16 Ekim 2015 Cuma

                                                                     Ü L K Ü

Üniversite tahsilimin ikinci yılıydı. Orada çalışan, aynı zamanda Dil Tarih Coğrafya fakültesinde okuyan arkadaşım Turan’ın verdiği bilgiler sonucu girdiğim DSİ (Devlet Su İşleri) eleman alımı sınavını yüz üzerinden yüz alarak kazanmıştım. Çünkü bütün sorular matematik sorularıydı ve ben Fen Fakültesi Matematik bölümünde okuyordum. Sınav sonuçlarının açıklanmasından tam altı ay sonra beni çağırıp işe alındığımı söylediler. Kayıt için isteneni evrakları hazırlayıp verdim ve ertesi gün işbaşı yaptım.
İş yerim, DSİ İşletme ve Bakım Dairesi Başkanlığı oluyordu. Dairenin olduğu bina Meşrutiyet Caddesindeydi. Bakanlıklar tarafından girildiğinde caddenin sonunda, sağda beş katlı, kurumun kiraladığı bir apartmandı. Dikimevindeki Site Yurdu’nda kaldığım için belediye otobüsünden TED kolejinin önündeki durakta iniyor, beş dakikalık bir yürüyüşle işyerine varabiliyordum. Kot farkından dolayı, altında daha iki kat bulunan binanın dördüncü katındaydı bana verilen oda. Bir masa ve arkasında koltuk mu, sandalye mi olduğu pek belli olmayan bir oturak ve iki sandalyenin yer aldığı odam, koridorun sonunda, binanın arka tarafına bakıyordu. Penceremden boş arsalar ve apartman inşaatları göründüğünden manzara pek iç açıcı görünmüyordu. Bitişiğimdeki, odamın en az dört katı büyüklüğünde ve cephesi farklı yönde olan oda, benim de bağlı olduğum, İşleme ve Bakım müdürünün odasıydı. Diğer odalarda Baş Mühendis, mühendisler ve teknikerler vardı. Baş Mühendis ve müdürümüzün sekreteri dışındakiler odalarında ikişer, üçer oturuyordu.
Kayıt, kuyut işlemlerinden sonra çalıştığım katta ilk tanıştığın kişi, müdürün odasının öteki yanında, benim odam kadar bir odada görev yapan sekreter hanımdı. Masamın başına geçip oturmamın üzerinden beş, on dakika geçmeden, açık duran kapıdan içeri süzülerek; “Ben Ülkü, müdür beyin sekreteriyim. Hoş geldiniz. Yerleşmenize yardım etmemi söylendi ama yapabileceğim bir şey yok gibi görünüyor. Masanıza kağıt, kalem filan getireyim bari.” El sıkıştık. İsmimi söyledim, oturmasını rica ettim, odama konulmuş iki sandalyeden birine oturdu. Kurumu ve işleri tanımama yardımcı olacağını gülümseyen, sıcak, içten bir tavırla anlattı. Birazdan müdürümüzün geleceğini, beni müdüre kendisinin takdim edeceğini söyledi. Gereksinim duyacağım her şeyi kendisine iletmemi de isteyip kalktı ve odasına geçti.
Saat on buçuk gibi müdür olduğunu tahmin ettiğim biri elinde kocaman bir evrak çantasıyla, koridordaki açık kapılardan başını uzatıp içerdekilere isimleriyle “Günaydın.” Diyerek büyük odaya girdi. Peşinden Ülkü Hanım daldı odaya. Kısa bir süre sonra da benim odama gelip;”Müdür bey sizi istiyor.” Dedi.  Sekreter hanımın peşine takılıp müdür beyin odasına girdim.  Beni güler yüzle karşıladı. “Kuruma hoş geldin delikanlı. Benim adım Kadri, Kadri Örencik. Bu bölümün müdürüyüm. Dün evraklarını gözden geçirdim. Fen Fakültesinin matematik bölümünde okuyormuşsun. Bu epey işimize yarayacak. Burası bir teknik servis. Matematik bilmeyenin burada yeri yok. Büronda sana gerekli olacak malzemelerin listesini ambara gönderdim. Ülkü hanım sana yardımcı olacak. Haydi bakalım. Yeni işin hayırlı olsun. Burada ne yapacağını ve diğer konuları sonra konuşuruz. Bu  gün dairede gez, dolaş herkesle tanış. Keyfine bak.” Teşekkür ederek odadan çıktım.
Öyle vakti ülkü hanım açık duran odamın kapısından başını uzatarak; “Yemek vakti, birlikte inelim, sana yemekhaneyi göstereyim. Sonrada ambara gider listedeki malzemeleri alırız, ne dersin?” Ne diyebilirdim ki. Biraz mahcup, biraz çekingen peşine takıldım, birlikte merdivenlerden dört kat aşağıya indik.
Yemekhanede Ülkü Hanım beni birkaç abi ve ablayla tanıştırdı. Yemeği Ülkü hanımın bir bayan arkadaşı ile birlikte üçümüz bir masada yedik. Arkadaşı ile konuşmalarından Ülkü hanımın evli ve bir kızı olduğunu öğrendim. Üç yaşında olduğu anlaşılan kızından, onun tatlı yaramazlıklarından söz ettiler. Bu konuşmalardan öğrendiğim bir başka durum da Ülkü Hanımın beyinin Ankara dışında olduğuydu. Çaylarımız gelince onlara sigara ikram ettim, ikisi de geri çevirmedi. Bir saati aşkın sohbet ettiler. Masada unutulmuş gibiydim. Ama hiç sıkılmadım. Bu arada Ülkü Hanımın çok güzel bir kadın olduğunu, konuşma tarzı ve sıcacık  tavırlarıyla da bu güzelliğini bir kat daha artırdığını fark ettim. Hep gülümseyen, siyah zeytin gibi gözleri vardı. Eşinin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.
İş yerimde iki ayı geride bırakmıştım. İşime ve iş arkadaşım olan ağabeylere ki çoğunluğu İTÜ den mezun Yük. Müh.lerdi. En yaşlıları müdürümüzdü, o da kırk yaşlarında ya vardı ya yoktu. Müdürümle aram, başkalarının kıskanacağı ölçüde iyiydi. İşe hep on buçuk gibi geliyordu. Daha önce Ülkü Hanımın yaptığı sabah kahvesini bana yaptırıyordu. Bu yüzden Ülkü Hanımın alındığını bile hissetmiştim. Haftada bir gün okula, ‘Uygulama’ dersine gitmeme izin vermişti. Bu benim için bulunmaz bir fırsattı. Ülkü hanımla artık birçok şeyi paylaşabiliyordum. Ona sadece ‘Ülkü’ diye hitap etmemi istemişti, artık ben de öyle yapıyordum. O da beni adımla  çağırıyordu. Sık, sık birbirimizin odasına gelip laflıyorduk şundan bundan. Onunla konuşmak, yakınında olmak, her ne olursa olsun bir işine yaramak beni mutlu ediyor, heyecanlandırıyordu. Beraber olduğumuz zamanlar o benim gözlerimin içine bakabiliyor, ben onunkilere bakamıyordum.
Sabahları ikimiz de otobüse Dikimevi durağından biniyorduk. Bir süre sonra durağa elli metre kadar mesafede ve dört yolun kavşağı olan köşedeki ‘Bahar’ Pastanesinde kahvaltı etme bahanesiyle Ülkünün durağa gelişini izlemeye başladım. İlk zamanlar rastlantı sonucu karşılaşmış havası yaratmağa çalıştım. Kısa bir süre sonra erken geldiğinde onun da beni izlediğini ve beklediğini sezinledim. Birlikte kahvaltı teklifimi geri çevirmeyince, her sabah olmasa da haftanın birkaç günü pastanede oturup konuşma heyecanı ve mutluluğunu yaşamaya başladım. Benimle olmaktan hoşlandığını hissediyordum. Ama duyduğu yakınlığın bir arkadaşlık, bir dostluk sınırlarını aşıp aşmadığı konusunda emin olamıyordum. Artık gecelerimin, gündüzlerimin büyük bir bölümünde onu düşünmekten kendimi alamıyordum.
İş yerinde dikkat çekmemek için odasına daha seyrek girip çıkmaya başladım. Ara sıra Ülkü ile yakınlığımızı ima eden takılmalar olmuyor değildi koridorda, yemekhanede. Anlamazlıktan, duymazlıktan geliyordum. Onların yanındayken bahsi geçtiğinde ‘Ülkü hanım’ diye söz ediyordum ondan. İşimi bitirince masamda onun resmini çizmeye çalışıyordum. Resim yeteneğim çok kıt olmasına karşın birkaç denemeden sonra onun gülümseyen bakışlarını resme yansıtabildiğimi fark ettim. Ertesi gün okula gitmiştim. Çekmecelerimi karıştırmış, resmi bulmuş. Okuldan döner dönmez elinde resimle odama geldi. Öyle görünce çok utandım. Ne söyleyeceğimi kestiremedim. “Can sıkıntısından karaladım” filan diye geveledim. Resmi çok beğendiğini, kendisine vermemi istedi. Hayır, olmaz diyecek durumda değildim. “Sen istiyorsan…” diyebildim.
Bir Cuma günü iş çıkışına yakın odama geldi; “İşin yoksa Pazar günü bize gel, birlikte kahvaltı edelim. Annem de, kızım da çok sevinirler.” dedi. O anda belli etmemeye çalıştığım büyük bir sevinçle, bir aksilik olmazsa muhakkak geleceğimi söyledim. Bir aksiliğin olmasına asla izin vermeyeceğimi ona bir söyleyebilsem. Onun iş yerinden ayrılmasından birkaç dakika sonra da ben ayrıldım. Dedikodu olacağı endişesiyle daireye birlikte girip çıkmaktan mümkün olduğunca ikimiz de kaçınıyorduk. Böyle olması onun isteğiydi.
Pazar günü erkenden kalktım. Zaten gece pek uyuduğum da söylenemezdi. Pazarları hiç adetim olmadığı halde tıraş oldum, dişlerimi fırçaladım, en beğendiğim gömleğimi ve pantolonumu giydim, kokular süründüm, dokuza doğru yurttan çıktım. Doğru Dikimevi Çiçekçisi’ne yollandım. Annesinin farklı anlamlar yükleyebileceği endişesiyle ‘Gül’ almak istemedim. Saatin henüz erken olması nedeniyle bir süre oyalandıktan sonra mevsim çiçeklerinden oluşan güzel bir buket yaptırıp tam saat onda Ülkünün kapısını çaldım.
Kapıyı, kızıyla birlikte, içten gülümseyen bakışlarıyla açtı Ülkü. En çok sevdiği çiçekleri nasıl tahmin edebildiğime şaşırdığını söyleyerek demeti elimden aldı, beni içeri buyur etti. Pabuçlarımı çıkardım, ayakkabılıktan ayağıma uygun bir terlik seçerek Ülkünün peşinden salona yürüdüm. Bir gün öncesinden kızı için aldığım, o dönemlerde makbul bir oyuncak ta sayılan, güzelce paket yaptırdığım içindeki küçük bebeği, annesi gibi hep gülümseyen, dünya tatlısı kızına, bir öpücük karşılığında verdim. Ayşegül’le çabucak dost olduk. Kahvaltıdan sonra onu parka götürdüm. Kaydıraktan kaydı, salıncakta sallandı. Çok keyifli bir saati birlikte geçirdik Ayşegül’le.
Ülküyle ilgili birçok şey daha öğrendim o Pazar. Aynı yaşta olduğumuzu, kocasının adını, kendisinden on iki yaş büyük olduğunu, Erzincan’da askerliğini yaptığını, terhisine bir yıldan fazla süre olduğunu, annesinin kısa bir süre sonra, Eskişehir’de yalnız bıraktığı babasının yanına döneceğini, cumartesileri Ayşegül’ü Ayrancı’da oturan kayınvalidesine götürdüğünü filan. Ülkünün bunları bana anlatmış olması, onun yanında çok farklı bir konumum olduğunu hissetmemi sağlamıştı, bundan çok mutlu olmuştum.
Kahvaltı olayından sonra bir süre Ülkü bana, hiç de beklemediğim bir şekilde, mesafeli davranmaya başladı. Benimle konuşurken parıldayan, gülümseyen bakışları sıradanlaştı. Gün boyu odama uğramaz oldu. Öyle yemeğine bana uğramadan çıkıyordu. Bunu neden yaptığına ne bir anlam verebiliyor, ne de sormaya cesaret edebiliyordum. Bu duruma hem çok üzülüyor, hem de çok endişeleniyordum. Bütün gün ve gece ne kusur işlediğimi düşünüyor, bir sonuca ulaşamamanın ağırlığı altında eziliyordum. Bütün bir hafta böyle geçti.
Ertesi haftanın ilk günü işe giderken yanına gitmeye cesaret edemedim. Beni göremeyeceği bir yerden onun otobüse binişini izledim. Bir sonraki otobüsü bekledim. Odama onun kapısının önünden geçilerek giriliyordu. Geçerken, açık duran kapısından başımı uzatıp, çekinerek “Günaydın” dedim. Kafasını bile çevirmeden, belli belirsiz “Günaydın” dedi. Aynı sorunun devam etmekte olduğunu düşünerek içimin acıdığını duyumsadım. Ne olmuştu da birden bu kadar değişmişti bir türlü anlayamıyordum. Ne yapacağım, nasıl davranacağım konusunda pusulayı tümden kaybetmiştim. Bir sürü karanlık düşüncelerle odamı bir aşağı, bir yukarı arşınlarken Ülkü içeri girdi. Kapıyı kapattı, doğru üzerime geldi, iki elini iki yakama kilitledi, ateş saçan bakışlarını gözlerime dikti, var gücüyle sarsarak, “Evlenirsen seni öldürürüm. Bilmiş ol.” dedi. Beni sertçe geriye iterek çıkıp gitti. Elim, ayağım püskül gibi döküldü. Dizlerimin bağı çözüldü. Ağzımı bile açamadan, olduğum yerde sandalyenin üstüne yığılıp kaldım.
Bu olaydan sonra Ülkü yine bir hafta önce olduğu gibi kabuğuna çekildi. Bense ateşlerde kavruluyorum. Yere, göğe sığamıyorum. “Neden bunu söyledi? Kocasından ayrılıp benimle evlenmek istiyor olabilir mi?  Bunca zaman bana kocasından söz etmemiş olması onu sevmediği anlamına mı geliyor acaba? Tam da yeri gelmişken neden ona ‘Seni seviyorum’ diyemedim? Ülkü beni seviyo. Başka ne anlama gelebilir ki bana söylediği? Ben de onu seviyorum. Hem de deli gibi. Ama o bunu bilmiyo. Bunu ona söylemedim, söyleyemiyorum.”
Bu sırrımı bir tek yurttaki oda arkadaşım Turanla paylaşıyordum. Onun, yurdun karşısındaki apartmanda oturan evli bir bayanla ilişkisi vardı. Kocası erkenden işe gittiğinden, İstediği ve uygun olan zamanlarda Turanı evine çağırabiliyordu. Yani arkadaşım bu konularda oldukça deneyimliydi. Bu yüzden bana sık, sık öğütler veriyor, bildiği etkili yol ve yöntemlerle beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Bir keresinde beni cesaretlendireceğini düşünerek olmalı; “Ulan oğlum, sen manyak mısın? Kadın daha ne desin ki sana. Gel de bu gece birlikte yatalım mı desin?” diye azarladı.
Tanışmamızdan bu yana üç aydan fazla zaman geçmişti. Son zamanlarda, hemen her sabah “Bu gün Ülküye muhakkak duygularımı açacağım. Kocasından boşanmasını, ailemin karşı çıkacağının kesin olduğunu adım gibi bilsem de, onunla evlenmek istediğimi, onu çok mutlu edeceğimi söyleyeceğim.” Diye kararlı bir biçimde yurttan çıkıyordum. Ama onunla karşılaşınca ona sevgimden, aşkımdan, ilerisi içinki düşüncelerimden, hep onunla dolu, onunla süslü hayallerimden asla söz edemiyordum. Bu son zamanlardaki mesafeli davranışları, bunları ona söyleyebilmem konusunda daha da sıkıntılara sokuyordu beni. “Ya hayır derse, ya davranışlarını yanlış anladığımı söylerse? Umutlarım tümden biter o zaman. Buna katlanabilir miyim Tanrım.”
Artık sabahları da durakta buluşmaya cesaret edemez olmuştum. Soğuk davranabileceği endişesi yüreğimi buruyordu. Çoğu zaman ondan önce daireye varıyor, balkona oturup TED’kolejinin arkasındaki caddeden onun gelişini izliyordum. Kendine güvenli yürüyüşüyle muhteşem görünürdü. Bizim kata geldiğinde mutlaka beni görebileceği bir konum ayarlıyordum. “Günaydın.” Deyişindeki ses tonu bile o gün benimle sergileyeceği yakınlığı belli ediyordu. Bir gün yakınlığı umutlarımı, cesaretimi artırıyorsa, üç gün moralim bozuk geçiyordu. Moralsiz olduğum böyle zamanları müdür beye (ki be onu Kadri Abi diye ünlüyordum) hissettirmemek için ne kadar çaba harcasam da, o bunu fark ediyordu. İki kez beni “Moralini bozuk görüyorum. Hadi bi okuluna git ne olup bittiğine bak. Sana bu gün izin veriyorum.” Diyerek fakülteme göndermişti.
İşe başlayalı altı ayı geride bırakmıştım. Nisan ayının tüm insanların kanını kaynattığı, Ankara baharının en güzel, coşku dolu günlerinde bile bu coşkuyu istediğim gibi yaşayamıyordum.   Ülkü ile ilişkim iki geri bir ileri devam ediyordu. Bir ateşin üstünde yürüyor gibiydim. Ne yaparsam yapayım bu ateşi söndüremiyordum. Olup bitenleri Turana anlatmaktan da vazgeçtim. Çünkü beni dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aptalı olarak niteliyordu. Ona hak vermiyor değildim ama aklımdan geçirdiğim, gece, gündüz kurduğum hayallerin hiç biri gerçekleşmiyordu. “Tanrım, daha ne kadar sürecek bu işkence?” diye kendimi hırpalayıp duruyordum.
Turanın önerisiyle ikimiz yurttan ayrılıp, bir ev kiralayarak oraya taşınmağa karar verdik. Turan görüştüğü kadınla birlikte olmak için problem yaşamağa başlamıştı. Ben de Ülkü ile birlikte olma hayalleri kuruyor, rahat buluşabilmemiz için bunu gerekli görüyordum. Birkaç gün içinde TED’in bir arka sokağında, giriş katında bir daire tuttuk. İkimizde, bir öğrenci için oldukça iyi sayılacak maaş alıyorduk. Gereksinim duyabileceğimiz eşyaları aldık, evimizi güzelce dayayıp döşedik.
Bir sabah Ülkü odama geldi, evimi görmek istediğini söyledi. Adresi aldı, sonra, zaten yeri çok kolay olan apartmanı nasıl bulabileceğini onun arzusu üzerine tarif ettim. Cumartesi günü öyleden sonra geleceğini söyleyerek çıkıp gitti. Kafam yine allak, bullak olmuştu. Benim bekar evine neden gelmek istiyordu? Bu beni istediği anlamına mı geliyordu? Beni sevip sevmediğinden neden emin olamıyordum? Yoksa ben çok pısırık, korkak biri miydim? Ülkü daha ne kadar yakınlaşabilir, ne kadar ileri gidebilirdi ki? Bu işkence daha ne kadar sürecekti? Bu konuda Turan’ın beni aşağılamaları hiç haksız değildi. Bu ve buna benzer düşünceler beynimde ve kalbimde kopan fırtınaları bir kere daha yaşamama neden oldu.
Cumartesiyi sabırsızlıkla beklediğim haftanın Perşembe günü evden erken çıkıp büroya gelmiştim. Ofisimin aksi yönündeki, henüz boş olan odalardan birine geçip açık pencereden dışarıyı izliyordum.  Elli, atmış metre kadar ilerimizde, caddenin karşı tarafında özel bir kız yurdu vardı. İkinci katın balkonunda bizden tarafa bakan iki kıza laf olsun kabilinden “günaydın” anlamında el salladım. Hemen karşılık verdiler. İşaretleşmeye başladık. Kah işaretle, kah havaya, cama yazarak buluşma arzumuzu karşılıklı anlatmaya çalışıyorduk ki Ülkünün arkamda bizi izlediğini fark ettim. Hırsla camı kapattı, jaluzi perdeyi indirdi, hiç bir şey söylemeden hışımla çıkıp gitti. Ben yine mosmor, bir sandalyeye güçlükle oturabildim.  Odanın sahibi Faruk abinin “Günaydın İsmail. Hayırdır sabah, sabah benden bir isteyin mi var?” sözleriyle kendime geldim. “Günaydın abi.” deyip bir şey söylemeden odama geçtim.
Cumartesi günü kahvaltıdan sonra Turan’ı evden kovalayıp Ülküyü beklemeğe başladım.  Heyecan, endişe ve umut dolu bekleyişim akşam saatlerine kadar sürdü. Artık gelmeyeceğini anlamıştım. Bütün hayallerim suya düştü. Gelmeyişinin nedenleri arasında en mantıklı olanının, bir gün önceki yurtlu kızlar olduğuna hükmettim. Olayın böyle olmasının baş sorumlusu yine bendim. Akşamüzeri Turan geldi. Merakla beklediği sorularının yanıtı uydurduğum yalandı. Ülkünün geldiğini, birlikte çay, sigara içtiğimizi, sonra da gittiğini söyledim. Turan inanmadı, ama fazla da üstelemedi.
Ertesi hafta Ülkünün tavırları bir gün iyi, iki gün mesafeli olarak sürdü. Cumartesi günü Turanla evde genel bir temizlik yapmaya kalkışmıştık. Tam da işleri bitirip ortalığa çeki düzen veriyorduk ki kapı çalındı. Kapıyı açtım. Karşımda dünya güzeli, harikulade bir kadın gülümseyen zeytin gözlerle bana bakıyordu. Gelmesinden tümden umudumu kesmiş olduğum, sevdiğim kadın karşımdaydı. Bir kere daha şaşkınlıktan elim ayağıma dolaşmış durumda donup kaldım. “Her halde beni içeriye buyur etmeyeceksin, kendim gireyim bari.” diyerek içeri daldı. Turanla daha önce tanıştırmıştım. Arkadaşım saygılı bir biçimde “Hoş geldiniz,  evimize şeref verdiniz Ülkü hanım. Buyurun şöyle oturun.” diye yer gösterdi. Ben ancak toparlanıp “Hoş geldin.” diyebildim. Ülkü yerine oturdu, elindeki paketi bana uzatarak,” çayla birlikte yeriz diye aldım. Eviniz hayırlı olsun, güle, güle oturun.” dedi. Evi bir arkadaşımla birlikte tuttuğumu söylememiştim ona. Turanın da evde olmasından sanki biraz tedirgin olduğunu hissettim. Bunu Turanda hissetmiş olmalı ki bir arkadaşıyla buluşacağını söyleyerek özür dileyip bizi baş başa bıraktı.
Bir süre şundan, bundan konuştuktan sonra “Ben çay içmek istiyorum, mutfağı göster bana. Çay suyunu koyduktan sonra da evi gezdir. Arkadaşınla tuttuğunu bilmiyordum. Gelişimi farklı yorumlamaz umarım.” Birlikte çayı demledik, mutfaktan çıkıp odaları dolaştık. Benim odamı beğendiğini söyledi. Zaten ev iki oda, bir salondan ibaretti. İş yerine de, Kızılay’a da yakın olmasının ne kadar güzel olduğundan söz etti. Ben hep onu ne çok sevdiğimi nasıl söyleyeceğimi kuruyor, yapamadıkça da içimde fırtınalar esiyordu. Sonunda, kendi evimde ona ilanı aşk etmenin uygun olmayacağı, bunun bir fırsatçılık olacağı düşüncesi beynime adeta çöreklendi. Sonradan, davetkar olduğunu düşündüğüm, bakışlarına, tavırlarına karşılık veremedim. Getirdiği pasta ile çaylarımızı içtik, mutfakta bardaklarla birlikte birkaç bulaşığı da yıkadı. Bir süre daha oturduktan sonra ,”Fırsat bulursam yine gelirim.” diyerek çıkıp gitti. İki saati aşkın birlikteliğimizin sonunda bende kalan büyük bir hüsrandı.            
Turan eve döndüğünde ortalık kararmağa başlamıştı. Büyük bir merak ve heyecanla neler olduğunu sordu. Hiçbir şey olmadığını söylediğimde bana inanmadı. Bunun doğru olduğunu öğrenince yüzüme tükürüp tepinmeye başladı. “Sen nasıl bir erkeksin? Bu fırsat kaçırılır mı? O kadın hala nasıl olup ta seninle bu gadar ilgileniyo anlıyamıyom. Oğlum sen yoksa yumuşak filan mısın?” Daha bir sürü hakaretler dinledim. Bir yandan davranışımın doğru olduğunu, bir yandan da Turanın söylediklerini çoktan hak ettiğimi düşünüyordum.
Ülkü’nün haftanın ilk gününden başlayan mesafeli davranışları ona yakınlaşma arzumu frenliyordu. İkinci gün sabah, Kadri beyin henüz gelmemiş olduğu saatlerde, odama geldi. “Sana çok önemli bi şey söylemek istiyorum. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama söylemeliyim.  Bir uçuruma yuvarlanmama engel oldun. Bunu neden yaptın, nasıl yaptın bilmiyorum. Şu an artık bilmek de istemiyorum. Sana minnet borcum var. Biraz farklı davransaydın evliliğimi bitirip yuvamı dağıtmam işten bile değildi. Nasıl büyük bir yanlışın içinde olduğumu senin evden ayrıldıktan sonra fark ettim. Yaşadığım sürece dostun olarak kalmak istiyorum. Artık sen benim kardeşim ve en iyi dostumsun. N’olur bunu kabul et.”
Sonunda korktuğum başıma gelmişti. Ülkünün bana bakarken o gülümseyen güzel gözlerindeki parıltı farklı bir anlama bürünmüştü. Benimle konuşurken ki heyecanından eser yoktu.  Bütün hayallerim, umutlarım yerle bir olmuştu. Her şey bir anda yok olup gitmişti. Ne diyebilirdim ki.  

                                                          

                                                                      

7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder