaparak parmaklarımın paslanmasını, yozlaşmasını önlemek düşüncesindeydim.

Samsun’dan sonra karanlık bastı. Yollar asfalt olsa da ya tamirat, ya da sellerin tahribatıyla yer, yer bozulmuştu. Otobüsün sarsmalarından ve yavaşlamalarından bu anlaşılıyordu.  O yıllarda Sahil yolu filan yoktu henüz.
Bir bakıyordunuz otobüsünüz deniz kenarında yol alıyor, bir süre sonra bir de bakıyordunuz ki yüksek bir dağın yamacından denizi kuş bakışı görüyorsunuz. Sonra dolana, kıvrıla yol yeniden sahile iniyordu. Bu dağ yollarının eşsiz manzarasını bir önceki yolculuğumda doya, doya izlemiştim. Şimdi ise buraları gece geçecektik. Ayrıca yolcular yükseklerde kar fırtınası olması olasılığının çok büyük olduğunu konuşuyorlardı. “Sabaha Trabzon’a varabilirsek eyidir vallaha.” Diye yolcuları uyardı muavin.

Bağlamamı raftan indirip, akordunu kontrol ettikten sonra, ilkin iki Karadeniz türküsü çalıp söyledim. Alkışlardan beğendikleri anlaşılıyordu. Anadolu’nun değişik yörelerinden birkaç türkü daha söyledikten sonra oyun havalarına geçtim. Önce yerlerinde tempo tutup, oynamağa çalışan bir kısım yolcular daha sonra otobüsün koridoruna doluşarak göbek atıp, bütün hünerlerini ortaya döktüler. Bu eğlence sona erdiğinde otobüsümüz, Giresun’la Trabzon arasında, bir yanı karlarla kaplı, öbür yanı derin bir uçurum olan bir yamacı yavaş, yavaş tırmanıyordu. Bağlamamı yerine kaldırdıktan sonra biraz kestirmek istedim. Bazı yolcular, biraz da tepinmekten yorulmuş olmanın etkisiyle uyuklamağa başlamıştı bile.

Uyandığımda otobüsümüz durmuştu. Camdan dışarı baktım, görebildiğim her taraf bembeyaz bir kar örtüsü altındaydı. Ağaçların dalları, üzerlerine yığılan karın ağırlığıyla yerdeki karlarla kucaklaşmıştı. Kar lapa, lapa yağmağa devam ediyordu. Kısa bir süre sonra otobüsümüzün neden durduğu anlaşıldı. Şoförle yolculardan bazıları tartışıyorlardı. Tokatlı olduğunu sonradan öğrendiğim  kaptanımız; “Bu mevsimde ben bu yoldan heç getmedim. Gorüş mesafesi çok kotü. Yol çok yüğsek meyilli bi rampa gorünüyo. Virajlarda gayma risgi çok fazla. Ayrıca kar giderek şiddetini artırıyo. Şimdiden yolda en az bir garış gar var. Bu şartlarda yola devam etmem çok tehlikeli. Kusuruma bakmayın, beklemek zorundayım. Üsdümde bu gadar yolcunun sorumluluğu var. Otobüs benim gendi malım, içinizde gendine guvenen şofor varısa goltuğumu ona bırakmıya da hazırım. Buyursun gelsin. Kim bilir, belki bu arada bi greyder geçer, bizde peşine takılır inerik bu yokuşu. Ben, acele etmiyelim derim.” Yolculardan şoföre karşı yükselen konuşmalar, genelde, devam etmemiz yönünde oluyordu. Arka sıralardan bir yolcu; “Şifor gardaşum, piz ha bu yollari ilk defa mi cideyiruk, piz bu dağlarda ne kışlar cörduk, ne tipilar atlatduk, bu kışlar pize vız celur, tirus cider da. Bağa galursa devam etmelisun. Boyle durur kalursan donup öliruz uşağum.” Bir başkası; “Sayin yolcular ve de gapdan efendu. Burasi ‘Armelit Geçidi’dur. Ben buralari eyi pilirum. Yolumizun en yüksek, dik ve viracli bolgesidur. Burayı iner isek işimuz golaylaşacakdur.Yedi, seçuz kilometre cibu aşağıda penziluk ve Kamil dayınun bi diğnenme yeri, yani bi gahve vardur. İsdeyen oraya yürüyepilur. Sıkı bi yörümeyle bi saatde erişilapilur.”

Aşağıda, yol üzerinde bir kahve olduğunu öğrenmem beni dürttü. Yirmi beşinde, gözünü daldan, budaktan sakınmaz bir delikanlıyım. Ayrıca önder ruhlu biri olduğumu düşünüyorum. Herkesin, her şeyin önünde olmam gerektiği gibi garip duygular besliyorum. Bu ruh hali içinde, “Ben önden yola çıkarsam, yürüyebilecek olan herkes peşimden gelir nasıl olsa.” düşüncesi geldi aklıma. Montumu giydim, yürüyeceğimi söyledim ve gitmemin doğru olmayacağını söyleyenlere aldırış etmeden, muavinin açtığı arka kapıdan indim.

Kar lapa, lapa yağıyordu. Aynı zamanda sis vardı. Yolun iki yanındaki ormanın sadece yol kenarındaki birkaç ağacı görülebiliyordu. Yerler bir karış kadar kar tutmuştu. Yürürken ayaklarım kara gömülüyordu. Az da olsa ara sıra botlarımın üstünden ayağıma kar giriyordu . Bir süre yürüdükten sonra dönüp arkama baktım. Beni izleyen tek canlı kulu yoktu. Herkesin peşimden geleceği beklentim bir hayal, bir fiyaskodan ibaret kalmıştı. Benimki tam bir aptal cesaretiydi. Otobüse geri dönmek aklımdan geçse de bunu delikanlılığa yediremedim. Tek başıma da olsa yola devam kararı aldım. Aslına bakılırsa kendimden çok otobüste kalanlar için endişeleniyordum güya. Bir süre sonra otobüsün yakıtının biteceğini, kaloriferlerin yanmaması sonucunda soğuktan donabileceklerini varsayarak aptallığıma kılıf bulmağa çalışıyordum. “Halbuki peşimden gelseler, güle oynaya aşağıdaki kahveye sağ salim varır, geçip sobanın karşısına çayımızı yudumlardık ne güzel. Kendileri bilir.” Diye geçiriyordum içimden. Ben görevimi yapmış, yüksek öngörümle önderliğimi göstermiştim. Onlar için başka yapabileceğim bir şey yoktu. “Kendi düşen ağlamaz.”

Giderek kar hızını artırdı. Önümü görmekte zorlanıyordum. Bereket versin ki yolun iki yanında da kar yığılıydı. Daha önce geçmiş greyderler yolun karını kenarlara kürümüş, yolu adeta bir yarma’ya, üstü açık bir tünel’e çevirmişti. Bu yüzden yoldan çıkma, yolu kaybetme riskim, korkum yoktu hiç olmazsa. Ayrıca karın beyazlığı sayesinde gece zifiri karanlık değildi. Yöremde, Arhavi gecelerinden çok iyi tanıdığım, çakal sesleri giderek çoğalıyordu. Görüş alanımın çok kısıtlı olmasına karşın arada bir yakın mesafede önümden geçen, kurt mu, çakal mı olduğunu ayıramadığım karartılar geçiyordu. Hayvanların saldırısına uğrayacak olsam kendimi korumak için yanımda bir çakı bile yoktu. Bir ara kendimi aptallığımın kurbanı gibi hissettim. Ama yapacak bir şey yoktu. Ne olursa olsun, sonuna kadar yola devam etmem gerekiyordu.

Bir saati aşkın, göz açtırmayan tipiye karşı var gücümle yürümeğe çalışıyordum. Hesaplamalarıma göre en az on kilometre yürümüştüm. Ortalıkta hala ne bir tesis, ne de bir ışık görünüyordu. Yolu örten karın kalınlığı yer, yer diz boyuma çıkıyordu. Karları yararak yürümekte zorlanmağa başlamıştım. Ayrıca gecenin soğuğu artmıştı. Yüzüm, burnum, kulaklarım buzlanıyordu. Yürümeme karşın ellerim, ayaklarım soğuktan uyuşmağa başlamıştı. Diğer yandan çakal sesleri kurt ulumalarına karışıyor, aşağılarda yankılanıyordu. İyiden iyiye korkmağa da başlamıştım. “Varmağa çalıştığım kahvehaneyi geçmiş olabilir miyim? Eğer öyleyse bittiğimin resmidir. Bu tipide karın üstüne oturup beklemek felaketim olur. Donup kalırım burada. Gerekirse sabaha kadar yürümekten başka çarem yok.” Bu düşüncelerle bir rüyanın içindeymişim gibi yürüdüm, yürüdüm.

Bir yerlerde görüş alanım bir miktar artmış gibi geldi bana. Tipi devam ediyordu. Yolun kenarındaki kar yığınları azalmış, alan biraz genişlemişti sanki. Umutla ve son bir gayretle hızlandım. Bir müddet sonra da yolun sağındaki ışığı fark ettim. Işığa yaklaştığımda, aydınlık olmasına karşın, buğulanmış camlar yüzünden içerisi görünmeyen, tek katlı bir binanın önündeydim. Biraz ileride iki tane kamyon fark edilebiliyordu. Uyuşmuş ellerimle kapıyı açmakta zorlandım. İçeri girdim. Orta yerde, varilden bozma bir sobanın başında üç kişi ve çay ocağında uyuklayan bir genç adam vardı. Beni perişan bir halde görünce ayağa kalktılar, sorgu, sualden sonra; “Sen donmak üzeresun delikanlu, hemen çikar şu üstundeçilaru. Ellerinu, ayaklarinu soğuk suya sokmamiz ilazum. Aksi takdirde çok fena olacağsun.” Beni soydular. İleride bir köşede duran su dolu variin başına vardık. Söylediklerini bir, bir uyguladılar. Sonra da bir battaniyeye sarıp sobanın başına oturttular. “Meraglanma hemşerum. Yarum saat içinde çenduna celirsun.”

Bir saat kadar sonra dışarıda motor sesleri duyuldu. Kısa bir süre sonra da kahvenin kapısı açıldı. İtişip kakışarak sobanın başında yer kapmağa çalışan insanların çoğu bizim otobüsün yolcularıydı. Bu arada otobüsün şoför muavini, kendinden geçmiş bir durumda, bir yolcunun sırtında içeri sokulmuştu. Bağırış, çağırışlardan donmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Onu hemencecik soydular ve soğuk su dolu varile soktular. Birkaç kez batırıp çıkardıktan sonra kurulayarak battaniyelere sardılar. Sobanın yanında yan yana koydukları iki sandalyeye uzatıp dinlenmeğe bıraktılar.

Bizim otobüsün önünden yolu açarak gelen greyderin peşinden birkaç kamyon daha gelmişti kahvehanenin önüne. Neredeyse içerisi tıklım, tıklımdı. Sobaya durmadan odun atılıyor, çaycı ha bire çay servisi yapıyordu. Konuşmalar arasında otobüs yolcularından bazıları benim, gecenin bir yarısı tek başıma yola çıkmamı aptallık olarak nitelediler. Buraya ulaşabilmiş olmamın büyük bir şans olduğunu söylediler. Bütün samimiyetimle kendilerine hak verdiğimi, bunun benim için esaslı bir deneyim olduğunu söyledim. “peşimden, hiç olmazsa beş, on kişinin geleceğini ummuştum. Kimsenin gelmemesi beni çok şaşırttı. Geri dönmeyi de kendime yediremedim. Cahilce davrandım.” Dedim.   

Kısa bir süre sonra ortalık aydınlandı. Dışarıda tipi durmuş ama kar yağışı sürüyordu. Bu arada muavin de yavaş, yavaş kendine gelmişti. Şoförümüz;
“ On beş Dakka soğna hareket ediyok. Herkeş ona gore hazırlıklı osun. Son çaylarınızı için baylar, bayannar.” Bildiriminde bulundu.

Eski gücünü ve canlılığını kazanmış olan muavinimizin; “bütün yolcular tamam mı? Herkiş yanındakinin gelip, gelmediğini gontrol etsin. Temamsa hareket ediyok.” Yolculardan gelecek yanıtı beklemeden koridoru bir baştan öbür başa geçerek yolcuları koltuklarında saydı. Ardından şoföre; “Temamdır  usda, hareket edebiliriz.” Diyerek tekmilini verdi. Lapa lapa yağan karın altında, bol dönemeçli ve inişaşağı yolumuza tekrar koyulduk.       

    


        

      

 


   

16 Temmuz 2015 Perşembe

YAKTIN AH! YANDIM

YAKTIN AH! YANDIM



Gülen gözlerinin sihrine kandım
Yaktın a güzelim, yandım ah! Yandım
Edana, işvene nasıl inandım ?
Yaktın a güzelim, yandım ah! Yandım


Kırdın kanadımı, kırdın kolumu
Bariyerler koydun, ketin yolumu
Sana tapan kapındaki kulunu
Yaktın a güzelim, yandım ah! Yandım


Göz süzüşün sevdaya bir çağrı mı ?
Bunca işve, Bunca nazın doğru mu ?
Düşmanımın yakmadığı bağrımı
Yaktın a güzelim, yandım ah! Yandım







10 Temmuz 2015 Cuma

YOLLAR

YOLLAR


Gelip çattı ayrılığın günleri
Nasıl korkutuyor gözümü yollar
Sardı yüreğimi gamı, kederi
Yalvarsam tutar mı sözümü yollar

Ayrılıktan beter acı varm’ola ?
O yar beni gidince ararm’ola
Oturup ağlasam bana arm’ola
Zehretti baharı, yazımı yollar

Aşk bir kara sevda sanki başımda
Gündüz hayalimde gece düşümde
Yıllar var ki kem talihim peşimde
Taşa bassam sürer izimi yollar

Kulağımdan gitmiyor yarin sesi
Dalıma yüklendi hasretin yası
Dilimde hep bu ayrılık şarkısı
Söyleyip çalarım sazımı yollar


BAŞ BELASI




Eskişehir’de Hamam yolu olarak biline kalabalık bir caddede yürüyorum. Genç, yakışıklı, iyi giyimli birisi hocam, hocam diyerek beni durdurdu, tutup elimi öpmek istedi. Gülümseyerek elimi çekmeğe çalışsam da dudağına götürmesini engelleyemedim. Geçmişte öğrencim olduğu kesindi ama o güne kadar değişik liselerde hatta beş altı yıldan bu yana da üniversitede ders veriyordum. Hangi okuldan öğrencim olduğunu çıkartabilmek için boşuna zihnimi zorladım bir süre. Sonunda genç adam; “Beni hatırlayabileceğinizi düşünmedim zaten. Ofisin uzakta değil, vaktiniz varsa buyurun bir kahvemi için. Size kendimi takdim edeyim. Mutlaka beni hatırlayacaksınız.” Dedi. Birkaç dakika yürüdükten sonra Köprübaşı denilen semtte altı katlı bir binaya girdik. Kapıdaki görevli asansöre kadar bize eşlik edip asansörü çağırdı, asansörün kapısını saygıyla açtı ve selamlayarak yukarıya uğurladı. Asansörden çıkışta da benzer davranışlar sergileyen bir başkası, üzerinde “BAŞKAN SEKRETERİ” yazan kapıyı açıp bizi içeriye buyur etti. Girdiğimiz odada genç ve güzel bir Bayan; “Hoş geldiniz, buyurun efendim.”  diyerek içerideki bir başka kapıyı açtı, biz girince de saygıyla kapattı. Delikanlı yer gösterdikten sonra ikimiz de oldukça zevkli döşenmiş salonda bulunan koltuklara karşılıklı oturduk.  Bir düğmeye basarak  “Zeynep bize iki orta kahve söyler misin ?” deyince merakım bir kat daha arttı.  “Bu çocuk kahveyi orta şekerli içtiğimi de biliyorsa geçmişte aramızdaki ilişki oldukça yakın ve sıcak olmalı.” diye geçirdim aklımdan. Lafa önce o girdi: “Hocam beni çıkartabilmeniz gerçekten çok zor. Zaten bunu beklemiyorum. Çünkü aradan çok yıl geçti. Siz fazla değişmemişsiniz ama ben o zaman on beş yaşında bile değildim. Yıllar geçtikçe fizik olarak ta hayli değiştim. Arhavi’yi hatırlayın. Ve 1-D sınıfında müfettişin sınıfa gelişini.”  Yüzüne dikkatlice baktım, o çocuktu. “Çok değişmişsin ama hatırladım.” Dedim. “Sen Bücürsün. Baş belası Bücür Hamdi.”  Zihnim her şeyiyle yirmi yıl önceki Arhavi lisesine gitti.   
İlk görevimi Arhavi özel lisesinde matematik ve fizik öğretmeni olarak yaptığımı kasabadaki ilk günlerimi anlattığım yazımda belirtmiştim. Arhavi’de günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ikinci dönemin ortalarına yaklaşmıştık. Bir durum dışında her şey yolunda yürüyordu. Bir konu beni çok düşündürüyor, çok endişelendiriyor, elimi ayağımı birbirine dolaştırıyordu.
Hepsi de birinci sınıf olan dört şubeli lisemde 1-D sınıfında çelimsiz, ufak tefek bir öğrenci vardı. Derslerle hiç ilgilenmez, sözlü sınavlarda ya susar, ya da ipe sapa gelmez alakasız yanıtlar verirdi. Yazılı sınavlarımda ise beni çileden çıkartana şeyler yazıyordu sınav kâğıdına. Örneğin hamsi pilavı tarifi, bıldırcın avının püf noktaları ya da Fener – Galatasaray maçı anlatıyordu. Bunların da ötesinde ders sırasında sınıfa arkamı döner dönmez bir şeyler yapıp sınıfı benden, dersten kopartıyordu.  Onun yüzünden verimli bir ders yapamadığım gibi sınıfın düzenini de sağlayamıyordum. Sınıfta kendimi aşağılanmış hissediyordum. Hem öğretmenlik hem de müdürlük otoritemin canına ot tıkıyor gibi geliyordu bana. Sık sık sınıftan dışarı atıyordum ama O zaten bunu istiyordu. Birkaç kez velisi ile görüştüm. Velisi, “Ne edeceyisenuz başimizun üstüne. Etu senun çemuği benun. Ben de abileru de her cun bi fasil döveyiruk da! Adam olmayi. Piz paşa çikamayiruk, iş size galmuş mudür bey.” gibi laflar söylüyordu bana.  Disiplin kurulunu toplayıp ceza verdik,” Niçin bu kadar az ceza verdiler.” diye bize bozuk attığını haber verdi arkadaşları. Okuldan atmayı düşünüyordum ama yönetmelikte yaramazlık asla atılmayı gerektiren bir suç sayılmıyordu.  Ayrıca çocuğun babası okulun yönetim kurulu üyelerindendi. Bu durum okulda yayıldıkça, her şeyin çok güzel gittiği mesleğimin ilk yılında, giderek keyfim ve huzurum, beraberinde uykularımı da kaçmağa başladı. O sınıftaki derslerime girmemek için kendimce bahaneler bile yaratmağa başladım. Çünkü 1-D sınıfındaki her dersim bu çocuk yüzünden bir kâbusa dönüşmüştü. Tam bir baş belası ile karşı karşıyaydım.  Sonuç olarak bu okuldan ya ben ya da o gidecekti. Gitmesi gereken ben olmamalıydım. Daha ilk yılımda başarısız bir öğretmen ve müdür konumuna düşmek istemiyordum.  Ayrıca bu kasabayı, okulumu ve diğer tüm öğrencilerimi seviyordum. Gitmesi gereken bu Baş Belasıydı. Ama bu hiç kolay değildi. Zaten okulların kapanmasına iki ay kadar bir zaman kalmıştı.  
 Okulu denetlemeğe üç müfettiş geldi bakanlıktan. Devlet liselerine en erken üç yılda bir gelen teftiş heyetinin, okul özel olunca, her yıl gelmesi yasal bir zorunlulukmuş. Müfettişler hem yönetimi, hem de öğretmenlerin başarısını denetliyorlar. Lisenin müdürü de olduğumdan iki denetimin de merkezinde bulunuyordum. İdari denetimde ortaokul müdürü bana her türlü yardım ve desteği elinden geldiğince veriyor. O kısımda önemli bir sorun çıkmayacak gibi görünüyor. Öte yandan Müfettişler fırsat oldukça derslere girip öğretmeni dinliyor, öğrencilere o dersin konularına ilişkin sorular soruyorlar. Sonuçta yapılan Eğitim- Öğretimin başarı durumuna ilişkin bakanlığa raporlar düzenleyip veriyorlar.
Branşı matematik olan bir müfettiş benim dersime gelmek istediğini söyledi. Derse birlikte girdik. Bu bir geometri dersiydi. ‘Paralelkenar’ konusunu işliyorduk. Müfettiş çocuklara kendini taktim ettikten sonra kitabın içinden paralelkenar konusunu açıp bana döndü ve konunun teoremlerini kanıtlayıp (ispat) kanıtlamadığımızı sordu. Ben de “Kanıtladık efendim.” dedim.  Müfettiş; “Çocuklara bir soru sormak istiyorum izninle.” Diyerek kitabın o bölümündeki sorulardan birini tane tane okudu,  gerekli olan şekli de tahtaya çizdi. Ardından bir öğrenciyi işaret ederek cevaplamasını istedi. Çocuk ağzını açmaksızın, çözümü düşünüyormuş gibi tahtaya bakarak bir süre ayakta dikildikten sonra müfettişin işareti üzerine oturdu. Müfettiş başka birini kaldırdı, ondan da ses çıkmayınca bir üçüncüsünü, sonra dördüncü, beşinci…  Bu arada beni bir sıkıntı sardı ki sormayın gitsin. Çünkü bütün dikkatimi verdiğimi sanmama karşın soruyu ben de çözemiyorum.
Geometri dersinde konuları işleme tarzını şöyle ayarlamıştım: önce genel hatlarıyla konuyu açıklıyorum, sonra teoremleri teker teker kanıtlıyorum(İspatlıyorum), haftanın sonunda da odamda problemleri tek tek çözüyorum, ertesi hafta sınıflarda öğrencilerle birlikte çözüyoruz. Böylece o bölümü tamamlamış oluyoruz. Paralelkenarın problemlerine sıra gelmediğinden henüz hiçbirini önceden çözmemiştim. Ayrıca öğretmenlikte ilk yılım olduğundan bu problemle önceden karşılaşmış lığım da yoktu. Problemi öğrenciler arasından bir çözen çıkmazsa müfettişin bana dönüp; “Öğretmen efendi, sorunun çözümünü gösterir misin çocuklara?” diyeceğini düşünüyordum. Böyle bir durumla karşılaşırsam da, sınıftan çıkar çıkmaz, valizimi toplayıp, okulu ve kasabayı bir daha dönmemek üzere, terk etmem gerektiğinin kaçınılmaz olduğunu kurguluyordum. “Bittim ben. Öğretmenliğim de müdürlüğüm de buraya kadarmış. Müfettişin çocuklara sorduğu bir problemi bile çözemeyen birisinden matematik öğretmeni mi olur! Tanrım ne yapmalıyım.” Aklımdan buna benzer düşünceler geçiyor. Sıraların arasında dolaşan müfettişin ardında, sırılsıklam ter içinde kıvranır biçimde, daha başında meslek hayatımın sona erdiğini düşünerek, yürüyorum. Müfettiş neredeyse sınıfın yarısını kaldırıp sorunun yanıtını sordu. Ağzını açıp ta tek bir kelime olsun fikrini söyleyen çıkmadı. En sonunda sınıfa dönüp: “İçinizde soruyu çözecek olan var mı?” diye sordu. Arkalarda bir yerde oturan Bücür Hamdi parmak kaldırdı. Ben; “Eyvah! Bücür müfettişin karşısında da beni yele bir edecek. Gerçekten mahvoldum. Bir şekilde buna engel olmalıyım.” biçimindeki düşüncelerin telaşı ile bir şeyler mırıldanmışım. Müfettiş bana döndü; “Bir şey mi söyleyecektin müdür bey?” sözleriyle irkildim, toparlanmağa çalıştım. “Hayır efendim.” diyebildim. Müfettiş tekrar Bücüre döndü; “Buyur evladım, anlat bakalım çözümünü.” diyerek onu tahtaya davet etti. Bücür Hamdi soruyu herkesin de anlayabileceği bir açıklıkla, gerekli ek çizimleri de göstererek çözdü. Müfettiş; “Aferin evladım.” dedi ve teşekkür edip sınıftan ayrıldı. Bütün sınıf, gözleri hayret ve şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış Bücüre bakıyor. En çok şaşıran olmama karşın sevinçten havalara zıplayacak gibi olan da benim. Korkunç bir rüyadan uyanmış gibiyim. Bir süre kendime gelemedim.
Ağır hareketlerle not defterimi çıkardım cebimden. Eriyip yok olmak üzere olduğum sınıfımın karşısında onlara güven veren bir edayla; “Arkadaşlar, Hamdi müfettişin karşısında sınıfımızın onurunu kurtardı. O’nu ödüllendirmeliyiz. Sizce nasıl bir ödül olmalı bu?” Çocuklardan biri; “On beş gün izin verin okula gelmesin öğretmenim. Bu Bücürü en çok sevindirir.” Bir diğeri; “ Ona basket topu alın öğretmenim, belki boyu biraz uzar.” Şimdi anımsayamadığım başka ödüllendirme yolları önerenler de oldu. Not defterinden Hamdi’ye ait sayfayı açtım. İkisi yazılıdan, biri de sözlüden aldığı üç tane sıfırı var Bücürün. Üç sıfırın da başına bir rakamını yazdım. Böylece Hamdi’nin üç tane onu oldu. O zaman ki sistemde en yüksek nottu bu. Dersten sonra da odama gelmesini istedim.
Hamdi’ye arkadaştan da öte bir dost gibi yaklaştım. Onun dünyasını paylaşmak istediğimi, bir sırdaşı olmayı, bunu başarırsak geleceğinin çok farklı olabileceğini dilimin döndüğünce anlattım. Kendisinin de her şeyi bana anlatmasını sağlayacak güveni vermeğe çalıştım. Bu kadar zeki olmasına karşın okula ilgisizliğinin nedenlerini öğrenmek istiyordum. Hamdi karşımda bir süre yine abuk subuk laflar etti. Sonra uzun süre konuşmadı. Yüzüme bakmamağa özen gösteriyordu. Ağlamağa başladı. Bir yandan da konuşmağa başladı.
“Evde çok sopa yiyorum. Bu yüzden ben de onlardan intikamımı alıyorum.”  Kimin, niçin dövdüklerini sordum. “Dört ağabeyim var, onlar dövüyo. Bi de babam.”
 “Peki ne yapıyorsun da sopa yiyorsun durduk yerde?”
 “Ne yapsam suç. Ders çalışmadığım için, çay toplamayı sevmediğim için, daha çok ta yaramazlık yaptığım için. İşte böyle şeyler.”
 Kaç kardeş olduklarını sordum ona. İkisi kız sekiz kardeş olduklarını, en küçük olanın kendisi olduğunu anlattı. Anlaşılan daha küçük yaştayken yaptığı yaramazlıklar yüzünden itilip kakılmış ve büyüklerinden sık sık yediği dayaklar sonucu işi arsızlığa dökmüş, asi bir çocuk olup çıkmış, çevresine de kendini bu şekilde kabul ettirmişti.
Babası ve ağabeyleri ile görüşmeye gittiğimde Hamdi'ye “umutsuz vaka” olarak baktıklarını, Onun için yapılabilecek fazla bir şeyin olmadığını kabullendiklerini fark ettim. Uzunca bir ikna çabasının ardından Hamdi’ye benim kendilerinden istediğim tarzda yaklaşacaklarına söz verdiler.
Hamdi her geçen gün sınıf adabına daha çok uyum gösteren, daha ilgili, çalışkan bir öğrencim oldu. Bu olaydan sonra 6,7 olan notları son sınavlarda 9’a 10’a çıktı. Sınıf ikincisi olarak bir üst sınıfa geçmeyi başardı. Bu sırada aile fertlerinin de bana verdiği söze bağlı kaldıklarını övgüyle belirtmeliyim.  Ertesi sene çok uzak bir kentte, başka bir özel okula transfer olduğumdan Hamdi’nin okul durumu ile ilgili hiçbir bilgim olmadı.                
 Bücür Hamdi liseden sonra İTÜ inşaat yüksek mühendisliğini bitirmiş, saygın bir iş adamı olmuş, devlet ihaleleri alıp yollar, barajlar yapıyormuş. Beş yüzden fazla çalışanı, oldukça modern bir makine parkı olduğunu ve iki yıla yakın Eskişehir’de yol inşaatı nedeniyle bulunduğunu öğrendim. Kendisine;
Biliyor musun Bücür Hamdi, Hayatını, her şeyini o müfettişe borçlusun, biliyorsun değil mi? O sınıfa girip te o meşhur soruyu sormamış olsaydı ben seni anlamamış olarak bir şekilde okul hayatına son verecektim.
Çok iyi anımsıyorum hocam, bana ne yapsanız hak etmiştim.

Bir itirafta daha bulunmalıyım. O zaman bunu söylemem olanaksızdı. Biliyor musun, müfettişin sorduğu soruyu sen yanıtlayıncaya kadar ben de çözememiştim.          

3 Temmuz 2015 Cuma

İLK GÖREV YERİM

Askerliğimi bitirip Ankara’ya dönmüştüm. Kızılay’da buluştuğumuz bir arkadaşla, onun bir işi için MEB’na (Milli Eğitim Bakanlığı) gittik.  Arkadaşım bakanlıkta Doğu Karadeniz’in şirin bir kasabasında Orta Okul müdürü olduğunu söylediği bir arkadaşı ile karşılaştı.  Sohbet sırasında adı Abidin olan müdür Ankara’ya, bir heyetle, kasabalarında yeni bir lise açmak için öğretmenler, öncelikle de Matematik ve Fizik öğretmeni bulmağa geldiklerini anlattı. Arkadaşım; “İyileşecek hastanın doktor ayağına gelirmiş. Sizin aradığınız eleman işte karşında.” Diyerek beni müdür beye takdim etti. Abidin beyle birlikte üç kişi olan heyetin yanına gittik. Görüşme sonunda oldukça iyi sayılan bir ücret karşılığı anlaştık. Sözleşmeyi imzaladıktan sonra Lisenin müdürlüğünü de ayrıca bir ücret karşılığı bana teklif ettiklerinde sevinmekle birlikte biraz tedirginlik duydum. Çünkü meslekte ilk görevimdi ve yöneticiliğin Y’ sini bilmiyordum. Abidin Bey kulağıma eğilip; “Hiç endişe etme. Yapılan Lise binası, Orta Okulun da içinde olduğu geniş bir bahçenin içinde. Gereksinim duyduğun her idari konuda ben senin yanındayım. Göreceksin hiçbir sorun çıkmayacak.” Deyince rahatladım ve tekliflerini memnunlukla karşıladım.
Görev üslendiğim okulun bulunduğu kasabanın adı Arhavi idi. Bu ismi daha önce hiç duymamıştım. Abidin Bey Artvin’in bu sahil kasabasını çok beğeneceğimi söyledi. Ayrıca; “Arhavi o yörenin en kültürlü, en çalışkan ve yeniliklere açık insanlarının yaşadığı bir kasabadır. Ben de Arhavi’ye gelmeden önce bir hayli endişeliydim. Şimdi orada görev yapmaktan son derece mutluyum.” Diye ekledi.  
O yıllarda değil kasabalarda, Doğunun, Güney Doğunun bazı illerinde bile henüz lise yoktu. Hali vakti yerinde olan kasabalar Lise Yaptırma Derneği kurarak MBE'nın verdiği projeye uygun şekilde Lise binasını ya o yörenin zenginlerinden biri ya da birkaçının gönüllü katkılarıyla, ya da imece usulü ile kendileri yapıyordu. Kendi olanakları ile sağladıkları sözleşmeli öğretmenlerle birinci yıl eğitimi sürdürüyorlar, ertesi yıl MBE ye başvurarak bakanlık normlarına uygun, her şeyiyle hazır bir liseyi hiçbir talepte bulunmamak koşulu ile MBE ye devrediyorlardı. Böylece bakanlık, bütçesinden beş kuruş harcamadan bir lise binasına sahip oluyor, yöre halkı da lise okuluna bir an önce kavuşmuş oluyordu. Benim lisemin de işte böyle bir okul olduğunu söylediler.
Uzun ve sıkıntılı bir otobüs yolculuğu sonunda ikindi vakti Rize’ye ulaştım. Buradan sonra yolculuğuma minibüsle devam etmem gerektiğini söylediler. İki saati aşkın, kâh sahilden kâh gür ormanların içinden geçecek olan bozuk yollara düştük. Bir dönemcin bitiminde bizi sollayıp geçen bir taksi önümüzde seyreden boş kamyonun yolunu kesip durdurdu. Taksiden hışımla inen genç bir kadın kuşağından çıkardığı tabancayla kamyonun şoför mahallinde oturan, sonradan iki kişi olduklarını öğrendiğimiz, adamların üstüne kurşun yağdırdı. Ardından da görevini yapmış olmanın huzuru ile taksiye atlayıp hızla oradan uzaklaştı. Ben şaşkınlıktan donup kaldım. Minibüsümüz, şoförle birlikte inen birkaç kişinin, olup biteni öğrenerek merakları gidermeye yetecek kadar bir süre bekledi. Minibüstekiler tanığı olduğumuz bu korkunç cinayete pek şaşırmış gibi görünmediler. Olayı yorumlamakla yetindiler. Onlara göre kamyondakilerden biri kadını evlenme vaadiyle kandırmış ya da ikisi bir olup dağa kaldırmış olmalıymış. O da intikamını almışmış. Arabaya dönen şoförümüz olayın nedenini öğrenemediklerini, şoförün ölmüş olduğunu, öteki şahsın da doktora yetişmesinin mucize olacağını söyledi.  Olay beni hayli etkilemişti. Bekârdım, gittiğim kasabanın kızlarıyla heyecanlı, tatlı gönül ilişkileri hayal etmiştim. Hâlbuki şimdi yörede bulunduğum süre içinde ne kadar dikkatli olmam gerektiği gün gibi açıktı. Yöreye ilişkin pek çok bilinmezliğe bir de bu korku eklendi.
 Sahilde yemyeşil bir vadiye kurulmuş kasaba, sonradan adının kızılağaç olduğunu öğrendiğim kocaman, yüksek ve düzgün ağaçların arasında adeta kaybolmuş gibiydi. Sahil boyundaki bir otel ve beş on işyerini saymazsanız, bırakın duvar duvara olanını bahçeleri yan yana olan iki ev görmek bile olanaksızdı. Zaten birbirine uzak yapılmış evler kızılağaçların ve fındık bahçelerinin arasında zar zor fark ediliyordu. Vadinin gerilerinde yükselen tepelerin aşağı yamaçları yeşil bir halıyı andırıyordu. Buraların çay bahçeleri olduğunu sonradan öğrenecektim. Fındık, çay ya da mısır ekili olmayan tüm alanlar ve tepeler gür ormanlarla kaplı görünüyordu. Kasabanın önünden geçen sahili izleyen yol, denizden oldukça yüksek, kayalarla örülmüş sur gibi duvarlarla sağlama alınmış görünüyordu. Her yönüyle kasabamın olağanüstü güzel bir görünümü vardı. Bu güzelliklerin içinde mutlu olamamak düşünülemezdi.
Minibüs bir lokantanın önünde durup indirmişti beni. İçinde en az bir hafta beni idare edecek öteberinin olduğu çantamı alıp lokantaya girdim. İşyerinin patronu olduğunu sandığım, görünümü ile dört dörtlük bir Laz uşağı olan adama gidip kendimi tanıttım. “Uyyyy! Haçan pizum lisemizun mudürü misun? Ha piz buraya yaşli, başli pirinu pekleyiduk. Demek böyle mudür de olayi.” Beni lisenin müdürlüğüne yakıştıramadığı açıktı. Ben bile kendimi yakıştırmadıktan sonra…
Okul binası kasabanın biraz dışında, fındık bahçelerinin arasında, iki katlı, ortaokulla birlikte yüksek taş duvarlarla çevrili bir alanda, ortaokuldan daha gösterişli ve büyük yeni bir bina. Bahçede voleybol, basketbol ve eksik ebatlı bir futbol alanı var.  Okulun ana giriş kapısına yedi, sekiz basamak mermer merdivenle ulaşılıyor. Ana girişin üzerine boydan boya yerleştirilmiş tabelada - ARHAVİ ÖZEL LİSESİ- yazısı okunuyor.     
Kasabadan küçük yaşta İstanbul’a göçüp zengin olan, büyük bir firmanın sahibi şahıs hiçbir masraftan kaçınmamış, dört dörtlük bir lise binası yaptırmış. Müdür odasına girdiğim zaman şaşkınlığımı gizleyemedim. “Burada ben mi oturacağım?” deyince dernekçiler gülüştü. “Şimdu oturayisun şu koltuğa da foturafçimız bi foturafinu çeksun. İlk mudürümüz olarak koridora asalum oni da.” Dedi birisi. Kocaman bir masanın arkasındaki, benim için oldukça lüks olan, makam koltuğuna kurulup fotoğraf çektirdim. Sonra makam odasında birkaç toplu fotoğraf daha çekildi. Birlikte olduğumuz, kasabanın ileri gelenlerinden oluşan bu sekiz on kişilik gurupla Sınıfları, kütüphaneyi, fizik ve kimya laboratuarlarını, toplantı salonunu dolaştık. Son olarak da geceleri kalacağım odayı gösterdiler. Güzel bir otel odasından farkı yoktu. Bana göre hiçbir eksiği kalmamıştı okulumun. 
Okulların açılmasına iki hafta kalmıştı. Bakanlıktan açılış izni olmak için en az üç farklı derse daha öğretmen bulmam gerekiyordu. Bana önerdikleri, yöreden yetişmiş edebiyat, coğrafya ve tarih öğretmenleri ile görüştüm. Ücret devlet lisesine göre hayli yüksek olduğundan kolay anlaştık. Bir hafta içinde açılış iznini çıkarttık. Sıra ders dağıtımı ve programlarının yapılmasına gelmişti.
Lisemizin ilk yılı olduğundan sadece birinci sınıf açılıyordu. Kayıtların başlamasından birkaç gün sonra kaç öğrencimiz olacağı aşağı yukarı belli oldu. Yüz elli ye yakın bir sayıya ulaşacaktık. Sınıflarımızı otuz beş, kırk arası mevcutlu dört şube olarak planladık. Biyoloji dersini kasabalı bir doktora, kimya dersini yine işyerini o yıl açmış kasabanın tek eczacısına, İngilizce dersini de orta öğrenimini Ankara Maarif kolejınde okumuş olan kasabanın ikinci doktoruna verdim. Branş derslerimin yanında beden eğitimi ve müzik derslerini de kendime verdim. Böylece açık dersimiz kalmadı. Kurucu derneğin başkanı kasabanın belediye başkanıydı. O yüzden pek çok sorunumuz belediyenin olanakları ile giderilebiliyordu. Konunun hukuki boyutuna ilişkin sorunlarını dernek yönetim kurulu başkan yardımcısı bir avukat ağabeyimiz çözümlüyordu. Ücretlerle ilgili her türlü bürokratik sorunları da yine kasabanın tek mali müşaviri olan yönetim kurulu üyesi birisi yapıyordu. Yani anlayacağınız bu görevi ilk kez yapıyor olmamın bana fazla bir sıkıntısı yoktu.
Kasabada ilk günüm hayli yoğun geçmişti. İlgili ilgisiz pek çok kişi ile tanıştırıldım. Hayli kalabalık bir gurupla yediğimiz akşam yemeğinin ardından kasabanın sahil gazinosuna gittik. Çay, kahve sunumlarının ardından yorgun ve uykusuz olman nedeni ile dinlenmek isteğimi arz ettim. Eşlik eden bir refakatçi ile o gün için otelde ayrılan odama çıktım. Yüksek duvarlara çarpan dalgaların sesinden bir süre uyuyamadım. Sonunda yorgunluk ve uykusuzluk baskın çıktı sanırım.
Ertesi sabah okula gittiğimde önce hademe denilen hizmetli karşıladı. Ellili yaşlarında bir yöre insanı. “Hoş celdinuz sayin mudürüm. Ben Hademenuz çamil (kâmil) Kayikçu. Emrinuzdayum efendum.” “Estağfurullah Kamil Efendi. Ne demek emir filan. Ricam olur ancak.” Ana kapıdan binaya girince genç ve güzel bir kız gülümseyerek; “Hoş geldiniz efendim. Ben sekreteriniz ….” Şaşkınlıktan ne diyeceğimi şaşırdım. Güzel bir kızın benim sekreterim olabileceği aklımın ucundan geçmemişti. Makam odama çıkıp, o güne kadar benzerini bile görmediğim lüks ve konforlu koltuğuma kuruldum. Kısa bir süre sonra kapıyı tıklatıp içeri giren sekreterimin gülümseyerek kahvemi nasıl alacağımı sorması beni bayağı havalara soktu sanırım.   Kasabalıların gösterdiği yakınlık ve saygılı davranışları da göz önüne alınınca kendimi önemli biri gibi hissetmeye başladım. Bütün bunları hak etmek için var gücümle çalışmam gerektiğine karar verdim.  
Okulda yattığım ilk geceden itibaren garip bir olayla karşılaştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde okulun çevresi köpek sesine tam da benzemeyen ulumalarla çınlıyordu. Penceremin dibine kadar geliyorlar, var güçleriyle bağırıyorlardı. Ulumalar şafak vaktine kadar kesilmiyordu. Birkaç gün gözüme uyku girmedi. Sonra bunların çakal olduğunu söylediler. İyice karanlık bastıktan sonra tepelerden inip buralarda yiyecek aradıklarını, uluyarak ta haberleştiklerini anlattılar. Lokantacı Dursun amca; “Canuni sikma mudür bey. Bi gaç cune galmaz alışirsun. Oyleçi piz o sesleru duymadan uyku uyuyamayiruk bile, pize ninnu çimu celiyi da.” Diyerek sözüm ona beni rahatlatmıştı. İlk haftadan sonra bu seslerden rahatsızlık duymadığımı hayretle fark ettim.
Okulda işim bitince kasabanın sahil gazinosuna gidiyordum. Orada akşamları denizin ortasından, altın bir sütun gibi denize çakılan güneşin batışını izlemenin zevkine doyum olmazdı.  Okuldan gazinoya gidişteki yol boyunda iki taraflı fındık bahçeleri uzanıyordu. Gelirken de giderken de, yollara kadar sarkmış ağaçlardan, taze fındık kopartıp cebime dolduruyor, uygun bir yerde ve zamanda kırıp yiyordum. Bahçelerin sınırlarında kızılağaçlar onlarca metre yüksekliğe erişmiş, başta asma olmak üzere birçok bitkinin sarılarak yükseklere tırmanmasına olanak sağlıyordu. Üzüm salkımları ta yirmi, yirmi beş metre yükseklerden bardak gibi sallanıyordu. Bu üzümler insanlardan çok kuşların işine yarıyor gibi göründü bana.
Bir iki hafta içinde Arhavi’deki yaşam tarzına uyum sağladığımı söyleyebilirim. Kahvaltı etmiyordum. Öğle ve akşam yemeklerini diğer bekâr arkadaşlarla birlikte Dursun Ustanın lokantasında yiyorduk. Akşamlarım çoğu zaman makam odamda yatıncaya kadar ders hazırlamakla geçiyordu. Yirmi saati matematik, on ikisi fizik, dördü de müzik olmak üzere otuz altı saat dersim vardı haftada.  Dersler başladığında uykularım da düzene girmişti. Derse girdiğim her saati bir sorun yaşamadan bitirmek bana büyük keyif veriyordu. Öğrenciler ders aralarında, nereden çıktığını anlayamadığım, bir kemençe eşliğinde hemen bir horon başlatıyorlardı. Önceleri çocukların bu neşesi beni mutlu ediyordu. Birkaç gün sonra horunun ortasında patlatılmağa başlatılan silahları mantar tabancası olarak algılamıştım. Sonra bunların gerçek tabanca ve atılan mermilerin de gerçek mermi olduğunu öğrenince korku ve şaşkınlıkla panikledim. Ertesi gün yaptığımız aramada bir düzüne civarında gerçek tabancaya el koyduk. Yönetim kurulunun ve velilerin desteği ile bir iki hafta içinde bu konuyu sorunlar listesinden çıkardık. Canımı sıkan tek konu, güzel sekreterimle yakınlaşamamaktı. Başıma gelebilecekleri düşünmek bile beni çok korkutuyordu. O bana ne kadar yakın durmak istese de ben oldukça ciddi ve soğukça karşılıyor, ümit vermemeğe özen gösteriyordum. Sekreterim, yönetim kurulu üyelerinden birisinin kızıydı zaten.  
Yağmur yağmıyorsa yörenin ekim, kasım ayları çok güzel oluyormuş. Benim şansımdan mı nedir, ekim ayı yağışsız geçiyordu. Bir hafta sonu ilçenin kaymakamı, doktoru ve eczacısı ile Arhavililerin “Hemşin” dedikleri dağ köylerine günübirlik bir geziye çıktık. Kaymakamın cipiyle, inişli yokuşlu, toprak, dağ yollarında ilerliyorduk. Giyim kuşamı ve donanımıyla tam bir Doğu Karadenizli olan, ama yaşını kestiremediğim bir kadına rastladık yolda. Sırtındaki küfeyle yeşil çay yaprağı taşıyordu. Beş on metre önde de kırklı yaşlarında bir adam gömleğinin yakasını göbeğine kadar açmış ağır, ağır yürüyordu. Adamın yanına gelince kaymakam cipi durdurdu. Selamlaştıktan sonra adama; “Arkadaki hanım neyin oluyor?” diye sordu. Adam geriye döndü; “Ha onu mi deyisun, çendusi penum kari olayi da.”  “Pekâlâ, yük neden onun sırtında? Sen erkek değil misin? Üstelik ondan çok daha güçlü, kuvvetlisin. Bu sıcakta, yokuş yukarı O kan ter içinde canını dişine takmış çabalıyor, sen bir elinde tespih, diğerinde sigara maşallah erkekliğine diyecek yok doğrusu. Üstüne üstlük ceketini, şapkanı da küfenin üstüne atmışsın gel keyfim gel. Karına verdiğin değer bu mu?”  Belli ki böyle bir çıkış beklemiyordu adam.  “Çimsinuz pilmeyirum ama Penum karinun yaptuğu iş onun işidur. Pundan size ne uşağum. Pen küfe taşur isem puralarda herçes pağa culer da.” Kaymakamın suratından sinirlendiği belli oluyordu. Hepimiz cipten inmiştik.  Davranışının yanlış olduğunu anlatmağa çalıştıkça adam bize kızdı. İkide bir gömleğinin altındaki tabancasını yokluyordu. Ben ciddi olarak korkmağa başlamıştım ki şoförümüz adamın kulağına bir şeyler söyledi. Adam yelkenleri suya indiriverdi. Kadını onun tarafını tutuyor,  “Herifimdan ne isdeyisinuz, Çimseye bi şey yapmaduk piz. Pirakun yakamizu da işimize pakalım.” Kaymakam hem kadının hem de kocasının şaşkın bakışları altında küfeyi kadının sırtından alıp adamın sırtına vurdu.  “Bundan böyle karılarınıza eşeğinizmiş gibi davranamayacaksınız. Onlar köle gibi çalışırken kocaların kahvede oyun oynayıp, çubuk tüttürmesine izin vermiyorum. Bunu yapanı duyar, görürsem jandarmayla aldırır hapislerde süründürürüm. Beni anladın mı?” Kaymakamın çıkışı Hemşinliyi iyi korkuttu sanırım. Sırtında küfe yokuş yukarı tırmanırken; “Emredersinuz gaymagamim. Köye varayim emrinizu köyun tüm erçeklerine pizzat diyecegum.”
Ekim ayının sıcak ve sakin bir tatil günü kasabanın sahil gazinosunda birkaç arkadaş oturmuş şundan, bundan laflıyoruz. Deniz çarşaf gibi durgun. Oralarda az rastlanır bir manzara. Açıklarda bir cisim fark ettik. Suyun içinde bir görünüp bir kayboluyor. Herkes kafasına göre bir şey söylüyor. Birisi gemilerin birisinden düşmüş bir konteyner, diğer biri bir balıkçı sandalı olmalı falan filan diyor. Denize girme düşüncesiyle aldığım mayom da üzerimde olduğundan o cisme kadar yüzeceğimi söyledim. Arkadaşlar cismin çok uzakta olduğunu, oraya yüzmeye kalkışmanın çok tehlikeli olacağını söyledilerse de ben, bilinçaltı bir şeyler kanıtlama dürtüsüyle olmalı, kendimi suya vurdum. Bir saate yakın yüzmeme rağmen cisme yeterince yaklaşamamıştım. Geri dönmeyi de kendime yediremedim. Yarım saat kadar daha yüzdükten sonra cismin bir tomruk olduğunu fark edebildim. “Nasılsa tomruğa ulaştığımda üzerine çıkıp dinlenirim.” diye canımı dişime takıp oraya kadar yüzmeğe karar verdim. Tomruğun yanına vardığımda artık yüzmeğe takatim kalmamıştı. Tomruk tahminimden çok daha büyüktü. On beş metreye yakın uzunluğu, bir metreden fazla çapı olan, kabuğundan soyulmuş, bir oklava kadar düzgün dev bir ağaç gövdesiydi. Bırakın üstüne çıkmayı elimi attıkça yavaş, yavaş dönüyor, tutunabilme olanağı vermiyordu. Bu durumda üzerine çıkıp dinlenmem asla söz konusu değildi. Ama ben birazda paniklemiş olarak ısrarla tutunmağa, üzerine tırmanmağa çalıştım. Dermansızlıktan suyun üzerinde durmakta zorlanmağa ve su yutmağa başladım. Bir süre sonra da nefessiz kalıp kendimi Kara Denizin sularına bıraktım.
Gözümü açtığımda gazinoda bir koltuğa uzanmış durumdaydım. Başımda doktor ve tanıdık, tanımadık bir yığın insan vardı. Anlaşılan bir kere daha Azrail’in pençesinden çekip almışlardı beni. Ağzım deniz suyu ile doluymuş gibiydi. Bir de dehşetli üşüyordum. Titrediğimi fark edip getirtilen bir battaniyeye sardılar.
Ben tomruğa yüzerken hâkim bey evden dürbününü getirtip ne olduğu belirsiz cismi tanımak istemiş. Daha sonrada benim zorda olduğumu görünce belediyenin motoru ile yardımıma koşmuşlar. Birkaç dakika daha gecikseler dünyamı değişmiş olmam kaçınılmazmış.
Bir balıkçı teknesini hazırlayıp sahile çekmek üzere belediyenin birkaç adamı ile tekrar tomruğun oraya gidildi. Bir saate kalmadı tomruk sahile çekildi. Tomruğun büyüklüğü karşısında, seyre gelen meraklı kalabalığın dili tutuldu desem yeridir. Tomruğun sahibinin ben olduğumu söylüyordu herkes.  Nedeni de, denizde bulunan bir şeyin onu ilk görene, bulana ait olduğu şeklindeki inanışlarıymış. Eğer ev yaptırıyor olsaydım kereste gereksinimimin tamamını karşılardı nerdeyse. Bağışlayıp bağışlayamayacağımı sordum, olumlu yanıt alınca da onu belediyeye bağışladım.

Ekim ayının sonunda havalar soğudu, bulutlar gökyüzünü sardı. Kısa bir süre sonra da yağmur başladı. Tam olarak on beş gün aralıksız ve aynı tempoda yağan yağmurlar içimi karartmakla birlikte bir başka yöre etkinliğini de tanımamı sağladı. Gece boyunca, lüks lambaları eşliğinde sürdürülen bıldırcın avı. Arhavililerin söylediğine göre bu mevsimde Rusya üzerinden güney ülkelerine göç eden bıldırcın sürüleri geceleri yıldızları izleyerek yol alırlarmış. Hava kapalı olduğu zamanlarda karanlıkta uçan bıldırcınların bir kısmı gece ışığı gördüğü yere doğru uçar, ışığın dibine düşermiş. İşte bu yüzden bu havalar bıldırcın avı için bulunmadık fırsat yaratırmış. Bir gece, yaklaşık on kişinin katıldığı ve davetli olduğum bu ava, tam donanımlı bir şekilde, ben de katıldım. Ormanın içinde yağmur ve çamurda dolaşmak çok zor olduğu için küçükçe açık bir alanda lambayı yanıma bırakıp çömeldim. Biraz sonra da pat diye dizimin dibine düşen bıldırcını yakalayıp sepete koydum. Birkaç saatlik bekleyişin sonunda tam beş tane bıldırcınım olmuştu. Dönüş işareti ile toplandık. En az bıldırcın bende vardı. Yirminin üstünde yakalamış olan avcılar bile vardı arsamızda. İlk avım olmasına karşın başarılı olduğumu söyleyerek beni kutladılar. Ertesi gün akşam, Dursun amcanın nar gibi kızarttığı bıldırcınlarla rakı, şarap ve buz gibi biraların eşliğinde, kalabalık bir ziyafette avımızı ve benim Arhavililiğimi kutladık.