Tanımağa başladığımdan şu
güne kadar ‘Teknoloji’ ile hiç barışık olamadım. Günlük kullanıma sunulan
teknoloji harikası birçok ürünü kullanabilmeyi en son öğrenebilen, hatta
bazılarını kullanmayı hala başaramamış garip bir yeteneğim. Bunun için
çocuklarım ve yeğenlerim halime bakıp şaşkın gülüyorlar. Yeni edindiğin bir
saatin, bir telefonun, elektronik bir kişisel ya da ev aletinin
fonksiyonlarının pek çoğunun varlığından bile haberim olmuyor. Çevremdekilerin
“Bu aletin şu özelliğini neden öğrenmiyorsun, ya da neden kullanmıyorsun?”
tarzındaki sorularına verecek yanıt bulamıyorum. Öğrendiğimi sandığım bazı
kullanımları da bir süre kullanmayınca tümden unutuyorum. Üç, beş yaşındaki
çocukların elinde bile nelere kadir olduklarını hayretle izlediğim bu aletlerin
bende aşağılık duygusu geliştirdiğini söylemem inanın abartı olmaz.
Dünya savaşlarının çok
büyük acılara, yıkımlara neden olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Savaşlarda, taraf
ayrımı yapmaksızın bu kanı geçerlidir. Boşuna dememişler “Savaşın kazananı
yoktur.” diye. Ancak bu savaşların bir olumlu yanının bulunduğunu da kabul
etmek durumundayız sanırım. O da teknolojik gelişmelere sağladığı katkı. Hemen
bütün büyük buluşların kaynağında, savaşı kazanmak için daha üstün donanıma sahip
olma hırsı ve çabası var. Bana göre örneğin; radyonun ortaya çıkmasının arkasında askeri
amaçlı telsizler, televizyonun orijini radar, bugünkü uzay yolculuklarını
gerçekleştiren uzay gemilerinin çıkış noktası güdümlü füzeler, bilgisayarların
geçmişi füzeleri yönlendirmek için geliştirilen askeri teknoloji, nükleer
santraller ve nükleer tıp ise, atom ve hidrojen bombalarını yaratan buluşlar
sayesinde ortaya çıkmışlardır. Bu saptamalar elbette savaşları savunmak
anlamına gelmez. İnsanlığın amacı her zaman barış olmak zorundadır.
Birinci dünya savaşından
sonra ivme kazanan teknolojik gelişmeler ikinci büyük savaştan sonra aklın
alamayacağı boyutlarda bir hız kazandı. Sivil alanda ardı ardına uygulama
alanına aktarılan buluşlar, şimdi yetmişli, seksenli yaşlarına ulaşmış bulunan
bizim kuşağı şaşkına çevirdi. Bu yeniliklerin nasıl olup da yaratılabildiğine
akıl erdirebilmek şöyle dursun, artık bunlar olmadan yaşamanın mümkün olmadığı
günlük yaşamımızda bunları kullanabilmek bile büyük hüner oldu bizler için.
Benim gibi pek çok insanın, bu yeni makine ve aletleri kavramakta ve kullanabilmekte
büyük sıkıntılara düştüğünü sanıyorum. Utana, sıkıla beş yaşındaki çocuklardan
yardım alabilmek için gözlerinin içine bakıyoruz. Bizimle dalga geçmelerini şakaya
vurup sineye çekiyoruz. Sıkça duymuş olsak da bir türlü alışamadığımız;”Aman
baba, yapma be dede, şu basit şeyi de mi bilmiyosun? Hangi çağda yaşıyosun
dede. Bu kadarına da pes doğrusu.” gibi aşağılamalarını sineye çekmek durumunda
kalıyoruz. Bu teknolojinin içinde doğanlar buralara nasıl gelindiğini nerden
bilebilirler ki?
Lise öğrencisi olduğum
dokuz yüz elli’li yıllarda bir matematik öğretmenimiz vardı. Haylaz çocukları
“Madrabazlar” diye azarladığından lakabı ‘Madrabaz’dı. Gerçek adını bilebilen öğrenci
sayısı iki elin parmak sayısını geçmezdi. Herkes ondan Madrabaz diye söz
ederdi. Yeni buluşları, teknolojik gelişmeleri olanakları ölçüsünde izler, her
fırsatta bizlere bunlardan söz ederdi. Bir gün son dersten sonra bizim
sınıftan, benim de aralarında olduğum altı, yedi öğrenci çevresinde kümeleştik
anlattıklarını dinliyoruz. Bir ara konuşmasını dünyada, özellikle de Amerika’da
gerçekleştirilen yeniliklere getirdi ve; “Çocuklar Amerika’da yeni bir radyo
yapmışlar, ön kısmında aynaya benzer bir cam varmış, bu camdan radyoda
konuşanları, şarkı, türkü söyleyenleri rahatlıkla görebiliyormuşsunuz.” Diğer
tüm arkadaşlar gibi ben de bunun kuyruklu bir yalan olduğunu düşünüp
arkadaşların gözlerine alaycı bir bakış attım. Herkes benim gibi düşünüyor
olmalı ki kıs, kıs gülüşmeler oldu. Madrabaz bize döndü; “Siz gülüp alay edin
madrabazlar, bu aletin adını da ‘Televizyon’ koymuşlar. Bunu bir Fransız
dergisinde okudum. Önemli bir dergi, yalan yazacak değil herhalde.” Madrabaz
istediği kadar bizi inandırmağa çalışsın, inanmamız mümkün değildi. Öyle ya taa
Ankara’da konuşan, şarkı söyleyen birinin Yozgat’tan görülebileceği kimin
aklına, hayaline sığardı ki?
Türkiye’de ilk bilgisayar,
sanırım i958 de karayollarında kuruldu. Bundan iki yıl sonra da DSİ de boy
gösterdi. Ben o zaman üniversite öğrencisiydin ve DSİ de çalışıyordum. DSİ
daire başkanlıklarının çoğu Rüzgarlı sokaktaki Çatal Han denilen, on ikişer
katlı iki bloktan oluşan yeni bir binaya taşınmıştı. Binanın girişi, yüksek
tavanlı ve iki blok’un da ortak giriş katını oluşturuyordu. Merdivenlere ve
asansörlere geçiş koridoru dışında, kullanılabilir 360 metre kare bir alan
vardı bu katta. DSİ’nin bilgi işlem merkezi, yani bilgisayarı işte bu alana
kuruldu, yerleşti. Hatırladığım kadarıyla görevli olmayanların oraya girmesi
yasaktı.
Benim görev yaptığım
İşletme ve Bakım Dairesi Başkanlığı B Blok onuncu katta bulunuyordu. Teknik
hesapçı kadrosunda çalışıyordum. Bu yüzden de Bilgi İşlem Merkezine veri
hazırlıyor, bunları haftada bir bilgisayara götürüyordum. Merkezin kapısından
her girişimde adeta ürperirdim. Oraya girdiğimde bir uzay gemisindeymişim
hissine kapılırdım. Bir sürü klimayla soğuk hava deposuna çevrilmiş bu kocaman
alana, devasa çelik dolapların içinde yanıp sönen kırmızı, mavi, beyaz ışıklar
ve bir fabrika gürültüsünü andıran ürkütücü sesler çıkaran makinelere dokunurum
diye ödüm kopardı. Bir yandan da orada çalışanlara büyük hayranlık duyardım.
Buna belki inanmayacaksınız ama sistemi kuran, o dönemin tek bilinen dünya
firması ABD menşeli İBM firmasına DSİ ayda yaklaşık bir milyon dolar kira
ödüyordu.
Bu günkü duruma nereden
başlayarak geldiğimizi hatırlamak için anlatma gereği duydum yukarıda
yazdıklarımı. Hemen herkesin cebinde taşıdığı cep telefonu bilgisayarlara
gelmek birden olmadı doğal olarak. Teknolojik buluşlar, yenilikler
bilgisayarların gelişimini ve kullanım
alanlarını genişletirken bilgisayar alanındaki gelişmeler de teknolojik
gelişmelerin hızını alabildiğine artırdı. Her biri parmak büyüklüğünde diyot
lamba olarak bilinen yüzlerce ampulün yer aldığı birleşik devrelerden kurulu
bilgisayar sistemi 1960'lı yıllarda piyasaya çıkan, gömlek düğmesi
büyüklüğündeki ‘transistor’ denilen devrelerle hacım küçülttü. Yetmişli
yılların ortasında bir buçuk milyon harcayarak Bursa İTİ Akademisine kurduğumuz
bilgisayarı seksen metrekarelik bir alana sığdırabilmiştik. On kat dolayında
küçülen hacmin yanında kapasitesi artarken fiyatı da en az on kat ucuzladı.
Seksenli yıllarda transistorların yerini ‘Çip’ denen entegre devreler aldı.
Hacim yaklaşık yirmi kat daha küçüldü. Fiyatlar, orta halli kuruluşların
bürolarında ve şahısların özel kullanımlarında sahip olabilecekleri düzeylere
indi. Seksenli yılların başında ABD den gelen arkadaşlar “Amerika’da bilgisayarlar evlerde sıkça kullanılmağa
başlandı.” Dediklerinde şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk. Bu tarihten sonra
Türkiye’de de hali vakti yerinde olan aileler çocukları oyun oynasın, ve bu
vesileyle öğrensin diye evlerine bilgisayar almağa başladılar. Bilgisayarda
yapacakları işin programını kendileri yazmak zorunda olduklarından, her yerde
mantar gibi biten, Basic (beyzik) dili, fortran dili kurslarına yazıldılar.
Görev
yaptığım üniversitede büroma, şahsım adına ilk kez 1994 de bilgisayar verildi. İlgili arkadaşın yardımı
ile açıp kapamasını, bir şeyler yazmak için de dosya açmasını ve yazılanları
kaydetmesini öğrendim. O tarihlerde henüz internet yoktu ya da bundan bizim
haberimiz yoktu. Bu yüzden bilgisayar kullanmakta fazlaca bir sorun
yaşamıyordum.2001 de kızım babalar günü hediyesi olarak bana bir masaüstü
(Leptop) bilgisayar hediye etti. Bilgisayarcı arkadaş da onu, bir yıldan beri
fakültemizin de sahip olduğu, ancak benim büroma hala bağlanamamış olan,
internete bağladı. Böylece internet kullanmağa da başlamış oldum. Ama esas
sorunlar da bundan sonra başladı.
Karşılaştığım
her sorunu adı İhsan olan ilgili öğretim elemanına aktarmaktan sıkılıyor, hatta
utanıyordum. Bu yüzden günde birkaç kez kızımı telefonla arayarak ondan yardım
istiyordum. Başlarda sabırla bana yol gösteren, böyle bir sorunla karşılaştığımda
ne yapmam gerektiğini uzun, uzun not ettiren, farklı sorunlar çıkarsa yine
kendisine iletmemi isteyen kızım birkaç hafta sonra söylenmeğe başladı. Kızım
İstanbul’da yaşadığından basit olduğunu düşündüğüm sorunlarım için onu
aramayıp, lojmandaki komşumuzun üniversiteye hazırlanan kızı Selma’yı arayıp
ondan yardım istedim bir süre. Sorularıma; “İsmail amca bu çok basit, nasıl
yapamadın anlamadım.” Ya da;”Bunu yapamadığına inanamıyorum. Şaka yapıyorsun.
Bunlar internetin alfabesi sayılır.” Tarzındaki
çokbilmiş
eda ve tavırları sonucu aşağılandığım duygusuna kapıldığımdan bir süre sonra o
kapıyı da çalmamağa karar verdim.
2007
de emekli olduğumda bilgisayar konusunda hayli donanımlı bir durumda olduğumu
düşünüyordum. Artık yazılarımı, yapmağa çalıştığım şarkılarımın notalarını
yazabiliyor, yazdıklarımı yazıcıdan (printer) alabiliyor, onlar için dosyalar
oluşturabiliyordum. Derken Mail kullanarak haberleşmek, Tvitter kullanmak,
Facebook, Skype, WhatsAap vb. çıktı piyasaya, işler yine karıştı. Bu sefer en
büyük yardım ve desteyi, yine bitişik komşumun lisedeki oğlu Onur’dan alıyorum.
Sağ olsun ne zaman ihtiyaç duyup telefon açsam, evdeyse “gelemem” demiyor.
Onur,
evladım ben yine seni rahatsız ediyorum. Yine başım blgisayarla dertte. İşin
yoksa birkaç dakikacık uğrayabilir misin?
-Amca
şu an evde değilim. Sorununu telefonda anlatırsan yardımcı olmağa çalışayım.
-Bir
iletim var. Arkadaşıma Mail’le göndermek istiyorum, ama bir türlü gitmiyor.
Bunu daha önce yapmıştım, şimdi olmuyor.
-Gitmez
olur mu amca. Mail adresini kontrol et. Önce mesajını yaz, sonra -dosya ekle-yi
tıkla…
-Onur,
çocuğum bu dediklerini yapıyorum, ama olmuyor işte.
-O
zaman facebooktan ya da Watsapdan gönder.
-O
dediklerini hiç yapamam. Onları kullanmasını bilmiyorum, hiç denemedim ki.
-O
arkadaşın daha önce sana bir şey gönderdi mi? Eğer gönderdiyse o gönderide
-mesaj- kısmına göndermek isteğin şeyi ekleyip de gönderebilirsin.
-Onur’cuğum,
kafam iyice karıştı. Anlaşılan sen gelmeden ben bu işin içinden çıkamayacağım.
Eve dönünce bana uğra lütfen, olur mu?
Bir
başka gün kızımı arıyorum. Arzucuğum, biliyorsun yapmağa çalıştığım bestelerin
notalarını, bilgisayarıma yüklediğin programda yazıyorum ya. İşte orda
notaların arasına koymam gereken işaretler bir türlü yerlerine oturmuyor. Ne
yapacağımı şaşırdım.
-Baba
daha önce yapabiliyor muydun bunları?
-Evet,
bir sorun yaşamamıştım şu ana kadar.
-Yanlış
bir yeri tıklamışındır. Kilitlenmiş olabilir.
-Öyle
bi şey olmadı. Ben ne yaptığımı bilmiyor muyum, beni mağşuş yerine koymasana.
-Baba
ne olduğunu ben nerden bileyim ki şimdi. Yapabileceğim tek şey işaretlere
‘yerlerine gitmeleri’ için ricada bulunmak olabilir.
-Bırak
dalga geçmeyi de bir çözüm bulalım, bu çok önemli, zor durumdayım.
-Önemlidir
mutlaka da, ne dememi bekliyorsun, o programı ben yazmadım ki, ne olduğunu
nerden bilebilirim.
-Hiç
bilmediğin programı niye verdin o zaman? Kocana sor, o da müzikle uğraşıyor,
belki bilir.
-Bak
ben ne diyeceğim sana. Bilgisayarını rafa kaldırıp, eski ‘Remington’ daktilon
duruyor değil mi; yazılarını onunla yazsan, notalarını da nota kağıdına elle
yazsan, bütün sıkıntıların son bulur, ne dersin?
-Kızım
beni delirtme! Sözümü ağzıma tıktı.
-Asıl
sen beni delirtme. Sen bu işi kıvıramıyorsun, bırak şu mereti. Sen de rahat et,
ben de.
-Kırgın
ve kızgın bir ses tonuyla;”Rahatsız mı oldunuz sayın hanımefendi, çok özür
dilerim. Artık aramam, müsterih ol.
-Öyle
demek istemedim babacığım. Bilgisayarın önümde olmayınca uzaktan bir şey
yapamıyorum. Sorunlarının çözümünde yardımcı olamıyorum. En iyisi ben senin
ekranını kendi bilgisayarıma taşıyayım. O zaman işler biraz daha kolaylar.
-Benim
ekranımı bilgisayarına nasıl taşıyacaksın ki, bu mümkün mü?
-Mümkün,
mümkün. Söylediklerimi aynen yaparsan ekranın önümde olacak.
Ve
taşıdı. Artık, bir sorun olduğunu haber verdiğimde, onun önünde oluyordu bilgisayarım.
Böylece ben de bir süreden beri biraz rahat ettim.
İşlerimi
daha çok, bilgisayarıma yüklenmiş hazır paket programları kullanarak halletmeye
çalışıyorum. Zorunlu kalmadıkça internet kullanmamayı yeğliyorum. İnternete
girdiğim zaman genellikle
‘Virüs’
dedikleri bir musibetle boğuşmak durumunda kalıyorum. Büyük olasılıkla kendi
hatalarımdan kaynaklanan böyle bir durumda ciddi panikliyorum. Çevremdeki
çocukların, bilgisayarların, özellikle de internete girildiğinde neler
yapılabildiği konusunda anlattıklarını dinledikçe zeka düzeyim konusunda
kuşkulara kapılıyorum.
Bir
keresinde bir arkadaşımın ısrarlı önerisi üzerine, biraz da merakımdan olacak,
bir porno sitesine girmeye kalkıştım. Elim tutulsaydı da girmez olsaydım.
Göreceğimi gördükten sonra kapatmak istiyorum, bir türlü kapanmıyor. Kapatma
tuşunu tıkladıkça yine seks konulu yeni sayfalar açılıyor. Neler çıkmadı ki
karşıma; seks tacirlerinin pazarlama reklamları mı dersin, cinsel gücü artırıcı
ürün reklamları mı dersin, cinsel alet reklamları mı daha neler de neler. Eşim
gelip te bunları görürse utancımdan artık yüzüne bakamam. Kapatamadıkça
sıkıntıdan buram, buram terledim. Böyle bir durumda kimseden yardım da
isteyemedim. Baktım ki başa çıkamıyorum, kapağını kapattım bilgisayarın, oradan
uzaklaştım.
Ertesi
gün bana bu siteleri öneren arkadaşımı aradım, sorunumu anlattım. O da bana bir
isim ve onun telefon numarasını verdi. Telefon ettim ertesi gün geldi o
arkadaş. Bilgisayarımda dehşet virüs olduğunu, bunları temizleyip anti virüs
program yüklediğini söyledi. Yine bir sorunla karşılaşırsam çekinmeden
arayabileceğimi, tanışmamızdan mutluluk duyduğunu söyleyip yüz lira paramı da
alarak gitti. Bu işten yüz lirayla sıyırmış olmaktan ben de çok mutlu oldum. O
günden beri de bilmediğim sitelere girme cesaretini tümden yitirdim.
Bilgisayarların
her yeni bir yeteneğini öğrendiğimde bir yaşıma daha giriyorum adeta. Onların
tüm yetenek ve becerilerini öğrenebilmek artık bizden geçti sanırım.
İnsanoğlunun sınır tanımayan yaratıcılığına en güzel bir örnek olan ve her gün
yeni bir gelişme kaydeden bu aletler aynı zamanda çoğunluğun yaratıcılığını da
körletiyor gibi geliyor bana. Bununla birlikte Yakın bir gelecekte
Bilgisayarlarla neler yapılabileceğini hayal bile edemiyorum. Yeni nesil ne
kadar şanslı Tanrım. Parmak kadar çocuklar bu aleti oyuncak gibi kolay
kullanabiliyorken kendimin neden bu kadar gerilerde kaldığıma da akıl
erdiremiyorum. Neden bu kadar erken geldim ki bu dünyaya?
,
,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder