AV PEŞİNDE
Dayısından
yediğim tokatın acısından çok Bengü’nün, kendisine askıntı olan, tanımadığı
birisi olduğumu söylemiş olmasının acısı henüz yüreğimi dağlamağa devam ettiği
günleri yaşıyordum. Bir Pazar günüydü. Henüz Yozgat yurdunda kalıyordum. Oda
arkadaşım, sırdaşım, can yoldaşım Turan bir tanıdığını ziyarete gitmişti. Canım
burnumdaydı. Biraz ders çalışmayı denedim. Kafama bilgi kırıntısı bile
girmiyordu. Çıktım, avare yürümeye başladım. Bir süre sonra Konservatuvarın yan
tarafındaki otobüs durağında olduğumu fark ettim. Nereye gittiğine bakmaksızın
gelen ilk otobüse atladım. Otobüsün ikili koltukları oturan yolcularla
doldurulmuştu. Tek boş yer olan, bir genç kızın yanındaki koltuğa oturdum.
Karamsar, kızgın, küskün hayallerime dalıp gitmişim.
-Burası
nere? Diyen bir sesle dalgınlığımdan
uyandım.
-Bana mı
soruyorsunuz? Vallaha ben buraları hiç bilmiyorum, ilk defa geliyorum.
-Durak ismi
yazmıyor da. Siz belki biliyorsunuzdur diye sormuştum.
-Nerde
inecektiniz? diye sordum.
-Bilmiyorum. Ya
siz?
-İnanın ben de
bilmiyorum.
Yüzüme bakıp
gülümsedi, ben de ona gülümsedim.
-Yani gideceğiniz
yerin adresini mi bilmiyorsunuz? Dedim.
-Hayır nereye
gideceğimi düşünmeden, amaçsızca bindim bu otobüse. Evde çok bunaldım. Biraz
hava alayım diye çıktım.
Onun
duyamayacağı, mırıldanır bir sesls;
-Şu işe bak,
rastlantı ancak bu kadar olabilir.
-Bi şey mi
dediniz iyi duyamadım da.
Şey, diyeceğim şu
ki, inanmayacaksınız bana, ama size yemin ederim ben de yurttaki odamdan aynı
duygularla çıkmıştım. Yani çok canım sıkılıyordu, biraz hava alayım diye
çıktım. Bu otobüse de nereye gittiğine bakmadan, öylesine bindim. Ve otobüste
tek boş koltuk burasıydı. Bu rastlantının bir anlamı olmalı değil mi?
Gene karşılıklı
gülümsedik.
-Siz yurtta
kaldığınıza göre öğrencisiniz galiba. Nerde okuyorsunuz?
Bu soruyla
birlikte koyu bir sohbet başlamış oldu. Birbirimize isimlerimizi söyleyerek
tanıştık. Adı Gülşen di. Ne kadar güzel bir isim olduğu, ona nasıl da yakıştığı
geçti aklımdan. Durumlarımızdan, ailelerimizden, yaşantımızdan söz ettik. Bir
süre sonra siz, bizliği de bırakıp sohbetimizi senli, benli sürdürmeye
başladık.
İki yıl kadar
önce, şehirlerarası kamyon şoförlüğü yapan, kendinden on üç yaş büyük birisiyle
ailesinin arzusu üzerine on yedi yaşında evlendirildiğini söyledi. Kocası, her
ayın nerdeyse tamamını dışarılarda geçiriyormuş. Eve gelebildiği birkaç günde
de daha çok arkadaşlarıyla içerek vakit geçiriyormuş. Gereksinimler için bir
miktar para bırakıp belirlenemeyen bir zamanda dönmek üzere çıkıp gidiyormuş.
-Onu sevecek
kadar fırsatım olmadı. Onun da beni yeterince tanıdığını, sevdiğini
düşünmüyorum. Senin anlayacağın pek mutlu sayılmam. Bu yüzden de çok
sıkılıyorum. Kendimi sokaklara vuruyorum böyle. Başka ne yapabilirim ki. Sence ben
haksız mıyım? Haksız sayılmam değil mi?
Bence asla haksız sayılamazdı. Böyle bir kadının ömrünün en
güzel yıllarını boş bir evde, tek başına oturup, ne zaman geleceği belli
olmayan, kocasını bekleyerek geçirmesi bence de hiç adil değildi. O kadar genç ve narindi ki. Asla evli bir
kadın gibi görünmüyordu.
Evli olduğunu söyleyinceye kadar onun lisede ya da üniversitenin
ilk sınıflarında okuyan bir genç kız olduğunu düşünmüştüm. Hafif etine dolgun
olmasına karşın, mükemmel bir vücudu vardı. Bukle, bukle sarı saçlarını, özenle
yaratılmış yüzünün güzelliğini, iri, zeytin yeşili, bakan birinin doğrudan
kalbine bir ok gibi saplanan harika bir çift göz tamamlıyordu. Ucu hafifçe
kalkık küçük burnu, cazibesini bir kat daha artırıyordu. Kısacası, yaratılışı,
Yaratanın boş bir zamanına denk gelmiş olan şanslı bir yaratıkdı.
“Tanrının beni böyle hoş bir rastlantıyla ödüllendirmesinin bir
anlamı olmalı. Bengü’nün kalbimde açtığı yarayı sarıp iyileştirme görevini yüce
Tanrı bu kadına mı vermişti yoksa. Yoksa İlahi gücün, haftalardır çektiğim
gönül acısını dindirmek için bana bir ödülü müydü Gülşen. Bir gün mutlaka, bu
güzel kadını koluma takıp Bengü’nün karşısına çıkmalıyım. Yeryüzünde sadece
kendisinin olmadığını ona göstermeliyim.” Aklımdan şimşek gibi geçti bu düşünceler.
Ertesi gün akşamüstü saat altı civarında Dikimevi Pastanesinde
buluşmak üzere sözleştik. Tekrar indiğimiz otobüs durağına yürüdük. Az sonra
gelen bir otobüse binmek üzere hareketlendi. El sıkışarak ayrıldık. Bulunduğum
taraftaki bir koltuğa oturuşunu izledim. Otobüs hareket edince, dünyanın en
tatlı gülücüğüyle el salladı. Bütün kibarlığımla, şirinliğimle ve coşkuyla
karşılık verdim. Otobüs dönemecin
arkasında kayboluncaya kadar ardından baktım. Hiç uyanmak istemediğim bir güzel
rüyanın ortasında gibiydim. İçim içime sığmıyordu adeta. Bu bir mucizeydi
sanki. Başka nasıl açıklanır, nasıl yorumlanabilirdi ki?
O gece geç vakitlere kadar gözüme uyku girmedi. Yarınki
buluşmamızda onun ilgisini çekecek neler anlatmalıydım ona? Gülşen’in güvenini
nasıl kazanmalıydım? Kendime nasıl bağlamalıydım? Beni çekici bulmasını, hatta
beni sevmesini nasıl sağlamalıydım? Tanrım, aklıma hiç ilginç şeyler
gelmiyordu. Randevumuza bir çiçekle gitmem yakışık alır mıydı ki. Para sorunum
yoktu. İki aydır DSİ de çalışıyordum. Gülşen’in arzu ettiği her şeyi ona
alabilirdim. Ona pastanenin en güzel pastasını, en güzel tatlısını ısmarlardım.
Beni yorgun düşüren bu tarz düşüncelerle boğuşurken uyumuşum.
Randevu saatinden en az on dakika önce pastanedeydim. İçerde bir
tur atıp, ısmarlayabileceğim ilginç yiyeceklere bir göz attım. Sonra dışarı
çıktım, bir ağacın gölgesinde Gülşen’in gelmesini bekledim. Tam saatinde ara
sokaktan pastaneye doğru yürüdüğünü fark ettim. Pastanenin kapısında karşıladım
onu. Öpüşmek üzere yanağını uzatması kaygılarımın uçup gitmesini sağlamaya
yetti. İçeri girdik, köşede boş bir masaya oturduk.
Üzerinde mavi, iri çiçekleri olan çok şık bir elbise vardı.
Süründüğü koku, o güne kadar burnumun tanık olduğu en güzel kokuydu. Makyajı
hiç abartılı değildi. Ne yandan baksan görgülü, kültürlü ve varlıklı görünen
bir havası vardı. Gülümseyerek bakıyordu gözlerime. Her şey ona o kadar
yakışıyordu ki. Bir süre ikimiz de bir şey söylemeksizin bakıştık. “Tanrım! Ne
kadar şanlıyım ben. Bu güzel kadını hak etmek için kimi dardan çekip kurtardım,
kime can suyu sundum, nasıl bir sevap işledim ki?”
Garsona siparişlerimizi verdik. Beklerken gülümseyerek gözlerime
bakıp; “Ben sana her şeyimi anlattım, şimdi de anlatma sırası sende. Bana
kendinden söz et. Nerelisin? Ailen nasıl? Kardeşlerin, arkadaşların, okulun?
Yani seninle ilgili her şeyi bilmek istiyorum.” dedi. Bu sözleri kalbimi,
ruhumu havalara uçurmağa yetti de arttı. Sesimin en yumuşak tonuyla, bir saate
yakın bir süre, onun sormadığı konuları da anlattım. Bu arada garsona yeni
siparişlerimiz oldu. Bana çok çabuk geçmiş gibi gelen iki saati aşkın bir
sürenin sonunda Gülşen; “Bir akrabama daha uğrayacağım, artık kalkmam lazım.”
diyerek ayağa fırladı. Bir öğrenci için hiçte küçümsenemeyecek bir hesap ödedim
ve pastaneden çıktık.
“Sokağın ilerisindeki fotoğrafçıda resimlerim var, bugün
verecekti. İstersen birlikte yürüyelim, oradan ayrılırız.” Dedi. Yürürken;
“Yarın nasılsa Cumartesi. İşe gitmiyorum. Daha erken buluşabiliriz. Ne dersin?
Öyleden önce buluşalım mı?” Sorumu,
tatlı ve biraz da çapkın bir gülümseme ile yanıtladı. “Benimle birlikte olmayı
çok mu istiyorsun? Yarın çarşıya çıkacaktım zaten. İstersen birlikte çıkarız.”
Sevincimi belli etmemeye çalıştım. Daha o andan başlayarak,
yarınki beraberliğimizin hayalini kurarken, kapısının üstünde –Foto Şahin-
yazan fotoğrafçı dükkanından içeri girdik.
Birisi büyütülüp çerçevelenmiş, gerisi de bir zarfın içinde olan
resimleri fotoğrafçı Gülşen’e uzattı. Borcunun yirmi tl. olduğunu öğrenir
öğrenmez Gülşen’in ödemesine fırsat bırakmadan çıkarıp ödedim. Foto Şahinden
çıktık, yine gülümseyen zeytin yeşili gözleriyle gözlerime baktı, içimi yaktı,
bir kez daha gönlüme aktı, içten bir yanak öpücüğüyle ayrıldık.
Evelsi akşam yurda gelmediği için anlatma fırsatı bulamadığım Arkadaşım
Turan’a, başıma gelen bu harikulade olayı başından sonuna kadar, coşku içinde
anlattım. Şaşkınlıkla, merakla ve gözleri parlayarak dinledi beni. Aslında
kadın, kız konularında oldukça şanslı ve yetenekli olduğumu söyledi. Daha başka
hoş sözler de söyledi. Egomu bir hayli kabarttı. Kendimle gurur duymağa
başladım. “Bu güzeller güzeli yengemizi ne zaman benimle tanıştırmayı
düşünüyorsun acaba?” diye sormasını bekliyordum. Nitekim kinayeli biçimde
sordu.
-Ne zaman tanışdıracaksın beni?
-Elbet onun da sırası gelecek. Sana bunun çok uzun sürmeyeceğini
söyleyebilirim. Bak bunu ilk defa sana anlattım. Şimdilik kimseye bi şey
söyleme lütfen. Dedim ve konuyu
kapattık.
O gece yine yatağımda geç saatlere kadar müthiş hayaller kurdum.
Hayallerimin odak noktası, bizi kimsenin rahatsız etmeyeceği, istediğimiz zaman
birlikte olabileceğimiz, çılgınlar gibi aşkımızı yaşayabileceğimiz,
sevişebileceğimiz bir mekan sağlamaktı. Öğrenci yurdunda bunun olması
olanaksızdı. Gülşen’in evine gitmek de onun için tehlikeli olabilirdi. Gerçi
bana, onun evinde buluşmamızı düşündürecek hiçbir iması bile olmamıştı ama.
Yurttan ayrılıp bir ev kiralayarak oraya taşınmak bile hayallerim arasındaydı.
“Neyse, işler biraz daha ilerlesin hele, bunu birlikte düşünüp,
kararlaştırırız.”
Cumartesi günü saat on bir sularında Ulus Meydanındaki
Akman Pastanesinde buluştuk. Birer
dondurma yedikten sonra Anafartalar caddesine yöneldik. Cadde boyu birkaç mağazaya girip çıktıktan
sonra, şimdi ismini hatırlayamadığım ünlü bir ayakkabı mağazasına girdik.
Gülşen bir yığın ayakkabıyı giyip çıkardıktan sonra birinde karar kıldı. Yüz on
lira olan ayakkabıyı sıkı bir pazarlıkla doksan liraya indirdi. Yanımda yüz
elli lira kadar param vardı. Ayakkabının parasını ona verdirecek değildim
herhalde. Sevdiğim kadın için değil doksan, yüz doksan da helal olsun. Parayı
ödedim. Mağazadan ayrılmak üzereyken çıkışta vitrindeki çantayı göstererek;
“Aaa! Uzun zamandır hayalini kurduğum çanta bu. Almazsam uyku uyuyamam.”
Diyerek tekrar içeri yöneldi. Tezgahtar, Gülşen’in çantayı taksitle almak
istediğini öğrenince pazarlık yapmadı. Yüz atmış liraya, altı taksitte ödenmek
üzere çantayı aldık. Peşinatı olan yirmi beş lirayı da ödedim. Kalanına da
kefil oldum, mağazadan ayrıldık. Vakit öylen olmuştu. Yine Anafartalar Caddesinde
bir restorana girip yemek yedik. Paramın kalanını da orada yemeğe ödedim. Artık
sadece yol parasına kaldı cebimde. Şükür ki yeni bir alış veriş daha yapmadı. O
semtte oturduğundan söz ettiği teyzesini ziyarete gideceğini söyledi. Ertesi gün için yine randevulaştık ve saat üç
sularında ayrıldık.
Pazar günkü buluşmamızda Gülşen’i Atatürk Orman Çiftliğine
götürmeyi düşünüyordum. Orada ona, sürprizimi açıklayacağım. Kimselerin bizi
rahatsız edemeyeceği arkadaşımın evine gitmeyi teklif edeceğim. Buna çok
sevineceğinden eminim. Eğer orda da rahat edemezsek ben de arkadaşım gibi bir
eve çıkarım. Evi dayayıp döşemem gerekmez. Bir somya, bir masa, iki sandalye
yeter de artar bile. Kirası da 250 tl. yi geçmemeli.
Akşam olmadan fakülteden sınıf arkadaşım olan Naci’yi bulmam
gerekiyordu. Naci Sıhiye’nin arka sokaklarında, bir apartmanın bodrum katında
bir arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Önümüzdeki hafta içinde, onun için uygun
olan bir günde birkaç saatliliğine evin anahtarını istemeyi planlıyordum. Önce,
Maltepe’de onun sıkça gittiği kahveye uğradım, orada yoktu. Oradan evine
yollandım. Kapıyı birkaç kez çaldım ses seda yoktu. Sokağın karşı sırasındaki
kahvehanede, evin kapısını görebileceğim bir konumda bir sandalye çekip
oturdum.
Yarım saate yakın bir süre sora, elinde birkaç kitapla sokağın
köşesinde Naci göründü. yerimden fırlayıp, içeri girerken yetiştim. El
sıkıştık, içeri buyur etti.
Pabuçlarımızı kapının arkasında bırakıp birlikte içeri girdik. Okuldan,
derslerden, hocalardan söz ettik.
Kız arkadaşına getirdim lafı. Sık sık buraya geldiğini, ciddi,
güzel, mutlu bir beraberlikleri olduğunu söyledi.
-Benim de güzel bir kız arkadaşım var. Ama el ele tutuşmaktan
öte bir yakınlığımız olmuyo. Bu durumdan ikimiz de mutlu değilik.
-Neden daha ötesi olmuyo? İkiniz de isdedikden sona. Kim engel
oluyo ki? Ya da neden çekiniyonuz ki?
-Kimse engel olmuyo, kimseden çekindiğimiz de yok da, sokak
ortasında sarılacak, öpüşecek halimiz yok ki gardaşım.
-Haa! Şimdi anladım, sen benden evi vermemi isdiyon, onun için geldin.
-Öyle değil be Naci de, valla ocağına düşdüm yani. Evde
olmadığınız bir gün, birkaç saatliğine bana anahtarı verebilirsen bu iyiliğini
hiç unutmam. O zaman dile benden ne dilersen. Evi bıraktığından daha temiz,
daha derli toplu teslim ederim emin ol yani.
Sonuçta Naci, önümüzdeki haftanın Perşembe günü, saat bir ile üç
arası evi kullanmama izin verdi. “Yalınız, girip çıkarken dikkatli olun,
kimsenin olmadığı zamanı gollayın. Laf söz olmasın. Sana yedek anahtarı
veriyim. İşiniz bittiğinde anahtarı sana gostereceğem yere bırakırsın.” Kalkıp
Naci’nin boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. Sevincimi belli etmemek
için, gereksiz kalkıp lavaboya gittim. Lavabodan dönüşte de; “O zaman ben izin
isteyim. Bu müjdeyi Gülşen’e hemen vermem lazım.” Diyerek ayaklandım. Naci
kitaplık rafındaki bir kutudan aldığı anahtarı bana verdi. Dışarı çıktık. Bahçe
duvarındaki bir kovuğu gösterdi; “İşin bitince anahtarı buraya koyarsın, tamam
mı?” Öpüşüp Naci’den ayrıldım.
Pazar sabahı Gülşen’le dikimevi pastanesinde buluştuk.
Pastanedeki kahvaltı sırasında ona, “ Bugün Atatürk Orman Çiftliğine gidelim
mi? Daha önce hiç gitmiş miydin? Ben bir kere gittim, ama tam olarak gezdiğim
söylenemez.” Dedim. O da; “Ben hiç gitmedim. Doğrusu görmeyi isterim, çok iyi
olur.” Dedi. Pastaneden ayrıldıktan sonra Cebeci Tren İstasyonuna indik. Kısa
bir süre sonra trendeydik.
Çitlikte hayvanat bahçesini gezdik. Yürümekten yoruldukça
ağaçların altındaki banklarda oturduk, iki fıkra anlattı gülüştük. Ötemizdeki
bankta bir oğlanla sevgilisi kollarını birbirinin boynuna dalamış olarak
oturuyorlardı. Bu sahneden aldığım cesaretle bende kolumu Gülşen’in boynuna
attım. Tepki vermeyince de sarılıp biraz daha kendime çektim. Daha fazlasına
cesaretim yetmedi. Perşembe günü bir arkadaşımın evini ayarladığımı, orda baş
başa kalmayı çok arzuladığımı söyledim. Önce gelemeyeceğini, bunun daha sonraki
bir zamanda olabileceğini söyledi. Evi bulmamın çok zor olduğunu, belki de
mümkün olmayacağını söyleyerek ısrar ettim, kabul etmesi için kırk dereden su getirdim,
hatta yalvardım. Sonuçta kabul etti. Sevinçten sarılıp, dudağından öpmeye
cesaretim yetmediğinden, yanaklarından öptüm. “Perşembe olması iyi oldu. Bende
bu arada Eskişehir’e anneme gider iki gece kalır dönerim.” Dedi. Oturduğumuz
banktan kalkarken ben Perşembenin hayalini kurmağa başlamıştım bile.
Öyle yemeğini Çiftlik Restoranda yedik. Yine oradaki kahvede
çaylarımızı içtik. Atatürk köşkünü, yüzme havuzunu, çiftliğin gezilecek başka
yerlerini gezdik. İkindi vakti istasyon bölgesine döndük. Birer de çiftlik
dondurması yedikten sonra dönüş trenine bindik.
Pazar akşamları yurtta, oda sakinleri saat on’dan itibaren bir
araya gelir, zamanımızı gece yarısına dek gırgır ve şamata ile geçirirdik.
Herkes hafta içinde karşılaştığı ilginç konuları anlatır ya da çeşitli konuları
tartışırdık. O akşam, daha gırgır başlar başlamaz Turan benim maceramı ortaya
yumurtladı. Ne kadar istemesem de beş oda arkadaşımın hepsi birden anlatmam
için üzerime çullandılar. Aslında başarımı, yeteneğimi, cazibemi sergileyip popülaritemi
yüceltmeyi istemiyor değildim içten içe.
Ayrıntılara fazla girmeden nasıl tanıştığımızı, kadının ne kadar güzel
olduğunu, el ele, göz göze gezmelerimizi, ona aldığım hediyeleri anlatmağa
başladım. Herkesin ağzının suyu akarak, beni can kulağıyla ve kıskaçlıkla
dinlediğinden emindim. Bir ara, adı Ümit olan, ama herkesin ‘Pala’ diye
ünlediği hukuk öğrencisi arkadaşımız;
-Bi Dakka, bi Dakka! Sen bu kadınla Mamak otobüsünde
karşılaştın. Hafif balıketinde, orta boylu, gözleri koyu yeşil demiştin değil
mi? Yüzünde, sağ kulağının altında siyah bi ben var mıydı?
Gülşen’in yüzünü gözümün önünde hayalettim. Gerçekten de, tam da
Pala’nın dediği yerde, yüzünün güzelliğini bir kat daha artıran siyah bir ben
vardı. Ama Pala nasıl bilebilirdi ki bunu?
-Oğlum sen kadını benim yanımda nerde gördün ki de bunu biliyon?
Yoksa işkembeyi kübradan atıyon mu?”
-Peki ellerini tuttuğuna göre sorabilir miyim, sağ el
başparmağının üstünde mercimek gibi guccük bir siğil var mıydı?
Çitlikte bankta otururken iki elini de avucumun içine almış,
birkaç kez dudağıma götürmüştüm. O ara parmağının üstündeki siğili fark ederek,
isterse onu yok ettirebileceğini söylemiştim. Şaşkınlığım artmış olarak;
-Bu olanaksız, nasıl olur, bu dediğin de doğru.
Odadakiler merak içinde bir bana, bir Palaya bakıp diyaloğumuzun
sonunun nereye varacağını merak ve şaşkınlık içinde izliyorlardı.
-Dur hele, pastanelerde, lokantalarda, alışverişlerde parayı hep
sana ödetmedi işallah? Allah bilir, satın aldığı eşyalara kefil de
olmamışındır. Bunları da yapdın deği mi?
-Doğru söylüyon, yahu gardaşım, sen ajan mısın, casus musun işi
gucü bırakıp bizi mi izledin, bütün bunnarı nerden biliyon Allaaşgına?
Alış veriş için seni Gızılay’a gotürdü, doğru mu? Sana iki de
fıkra anlattı Allah biliyo. Yemekden soğna da seni bırakıp, Gale’de oturan
halasına getdi. En son olarakdan da evde
buluşma teklifini gabul etti, değel mi?
-İşde şimdi çuvalladın. Gızılaya gitmedik, Anafartalar çarşısına
gitdik. Amma ondan soğnaki söylediklerin de doğru. Vallaha yani bu dedikleriyin
hepsi doğru, doğru olmasına da senin bunları nasıl bildiğine akıl, sır
erdirmediğim de doğru. Bu işin içinde bi iş var emme ben içinden çıkamıyom.
-Dahasını da söyleyim mi? Adı Gulşen. Gocası ağır vasıta şoforu.
Eve gotüreceğin gun buluşmaya da gelmiyecek, goreceksin.
Lan oğlum, sen bu gadınla gorüşüyon mu? Bütün bu söylediklerini
nerden biliyon? Beni çıldırtma, bunun bi açıklaması olması lazım.
Turan araya girdi. “Ulan mangafa, hala anlamadın mı? Pala gadını
tanıyo. Sana yapdığı numarayı başkalarına da yapmış belikli. Umut da bunu
biliyo. Öyle mi Pala?”
-Başgalarını bilemem emme bu aynı numarayı bana da çekdi.
Harcadıklarımın dışında 560 lira da taksit borcunu ödüyom şimdi. Kefil oldum
çünkü. Utandığımdan kimselere söylüyemediydim. Bu gadın çaylak avcısı oğlum, o
belediye otobüsünde bizim gibi enayi çaylakları avlıyo. Olaydan daha önce
haberim olsaydı bu Avanak Avni de av olmazdı.
Perşembe günü randevu saatinden önce buluşma yerindeydim. Oda
arkadaşım Pala içime büyük kuşkular salmıştı. Ona inanmakla inanmamak arasında
sıkışıp kalmıştım. Buluşma saati geldi, on dakika geçti, yarım saat geçti, iki
saat geçti. Yaprakları yolunmuş bir ağaç gibi öylece dikilip kalmıştım buluşma
yerinde. Giderek azalıp tükenmeye yüz tutmuş bir ümitle bekledim, bekledim.
Civarlarda bir tur atıp tekrar döndüm. Gülşen’den eser yoktu. İçimdeki son ümit
kıvılcımı da sönmüştü. Arkadaşım Palanın söyledikleri doğruydu galiba. Ben de
onun akıbetine uğramış, Gülşen’in avı olmuştum. Güneş batarken, ilk fırsatta
Palanın öyküsünü de ayrıntılı bir biçimde dinlemek arzusuyla ve dünyanın en
bahtsız insanı olarak buluşma yerini terk ettim.
Bir hafta boyunca, işten çıktıktan sonra akşam karanlığına kadar
Konservatuar durağında Mamak
otobüslerini izledim. Ama Gülşen’in izine rastlayamadım.
Sayın hocam,
YanıtlaSilYazınızı okudum. Yaşanabilen bir olaydı, ama yine de oldukça ilginçti.
Cüretimi mazur görürseniz eğer bazı yazım yanlışlarınızı belirtmek istiyorum.
"Perşemnenin hayalini kurmağa başladım."
"Hediyeleri anlatmağa başladım."
Yukarı yazdığım iki cümledeki "kurmağa ve anlatmağa" sözcüklerindeki "yumuşak g"ler yerine kaynaştırma harfi olan "y" gelmeliydi. Çünkü bu sözcükler hal eki almışlardır, ünlü harfle bittikleri için araya "y" kaynaştırma sesi girmiştir.
Ayrıca "Ne zaman tanışdıracaksın beni?"cümlesindeki "tanışdıracaksın" sözcüğü "tanıştıracaksın" biçiminde "sert ünsüzlerin benzeşmesi" kuralına uygun yazılmalıydı.
Birkaç tane daha var bunun gibi.
"....konuyu kapatdık."," kapattık" olarak yazılmalıydı.
"Bunları da yapdın, deği mi."
"yaptın" olarak yazılmalıydı.
"Yemekden sonra da seni..." "yemekten" olarak yazılmalıydı.
"En son olarakdan..." "olaraktan" olarak yazılmalıydı.
Ayrıca alıntıların belirtildiği den den' lerden sonra nokta konsa bile büyük harfle başlanmaz.
"....almazsam uyku uyuyamam." Diyerek içeri geldi.
"diyerek" olarak yazılmalıydı. Özür dilerim.
Sayın Hocam,
YanıtlaSilYazınız çok güzeldi.Yanlış olduğunu düşündüğüm noktaları yazma ihtiyacı duyduğum için bağışlayınız.
Diğer yazılarınızı da okuyabilirim.
Yanıtınızı bekliyorum. Ali A....