13 Ağustos 2015 Perşembe

AŞKIN KANUNU

AŞKIN KANUNU


Aşka karşı durulmaz
O bir alev topudur
Kalplerde uzun kalmaz
Yakar geçer, kavurur


Asla bakmaz yaşına
Takar seni peşine
Taşlar yağsa başına
Dersin, “Yaz yağmurudur.”


Geçmez günler, haftalar
Seni çöllere sallar
Kaçar, gider uykular
Geceler kabus olur



Sevda düşerse başa
Baharın döner kışa
Sığınırsın ateşe
Aşkın kanunu budur

TEZKERE BEKLERKEN


   Tuzla yedek subay okulunda geçen altı aylık dönemin sonunda çektiğim kura sonucu Sivas Er Eğitim Tugayına Astm olarak 5. Grup Komutan Yardımcılığına atandım. O dönem, en çoğu Tuzla Piyade Okulundan olmak üzere değişik Yd.Sb. Okullarından Sivas kurası çekip gelenlerin sayısı yirmi'nin üzerindeydi. İlk gün ordu evinde kaldık. İkinci gün bizden önceki dönemlerde gelmiş olan Yd. Sb. Arkadaşlarımızın yardımıyla Tuzladan birlikte geldiğim iki arkadaşımla bir otelde oda kiraladık. Mart ayı sonları olmasına karşın havalar oldukça soğuktu. Otelimiz Sivas’ın kaloriferli tek oteliydi sanırım. Birliklere ve biz subay, as subaylara kışlık kıyafetler henüz dağıtılmadığından Temel tepe denen eğitim alanında, ilk birkaç gün, bir hayli üşüdüğümü anımsıyorum. 
  İkinci haftanın sonunda Bağlı olduğumuz 58. Tümenin komutanı Tüm General Behçet Özdemir paşa Sivas’a o dönem gelen Yd. Subayların şerefine Ordu Evi’nde bir parti hazırlanması emri vermiş. Cumartesi gecesi yapılacak olan bu partiye bütün as teğmenler mazeretsiz katılacaklar.  Ayrıca özel yeteneği olanlar sahnede kendini tanıtıp marifetlerini paşaya ve davetlilere sunacaklar. Emrin içeriği böyleydi. 
  Cumartesi akşamı, üniversite yıllarında çalmağa başladığım kemanımı da alarak, zaten otelime yakın olan Ordu Evi’ne damladım. Bizim gurubun içinde güzel piyano çalan bir arkadaş daha vardı; Ruben Çikvasvili. Tümen komutanımız kısa bir “Hoş Geldiniz.” Konuşması yaptı. Arkasından Ruben piyanonun başına geçip programına başladı. Çaldığı dans müziği eşliğinde subaylar eşleriyle, bayan arkadaşlarıyla bol, bol dans ettiler. Gecenin ilerleyen saatlerinde ben sahneye çağırıldım. Önce hazırladığım günün gözde şarkılarından birkaç şarkı çalıp okudum. Sonra arkası bir türlü gelmeyen istekler başladı. İki saate yakın sahnede alıkoydular. Ancak sahneden indiğimde eğlence sona erdi. Ordu Evinden ayrılmak üzereyken bir haber geldi. Tümen komutanı beni özel odasında bekliyormuş. Elimde kemanımla koridorları geçip komutanın özel mekânını buldum. Burası bir bar gibi düzenlenmiş, loş ışıkların yarı aydınlığında, bir tarafta yüksek döner sandalyelerin, diğer yanda rahat maroken koltukların bulunduğu bir mekândı. Paşa bu koltuklardan birinde, sivil giysilerle oturuyordu. Diğer koltuklarda birkaç üst rütbeli komutan ve eşleri olduğunu düşündüğüm üç bayan, bir de Ruben vardı. Barda da iki görevli asker paşadan gelecek bir emir için gözlerini dört açmış duruyorlardı.  Bir asker selamı çakıp, “Emrinizdeyim komutanım .” dedim.  “Gece başkaları için bitti ama bizimki yeni başlıyor. Sabaha kadar içip eğleneceğiz. Otur şöyle yanıma. ” dedi. Bar görevlisine, “Asteğmene viski getir.”  Ben içki içemiyordum ama içiyormuş gibi sesimi çıkarmadım.  Sabahın ilk ışıklarına kadar kâh banttan, kâh canlı olarak şarkılar söylendi, dans edilip eğlenildi. Komutanın emriyle eğlence sona erdi.  Dağılmadan önce Paşa Ruben’le bana dönerek “Size haber saldığımda işinizi, gücünüzü bırakıp bana geleceksiniz, anlaşıldı mı çocuklar?” diye tembihte bulundu.
  O günden sonra Ordu Evindeki hafta sonu eğlencelerinin vazgeçilmez solisti olmuştum. Bir ay kadar sonra bir gün Paşamızın beni istediği haberini aldım. Eğitim kıyafetimi değiştirip Ordu Evine yollandım. Komutanın odasına girdiğimde Tugay Komutanı tuğ general ve iki albay vardı komutanın yanında. Beni görünce “Hoş geldin asteğmen. Şimdi beni dinle; Yarın tümene bağlı birlikleri teftişe çıkacağım. Bu teftişte Tokat ve Amasya var. Sende benimle geliyorsun. Kemanını almayı unutma. En az bir hafta oralardayız. Hazırlığını ona göre yap. Öğrendiğime göre otelde kalıyormuşsun. Sabah sekizde bir cip gelip seni alacak. Haydi, git şimdi hazırlan.” Oldukça heyecanlanmıştım. “Emredersini Komutanım.” Bir topuk selamı çakıp çıktım.
  Bana verilen cipte sürücü er ve ben vardım. Çanakkaleli olduğunu öğrendiğim erle sohbet ederek ve Paşanın ardındaki üçüncü araç olarak Tokat’a vardık. Ordu evine indiğimizde komutanı bir gurup üst düzey subay ve eşleri karşıladı. Hoş, beşten sonra komutanım albay rütbeli bir subaya beni tanıtarak; “Asteğmeni rahat ettirin.” dedi. Bir yüzbaşı önüme düşüp beni ordu evinin en güzel manzaralı bir odasına kadar götürdü ve bir isteğim olduğunda gösterdiği zile basmamın yeterli olacağını söyleyip ayrıldı.
  Komutanımız mesai dışında içip eğlenmeyi seven biriydi. Tokat’a perşembe günü varmıştık. Bana bu şehirde istediğim gibi gezip tozabileceğim söylendi. İstersem, şehri gezdirmeğe yanıma bir er de verebileceklerini bildirdi yüzbaşı. Ben istemediğimi söyledim. İki gün boyunca, zaten küçük bir kent olan, Tokat’ın gezip görmediğim yeri kalmadı.
  Cumartesi akşamı Tokat Ordu Evinde Paşanın şerefine balo düzenlenmişti. Ben yine bir saate yakın bir program yaptım. İzleyicilerden aldığım alkışlar ve arkasından gelen ardı arkası kesilmeyen istekler bana inanılmaz bir haz veriyor, sahnede coştukça coşuyordum. Albayı, yarbayı bütün subaylar bana güler yüzle yaklaşıyor, iltifatlar ediyorlardı. Programım sonrası gözüme kestirdiğim güzel bir kızla bol, bol dans ettim.
  Tokattan sonra Salı günü Amasya’ya geçtik. Orada da Çarşamba günü balo verdiler. Paşanın uyarısı ile yine el üstünde tutuldum. Balo akşamı yine yaptığım programın çok beğenildiğini alkışlarla iki kez sahneye yeniden çağırılışımdan ve gelen istek şarkılarından anlamıştım.  Kendimi ünlü bir ses ve saz sanatçısı gibi hissediyordum. Bana göre dünyanın en güzel mesleği bu olmalı. Hem insanları eğlendirip mutlu ediyorsun, hem de çok mutlu oluyorsun. Çok paralı bir meslek olması da cabası.
 Hafta sonu Sivas’a döndük. Pazartesi birliğime gittiğimde mesai başlar başlamaz tabur komutanımızın beni istediğini haber verdiler. Hemen odasına koştum. Yanında bizim 5. gurup komutanı Ergin üst teğmenin de bulunduğu bin başı bana bir hışımla demediğini bırakmadı. Neden haber bile vermeden çekip gitmişim? Kendisi orada korkuluk muymuş? Askerliği oyun mu sanıyor muşum? vb. Dilimin döndüğü kadar olanı biteni anlatsam da sinirleri yatışmadı. Beni “Yıkıl karşımdan. Gözüm görmesin seni.” diyerek kovdu. Daha sonra komutanın yaveri olayı binbaşıya anlatmış sözde.  Beni tekrar çağırıp bir daha böyle bir durum olursa mutlaka önce kendisine durumu bildirerek izin almam gerektiğini, aksi halde başımın belaya gireceğini söyledi.
  O günden sonra benim gece nöbetlerim iki kat arttı. Zahmetli ve sıkıntılı işler hep bana verilmeğe başladı. Önemli biri olduğumu, askerliğimin son derece eğlenceli ve zevkli geçeceğini hayal ederken bu sıkıntılı durumlar moralimi hayli bozdu. Önümdeki hafta sonlarının hayali ve keyfi ile sırtıma dağları yükleseler altından kalkarım gibi geliyordu bana. Bu yüzden fazla gece nöbetlerinden, her zaman şehirden den en az 5 derece daha soğuk olan Temel Tepedeki acemi eğitiminin bütün gün üstüme yıkılmasından, atış eğitimlerinin tek sorumlusu olmaktan uzun süre yakınmadım. En geç iki ayda bir Paşa haber salıyor, denetim amaçlı gezilerinde yanında olmamı istiyordu. Böyle gezilerin sonunda bana yapılan haksızlıkların dozu daha da artıyordu. Zaman, zaman olmadık yerde ve zamanda aşağılandığımı hissediyordum. Bu haksızlıklardan, hukuksuzluklardan generale söz etmeyi askerliğe de, erkekliğe de sığdıramıyordum.
  Bir Salı günü alay komutanımızın beni istediği haberi verildi. Kurmay albay olan bu komutan Generalle birlikte bütün denetleme gezilerine katılıyordu. Bu nedenle beni iyi tanıyordu. Makamına çıktığımda, iki gün sonra ordu evinde yapılacak kızının nişan töreninde çalıp, söylememi istiyordu. “Bundan, büyük mutluluk ve onur duyarım komutanım.” dedim.  Sonraki konuşmalarımızda kışlada hayatımın nasıl geçtiğini, bir sıkıntımın olup olmadığını sordu. Ben de olup bitenlerden bir kısmını anlattım kendisine.
 On gün kadar sonra Tabur komutanı da, gurup komutanı da değişti. Yeni atanan binbaşı ve üsteğmenin beni ezmek gibi bir düşünce ve niyetlerinin olmadığı birkaç gün içinde belli oldu. Tam tamına 8 ay daha krallar gibi sürdü askerlik yaşamım. Bu arada Gazi eğitimin beden eğitimi bölümünde okuyan Sivas’ın yerlisi bir kız arkadaşım da oldu. Sivas’ta olduğu zamanlar hafta sonları onu ordu evine çağırıyordum. Ruben’in de içinde yer aldığı ordu evi orkestrasının çaldığı müziğin eşliğinde bol, bol dans ediyorduk. Askerliğimin böyle olağanüstü güzel geçebileceğini hiç düşünmemiştim. Burada her şeye sahiptim. Tezkere bırakarak orduda kalmayı bile sıkça aklımdan geçirir olmuştum.
Yaz ortalarıydı sanırım. Bir sabah servis otobüsünde Tümen Komutanımızın çok yakında Sivas’tan gideceği haberi duyuruldu. Söylendiğine göre Komutan korgeneralliğe yükseltilerek, Adana’da yeni kurulan bir kolordunun komutanlığına atanmıştı. Bu haberi veren İkinci Grup Komutanı Reşat Üsteğmendi. Babası, Genel Kurmay Başkanlığında görevli, bir generaldi. Bu yüzden haberin bir balon olma olasılığı sıfırdı. Sivas’a gelişimizin altıncı ayında Teğmenliğe yükselmiştik. Bir yıl sürecek olan teğmenliğimizin sonunda iki yıllık zorunlu askerlik hizmeti sona erecekti. Bu arada on gün kadar önce, Reşat üsteğmenin Tugay içinde bir başka göreve atanması sonucu, 2. Grup Komutan vekilliğine atanmıştım. Tümen Komutanımızın ayrılmasına çok üzülsem de görevimi eksiksiz yapma kararlılığı ile fazla bir endişe duymayacaktım.  Toru topu dört ayım kalmıştı terhise.
Reşat üsteğmenden Grubu devralırken, bir devir teslimde olması gereken resmi tutanakların hiç birini yapmadık. Onun boşalttığı Grup Komutanlığı odasına geçip oturdum. Zaten istesem de bir resmi devir teslim olanaksızdı. Çünkü Üsteğmeni bir daha terhisime kadar göremedim. Grubun Kayılarında yüzlerce kalem mal görünüyordu. Tabanca, tüfek, mermi, roketatar, çeşitli askeri araçlar, yatakhane, yemekhane malzemesi vb. şey vardı. Bunların bir tekini bile görüp teslim almamıştım. Bu arada başka görevlere atanmış olan eski tabur komutanı ve 4. Grup komutanı yeniden eski görevlerine döndüler.
Benim için, öncekinden daha beter, katlanılması çok zor bir yaşam yeniden başladı. Artık Ordu Evindeki cumartesi eğlenceleri ben olmadan yaşanıyordu. Çünkü her cumartesi akşam altıdan sabah altıya kışlada nöbetçiydim. Arkadaşlara haftada bir gelen nöbet sırası benim için haftada dört gün olmuştu. Taburdaki ‘Grup’lar -Bölük- karşıtıydı. Acemi erlerin dört aylık temel eğitimini yaptırıyorduk. Tabur komutanı her sabah arazide Grupların eğitimini denetliyordu. Diğer Grup Komutanları çoğu kez eğitimi As Subaylara bırakıyor, kendileri Grubun yanına bile uğramıyorlardı. Başka bir işim nedeniyle iki kez araziye çıkamadım oldu. Karşılığında o haftaki nöbetlerim yedi güne çıkarıldı. Eğitimden dönünce yorgun argın, er öğretmen sınıflarından bir sınıfın dört saatlik dersi bana yüklendi. Hâlbuki derse giren subayların tek görevi bu dört saatlik dersten ibaretti. Bir sorun çıkmaması için var gücümle bana verilen her görevi en iyi şekilde yapmağa çalışıyordum. Ne yaparlarsa yapsınlar, terhisime kadar dayanmağa karar verdim.
Askerliğimin bitmesine üç hafta kala komutanı olduğum 2. Gruba 5. Grubun komutanı, benim de eski komutanım olan üsteğmen atandı. Bir hafta içinde Grubun Devir-Teslimini halledip, kullanmadığım 15 günlük son iznimi alarak askerliğe veda edeceğim. İyi, kötü, acı ve tatlı anılarla dolu 24 aylık serüven bir hafta sonra sona erecek.
Pazartesi sabahı 2. Grubun deposunu açtırıp sayım ve devir için üsteğmeni beklemeğe başladım. İki saat kadar sonra gelip, deponun ortasına koydurttuğum masanın yanında ki sandalyeye kuruldu. Depo çavuşu ve iki erin yardımıyla sayıma başladık. Çavuş ve erlerin ellerindeki listeden bakıp getirdiği her malzemeyi evire çevire inceliyordu üsteğmen. Beğenmediği malzemeyi ayırıyor, “Bunu teslim almıyorum, yenisi gelecek.”  Deyip ayırıyordu. Örneğin b,r mataranın ağzının yamulmuş olması, bir sırt çantasının bir yanının sökük olması, bir kürek ya da kazmanın sapının kırık olması, bir tüfeğin kabzasının çatlamış olması, onları teslim almaması için yeterli bir neden di. O günkü sayım ve teslim sonucu en az elli kalem malzeme üzerimde kaldı. Ona göre bunları tugay komutanlığına, her birisi için ayrı tutanak tutarak, götürmem ve ana depo komutanlığına yine bir protokol ile teslim etmem gerekiyordu. Onlar gerekli incelemeleri yaptıktan sonra varsa yenilerini verecekler, kullanılamaz olanları kayıtlardan düşecekler, ana depoda bulunmayanlar için de Genel Kurmaya yazı yazacaklar. Ancak bu eksikler tamamlandıktan sonra bu malzeme zimmetimden silinecek. Yani bir bakıma ölme eşeğim ölme…
Sonraki günlerdeki sayımlarda daha ilginç ve beni çok bunaltan, endişelendiren durumlarla karşılaştım. Üsteğmen beni bir sabır sınavına çekiyordu sanki. Zaman, zaman isyan etmenin eşiğine geldim. Askerlik gereği bir üst rütbeye göstermem gereken saygımı yitirmemeğe çok çabaladım.  Ben Grubu devralırken hiçbir şeyi saymamış, depoda var mı, yok mu bakmamıştım. Listede Bir adet Askeri Kamyon (Reo), bir adet Ambulans, iki adet Cip yazılıydı. Orada bulunduğum süre içinde bunların hiç birisini görmemiştim. Üsteğmen benden bunları da istiyordu. İki sandık talim mermisi, kırığı, bozuğu da ortalarda olmayan on adet kadar tüfek, roket atar gibi hiç bulunamayan malzemeleri saymıyorum.  On beş günlük son iznimi kullanma fırsatımın kalmadığını düşünüyordum. Üsteğmenin ifadesine göre; ordu malını çalmaktan aylarca, yıllarca hapse konulmak ta vardı işin sonunda. “Bu olabilir mi? Böyle bir şey olursa ben ne ederim?” Birkaç gece gözüme uyku girmedi. Sonunda aklıma Grubu devraldığım Reşat üsteğmene başvurmak geldi.
Üsteğmen, Sivas’ın Kabak Yazı denilen mevkiindeki bir başka taburda görev yapıyordu. Asker selamı verip hazırol’da kaldım. O bildik kalender, kendine güvenen tavrıyla, gülümseyerek karşıladı beni. “Askerliği bitirdin demek. Gidiyorsun artık, ne mutlu sana. Vedalaşmadan gitmemiş olman beni mutlu etti.” Diyerek elimi sıkıp yer gösterdi, emir erine seslenip iki çay söyledi. Vakit kaybetmeden konuya girdim. “Biliyorsunuz komutanım, Grubu sizden devir alırken listelere bile bakmadım.” Diye başlayıp olan biten her şeyi bir, bir anlattım ve yardımını istedim. Oldukça inandırıcı, ciddi bir tavırla: “Başına gelenlerden haberim var. Benim sana bir yardımım dokunacağını sanmıyorum. Bu durumda askerliğin bile yanar. Ama bu olaydan esaslı bir ders almış olacaksın. Bu da az şey değil. Babanın oğlu da olsa güven üzerine iş kurma. İşini sağlam yap. Ben senin neyin oluyorum da hiç bir şeyi saymadan kos koca birliğin her şeyini teslim alıyorsun a avanak teğmen, söyler misin?”
Duyduklarım karşısında mosmor olduğumu hissettim. Kanım damarlarımda dondu adeta. Başım döndü, gözlerim karardı. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Üsteğmen durumumu fark etmiş olmalı ki bir kahkaha patlattı. “İlahi teğmen, seni bu kadar korkutacağımı hiç düşünmemiştim. Bayağı ödlekmişsin be oğlum. Korkma, şaka’ydı söylediklerim.”
 Bu açıklamaya rağmen bir süre kendime gelemedim. Kalbim sağlam olmasa kesin bir kriz geçirir, belki de bu dünyadan göçerdim. “Böyle şaka olmaz olsun.” diye geçirdim içimden.
“Bak şimdi: git bana bir şişe viski getir, gerisine karışma. O üsteğmen ne istiyorsa, nasıl istiyorsa öyle yapsın. Ben hepsini hallederim. Sen korkma, işine bak.” dedi. Ben bir kere daha şaşkındım. Bu sorun gerçekten bu kadar kolay çözülebilecek miydi? Teşekkür ettim, selam verip ayrıldım.
Devir teslim işi Perşembe akşamı bitti. Tutanaklar itirazsız imzalandı. Reşat Üsteğmenin sözüne güvenilir biri olduğunu az çok biliyordum ama bu kadar etkili olacağını düşünmemiştim. Viski borcumu ödesem de minnet borcumu hiçbir şekilde ödeyemezdim. Yarın, Pazartesinden başlamak üzere 15 günlük iznimi alarak askerliğe veda edecektim. O an yer yüzünde benden mutlu kimse yoktu her halde.
Cuma günü sabah arkadaşlar görevleri başına gitmeden yerlerinde ziyaret ederek birer, birer  vedalaştım. Grup komutanlığı odasına gelip kişisel eşyalarımı topladım. Çay söyledim kendime, bir de sigara yakarak son defa kurulduğum koltukta değişik hayallere dalıp gitmişim.  
Kapının bilmem kaçıncı tıklanması ile hayal dünyamdan sıyrıldım. İçeri giren Grubun posta onbaşısıydı. Selam çaktıktan sonra elindeki sarı zarfı bana uzatarak; “ Bu yazı size gönderilmiş komutanım.” dedi. Zarfı sevinçle aldım. “Peki, teşekkür ederim. Çıkabilirsin.” Deyip zarfı heyecanla açmağa davrandım. Nihayet izin belgem ve tezkere yazım gelmişti. Önce Yozgat'a babamlara uğrayacak, birkaç gün kaldıktan sonra Ankara’ya geçecektim. Ankara otobüslerinde yer bulmak sorun olmuyordu nasılsa. Zarfın içinden çıkardığım dörde katlanmış kâğıdı açtım. Kâğıtta aynen şöyle deniliyordu:
 Sayın pyd. Teğmen İsmail İlhan, 2. Grup Komutan V.  Temel tepe , Sivas                                    
Disiplinsiz davranışlarınız ve üstlerinize karşı göstermiş olduğunuz itaatsizlikler nedeniyle     Askeri Disiplin yönetmeliğinin …  maddesi uyarınca 15 (on beş) gün kışlanızda hücre hapsiyle cezalandırılmış bulunuyorsunuz. Kararın titizlikle yerine getirilmesi gereği ilgili mercilere iletilmiştir. Bilgileri. –
Tugay Komutanı Tuğ General  E.K.
İmza                                                                  

7 Ağustos 2015 Cuma

ANALİZ 2

27 Mayıs 1960 ihtilalinde Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik bölümü 1. Sınıf öğrencisiydim. İhtilalin coşkusuyla sınavlarımız hayli kolay ve sınav görevlilerinin belli ölçüde toleransı ile oldukça kolay geçti. İkinci dönem, o günün hükumetine karşı üniversite gençliğinin mücadelesi içinde olduğumdan pek çok öğrenci gibi sınavlara pek de hazırlıklı girmemiştim. Birinci sınıfın en önemli dersi olan Genel Matematik dersinin sınavını Kimya bölümündeki arkadaşlarımın yardımları ile geçtim. Böylece o hengâmede alttan takıntı bırakmadan ikinci sınıf öğrencisi olmuştum. En büyük sorunum babamın bana gönderebildiği parayla üniversite eğitimimi nasıl sürdürebileceğimdi. En ucuz bir yurtta kalıyor, öyleleri yemeğimi, ihtiyaçlı öğrencilere, az da olsa, sağlanan yardımla fakültede yiyor, akşamları ise ya kendim bir şeyler hazırlıyor, ya da yurdun yakınındaki ucuz bir lokantada bir tabak kuru, ıspanak veya bir kâse çorba ile geçiştiriyordum. Yol ve kitap, defter parsını da çıkınca bana ayda bir de olsa sinemaya gidecek para kalmıyordu. Kesinlikle ya bir burs, ya da part time bir iş bulmam kaçınılmazdı.
İkinci senenin başında bir sınavın sonucu olarak, parası oldukça iyi bir işe girmeyi başardım. Dikimevinde yeni yapılan Site Talebe Yurdu’ na taşındım. Önceki kaldığım yurda göre burası çok güzel ve konforluydu. İş yerimde kısa sürede müdürümün gözüne girerek okulda haftada iki gün, ikişer saat yapılan uygulama dersine gidebilme iznini elde ettim. Diğer derslerdeki yoklama sorununu arkadaşlar bir şekilde çözümlüyorlardı. Benim sınıfımdan, aynı yurtta, aynı koridorda kalan can bir arkadaşım vardı; Kemal. Okulda o gün önemli bir konu işlenmişse bana haber verirdi. Yemekten sonra notlarımızla birlikte çalışma salonuna geçerdik; Bol bol çay ve sigara eşliğinde o günkü konuyu bana öğretmeğe çalışırdı. Ben de onu bazı akşamları sinemaya ya da yemeğe götürerek altta kalmamağa çalışıyordum.
İkinci senenin de sonu gelmiş, final sınavları başlamıştı. Girdiğim iki sınavım iyi gitti. Moralim oldukça yükselmiş, çalışarak babama, eve asla yük olmadan okulu bitirebileceğim kanısı iyice güçlenmişti. Üçüncü sınavımız ‘Analiz 2’ isimli, oldukça zor bir dersin sınavıydı. Bu sınava hazırlanamamıştım ama, geçemesem de boş kâğıt vermeyecek kadar bir şeyler yazabileceğimi düşünüyordum. Sabah okula vardığımda sınavın sözlü olduğunu öğrendim. Genelde sözlü sınavlarda daha az başarılı olan biri olarak girmemeğe karar verdim. Bunu orada ki arkadaşlara da söyledim. Onlar bu kararıma şiddetle karşı çıktılar. Ne olursa olsun girmem gerektiğini, şansım yaver gidip bildiğim sorular çıkarsa sınavı geçebileceğimi söyleyerek kararımdan caydırdılar. Sıram geldiğinde moral bulmuş olarak içeri girdim. İçerde, dersin hocası Prof. Dr. Berki Yurtsever,  bölümde doçent olan bir hoca ve bir Dr. Asistandan oluşmuş üç kişilik jüri ile sınavı devam eden bir arkadaş vardı. Hocaları selamlayıp arkaya geçip oturdum, sıramı beklemeye başladım. Arkadaşın yanıtlamağa çalıştığı, tahtaya yazılı soru bana Fransız geldi. Öncesini bilemem ama arkadaşımın tahtadaki soruyu yapamadığı açıktı. Berki, güz dönemi sınavına daha iyi hazırlanıp gelmesini söyleyerek arkadaşa çıkmasını işaret etti. Jürinin tavrından olumsuz etkilenmiştim. O ana kadar var olan az buçuk kendime güvenim de sıfırlanmıştı adeta. Bölümde dilden dile dolaşan bir söylemden zaten olumsuz etkilenmemek olanaksızdı: “Berki’den geçen diplomayı elinde bilsin.”  
Berki önündeki listeden adımı okuyup tahtaya geçmemi buyurdu. Ses tonu hiç te dostça gelmedi bana. Önündeki kitabın sayfalarını bir süre karıştırdıktan sonra bir sayfada durdu, sayfa arasına cetvelini yerleştirdi, sorusunu sordu. Yanıtlayabileceğim bir soru değildi. Bir süre beklemedikten sonra ikinci soruyu sordu, yanıtım yine soruya boş gözlerle bakmaktan öte geçmedi. Düştüğüm durumun vahametinden nutkum iyice durdu, hiç bir şey düşünemez oldum. Üçüncü, dördüncü sorularda da durum pek farklı gelişmedi. Berki her zaman olduğundan daha da kızıl bir suratla bana döndü: “ Sen bu okula neden geldin? Ve hangi yüzle karşıma çıkıyorsun, söyler misin bana? Sen asla seçmemen gereken bir okulu ve o okulun bir bölümünü seçmişsin delikanlı. Beni dinle, buradan çıkar çıkmaz doğru öğrenci işlerine git kaydını al ve okuyabileceğin bir okula yaptır kaydını. Ben burada oldukça sen bu fakülteyi bitiremezsin. Beni iyi anladın mı? Haydi defol şimdi.”
Büyük bir bozguna uğramış ve mosmor olmuş vaziyette dışarı çıktım. Kapı önünde bekleşen arkadaşların, suratımı görünce, yüzlerindeki gülümsemeleri yok oluvermişti. Girmem için adeta beni içeriye itekleyen yurt arkadaşım Sami Taşkın’a ve askeri öğrenci olan Kadir Karacan’a içten saygılarımı sunarak hemen oradan ayrıldım. Moral bozukluğu ile rahatlıkla geçebileceğin, daha sonraki iki sınava girmedim.
Başıma gelenleri öğrenen arkadaşlar her fırsatta beni teselli etmeye çalışıyorlardı. Daha çok ta Berkin’in sözlü sınavı çok seyrek yaptığını, yazılı sınavlarda da beni tanımayacağını, çalışıp rahatlıkla başaracağımı söylüyorlardı. Benim de tek umudum buydu zaten. Bu kadar öğrencinin içinde beni mimleyeceğini düşünmek istemiyordum. Bir sonraki sınava hazırlanarak girersem şansım olabilirdi. “Koskoca bir Prof. Un sıradan bir öğrenci parçasına deve kini güdecek hali yoktu ya! Hoca dediğin öğrencisini kazanmağa çabalar, kaybetmeğe değil. Hak eden öğrencinin hakkını gasp etmez, korur. Öğrencisinin hak, hukuk, adalet algılarını paspas yapıp ayaklar altına almaz.” Kafamda dolaşan düşünceler bunlar ve benzerleriydi. Bu konu açıldığında arkadaşlarımın da benim duygu ve düşüncelerimi paylaştıklarını görüyor, umutlanıyordum.
Zaman su gibi aktı, güz sınavları başladı. Önümde beş dersin sınavı vardı. Analiz 2 dördüncü sınavdı ve yazılı olacaktı. Geçme kararlılığı ile Analiz 2 ile birlikte üç sınava kilitlenmiştim. Diğer ikisi seneye kalabilirdi. Berki’nin dersinden önce girdiğim üç sınavın ikisi iyi geçti. Analiz 2 sınavında da soruları, bana göre, geçebileceğim düzeyde yanıtladım. Arkadaşlarım her fırsatta “Bak göreceksin, Berki olayı çoktan unutmuştur. Korkuların boşuna.” Diyerek yüreğime su serpmekten geri durmuyorlardı. Büyük bir merak, heyecan ve korku ile sonuçları beklemeğe başladım. 
Listelerin asıldığı haberi üzerine müdürümden izin alıp fakültenin yolunu tuttum. 
Berki sınav sonuçlarını odasının da bulunduğu birinci katın panosuna astırırdı. Merdivenleri bir solukta çıktım. Hem oldukça yüksek olan birinci kat merdivenlerini koşarak çıkmamdan, hem de heyecanımdan nefesim daralmıştı. O dönemlerde sınav sonuçları rakam olarak değil, GEÇMEZ, ORTA, İYİ ve PEKİYİ diye listeleniyordu.  Diğer bazı derslerin sınav sonuçlarının da aralarında olduğu listelerin içinden -Analiz 2- listesini buldum. İsmimin karşısında –GEÇMEZ- yazıyordu. Sınavda bütün soruların doğru çözümlerini yazamadığım için geçememiş olman bana çok koymadı sanırım. Yani geçemediğime çok üzülmedim, endişem ve korkum hocanın beni hatırlayıp bana söylediklerinin gereğini yapmış olmasıydı. Eğer öyleyse !….
İki dersten takıntılı olarak üçüncü sınıfa geçtim. Senenin sonunda dördü üçüncü sınıfın olmak üzere önümde altı sınavım vardı. -Analiz 2- başta olmak üzere dört dersin sınavına hazırlandım. Berki’nin sınavı yine dördüncü sıradaydı. Girdiğim üç sınavımda iyi geçmişti bana göre. Analiz 2 sınavına moralim yüksek olarak girdim. Yazdığım sınav kâğıdına ve hesaplamalarıma göre en az on üzerinden sekiz almalıydım. Sonuçlar birer, ikişer gün ara ile panoya asılıyordu. Önce girdiğim üç dersin, biri alttan olan, ikisini geçtim. Büyük bir korku ve heyecanla Berki’nin listesini bekliyordum. Sonunda o da asıldı. Adımın karşısında yine -GEÇMEZ- yazılıydı. Dizlerimin bağı boşandı sanki. Berki’nin beni unutmadığından neredeyse emindim artık.
Üçüncü senenin güz dönemi sınavlarında iki dersten daha geçtim. Soruların tümünü çözmüş olmama karşın asılan listede yine adımın karşısındaki -GEÇMEZ- kelimesi sabitlenmişti sanki. Böylece Analiz 2 sınavına dördüncü girişim de hüsranla bitti. Bir dersten sekiz sınav hakkımız vardı. Bu kadar hakta başaramazsan fakülteden kaydın siliniyordu. Hocanın bana takmış olduğu konusunda kuşkum kalmamıştı artık. Bütün sorulara eksiksiz yanıtlar verecek tarzda hazırlanma kararlılığıyla bir sonraki sınavı beklemekten başka çarem yoktu.
O zamanlar, sınavda aldığınız nota itiraz etmek diye bir hak, bir kavram yoktu. Hocaların kararı mutlaktı. Eğer bir konudan sana takmışsa ağzınla kuş tutsan nafileydi. Odasına gidip hak aramak daha da olumsuz tepkiler doğurabilirdi. Belki bütün hocalar böyle değildi, bilmiyorum. Ama Berki Yurtseverin böyle olduğunu herkes biliyordu. Özellikle Prof.lerin odalarına girilemezdi. Onlar fildişi kulelerde ki krallar gibi algılanırdı. Şimdi olduğu gibi idare mahkemeleri filan da yoktu itirazı değerlendirecek. Hocanın kararı yasa sayılıyordu.
Yılda iki kez girdiğim ve pekiyi’lik kâğıtlar vermeme karşın geçmez notu aldığım -Analiz 2- sınavlarının sekizincisi yani sonuncusu ile karşı karşıyaydım. Çok iyi sınav kâğıtları vererek dersi geçemeyeceğimi kesin olarak biliyordum artık. Üniversite hayallerimin sonuna gelmiştim. Korkunç rüyalardan sıçrayarak uyanıyor, bu duruma düşürenlere lanetler yağdırıyordum.  Çaresizlik içinde bıçak darbesini yemiş kurbanlık bir hayvan gibi kıvranıyordum.  Yedinci sınav sonuçlarını öğrendikten sonra, daha önce de aklımdan birkaç kez gelip geçmiş olan bir düşünce kafamın içinde çöreklenmeye başladı: Matematik bölümü öğrencilerini, fakülteyi hatta insanlığı Berki denen bu beladan ebediyen kurtarmak. Bunun için gerekli parayı bulabileceğimi düşünüyordum. Sekizinci -Analiz 2- sınavıma dört ay kadar zaman vardı. Bu süre içinde işi bitirmeliydim. Berki’yi yok etme işini kendim yapmam olanaksızdı. Böyle bir şey aklımdan bile geçirmiyordum. Kiralık katil bulmaktı aklımdan geçen. Kimselere duyurmadan bunu nasıl başarabileceğimi günlerce, haftalarca düşündüm. Sonunda, efkâr dağıtmak için gittiğim bir gece mekânında tesadüfen tanışıp ahbaplık kurduğum ve içkinin etkisiyle bütün duygu ve düşüncelerimi kendisine anlattığım, derdime yürekten üzülüp bana acıyan birisi beni ümitlendirdi: Kulağıma bir isim ve adres fısıldadı.
Adres, kiralayacağım şahsın Ankara’nın ücra bir semtinde oturduğunu gösteriyordu. O semte nereden ve nasıl gidildiğini öğrenip hafta sonu belediye otobüsü ile yola düştüm. Adresteki evi elimle koymuş gibi buldum. Kapıyı çaldım. Kapıyı açan atmışlı yaşlarda görünen bir teyzeydi. Adamın ismini, sonuna bey ekleyerek söyleyip görüşmek istediğimi nazikçe ifade ettim. Teyze; “Sen benim damadımı soruyon yavrım. O Ankara dışında bi yerde. Ne zaman geleceğeni Allahtan başka kimseler bilemez. Sen efendi bi çocuğa benziyon, damadımla nasıl bi işin olabilir ki? İlle de gorüşmek isdiyosan arada bi gelip yoklayacağan.” diyerek, kapıyı arkadan kapatıp yok oldu. İçimde, adamı bulamamış olmaktan mutlu olmuşum gibi bir his vardı sanki. Duruma üzülmediğim gibi rahatlamıştım adeta. Yarım saat kadar sonra gelen bir başka otobüsle yurda döndüm. Yolda boyunca bu çözümün bir çıkar yol olup olmadığını kendimle tartıştım. Sonuçta, başka bir çözüm olmadığına inanarak, adamın Ankara’ya dönüşünü beklemeye karar verdim.
Fakültede beşinci yılımı da doldurmuştum. Analiz 2 ile beraber istediğim an sınavını verebileceğim önemsiz bir dersim kalmıştı. Okuldan atılırsam Genel Matematik Sertifikası alma hakkım olduğunu, bu sertifika ile ilkokul öğretmeni olabileceğimi söylüyorlardı. Hiç yoktan iyi bir kazanım. Berki’den ebediyen kurtulma planımdan kimseye söz etmiyordum. Eğer başarırsam ölünceye kadar bu sırla yaşamak zorunda kalacaktım. Sonuç farklı olup planım ortaya çıkarsa ya da kiralık katil yakalanır da öterse her şey bitecekti benim için. Geceler boyu uyuyamıyordum. Uyuyabildiğim anlarda rüyadan çok kâbuslar görüyordum. İş yerinde müdürüm halimi, hiç beğenmediğini söylüyor yardımcı olmak istiyordu. İçimden hocayla konuşmasının bir yararı olup olmayacağı düşüncesi geçmiyor değildi aslında, ama bunun da ters tepeceğine inancım kesindi. Biliyor musunuz, çaresizlik insanlara her şeyi yaptırabilir. Ben tam da bu noktadaydım.
Bir perşembe akşamı, yurdun hoparlöründen, askeri öğrenci olan arkadaşım Kadir’in geldiği, beni şu an kantinde beklediği anons edildi. İsteksizce kalkıp gittim. Beni görür görmez ayağa kalkıp, gülerek “ müjdemi isterim. Öyle eften, püften de istemem. Esaslı bir müjde isterim.” Diyerek boynuma sarıldı.
-Ne müjdesi, neymiş hele vereceğin müjde önce onu söyle. Gerçekten müjdeyi hak eden bir haberse üstüme düşeni yaparım, bilirsin.
-Sana öyle bir haber vereceğem ki sevincinden Ankara’ya bile sığmıyacağan. Sıkı dur şimdi. Bomba haberim geliyor. Berki Almanya’ya gidiyo.
-Ne var bunda müjde olacak, herkes bi yerlere gider, gelir. Berki bundan böyle Almanya’ya yerleşecekmiş demeyeceksin her halde. 
-Hayır, öyle değil; elbette Almanya’ya yerleşecek demiyom. Tam tamına altı ay gidiyomuş. Bilmem ne üniversitesinde araşdırma yapacağımış. Yani senin sınavında burda olamıyacak. Anladın mı şimdi haberimin değerini?
Kalp atışlarımın iki katına fırladığını duyumsadım. Bu gerçek olabilir miydi? Ama Kadir bana böyle bir eşek şakası bu güne kadar yapmamıştı. Eğer bu bir şakaysa çok zalimceydi. Böyle ise onu asla bağışlamayacağımı Kadirin de çok iyi bilmesi gerekirdi. Bir an ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi, nasıl davranacağımı kestiremedim. Kendimi bir boşlukta gibi hissettim. Kadirin, “Ağlama, biliyom sevinçden ağlıyon amma gene de burada ayıp oluyo. Hadi isdersen senin odaya geçelim. Ağlarsan da orda ağla.” Demesiyle ağlamakta olduğumun farkına vardım.
Kadirin haberi gerçekti. Berki altı aylığına Almanya’ya gidiyordu. Bürosunun bulunduğu kattaki panoya, bölümdeki tüm çalışanlara hitaben kısa bir  -Allaha ısmarladık- mesajı yazarak imzalayıp asmıştı. Bu mesajı da gördükten sonra kuşkum kalmadı. Demek sahiden –Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez- atasözü gerçekmiş. Bu, Tanrının bir mucizesi idi kanımca. Elimi kana bulamama ramak kalmıştı. Bir başka deyişle; gözümün önünde avuçlarımdan kayıp giden umutlarımın, yolundan çıkıp uçuruma doğru hızla sürüklenen bütün bir geleceğimin ani bir frenle durdurulmasıydı. Her şey gözlerimde yeniden başka bir anlama bürünmeğe başladı. Fakültenin gerçekten bir yeryüzü cenneti kadar güzel olan bahçesine çıkınca: “Herkesi, her şeyi, Berki’yi bile seviyorum.” Diye bağırmamak için kendimi zor tutuyordum.
Bir tek korkum vardı: Ya Berki sınav kâğıtlarını kendisi okumak için Almanya’ya isterse! Başkalarını bilemem ama benim aklımdan bu lanet olasılık arada bir geçiyor, sevincimi, umutlarımı gölgeliyordu.
Sınavlara bir ay kadar vardı ki Berkinin Almanya’ya uğurlandığını büyük bir sevinçle öğrendim. Analiz 2 dersini, onun yerine, ODTÜ den bir doçentin verdiği bilgisi geldi bana. Yeni hocamızın, bir ay gibi kısa bir süre için, dersin kitabını değiştirmediğini de öğrendim. Berkinin kitabından devam ediyormuş. Kitaptaki bütün problemleri çözdüğüm için sınava hazırlanma gereği bile duymadım.
Sınav sonuçlarını öğrenmek için fakülteye gittiğimde yine son derece heyecanlıydım. Merdivenleri çıkıp listenin asılı olduğu panonun önüne geldiğimde dizlerim titriyor, başım dönüyor ve gözlerim kararıyordu. Yine bir terslik olabileceği korkusu beynimin ücra köşelerinde varlığını sürdürüyordu. Gözlerimin önü aydınlanınca listeye baktım, adımın karşısındaki PEKİYİ notu gözlerime ve beni, içinde debelendiğim azgın sulardan kurtulmak için tutunduğum halatın ucunu mutlu geleceğe perçinleyen bir çivi olarak çakıldı.   

    

     

GÖZLERİNDEN SÜZÜLEN

Gözlerinden süzülen sevdayı içti gönül
Ürkek dudaklarını öptü de coştu gönül
Gülümseyerek baktın, sevdiğini söyledin
O anda kanat takıp göklere uçtu gönül



Sevmek de, sevilmek de ne ilahi bir duygu
İki tende birleşen bir ibadetin ruhu
Yoksa Cennet bu mudur, Rabb'İn bize sunduğu
Kuşku duymam o zaman, cennete düştü gönül