11 Eylül 2015 Cuma

BİLGİSAYAR


Tanımağa başladığımdan şu güne kadar ‘Teknoloji’ ile hiç barışık olamadım. Günlük kullanıma sunulan teknoloji harikası birçok ürünü kullanabilmeyi en son öğrenebilen, hatta bazılarını kullanmayı hala başaramamış garip bir yeteneğim. Bunun için çocuklarım ve yeğenlerim halime bakıp şaşkın gülüyorlar. Yeni edindiğin bir saatin, bir telefonun, elektronik bir kişisel ya da ev aletinin fonksiyonlarının pek çoğunun varlığından bile haberim olmuyor. Çevremdekilerin “Bu aletin şu özelliğini neden öğrenmiyorsun, ya da neden kullanmıyorsun?” tarzındaki sorularına verecek yanıt bulamıyorum. Öğrendiğimi sandığım bazı kullanımları da bir süre kullanmayınca tümden unutuyorum. Üç, beş yaşındaki çocukların elinde bile nelere kadir olduklarını hayretle izlediğim bu aletlerin bende aşağılık duygusu geliştirdiğini söylemem inanın abartı olmaz.

Dünya savaşlarının çok büyük acılara, yıkımlara neden olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Savaşlarda, taraf ayrımı yapmaksızın bu kanı geçerlidir. Boşuna dememişler “Savaşın kazananı yoktur.” diye. Ancak bu savaşların bir olumlu yanının bulunduğunu da kabul etmek durumundayız sanırım. O da teknolojik gelişmelere sağladığı katkı. Hemen bütün büyük buluşların kaynağında, savaşı kazanmak için daha üstün donanıma sahip olma hırsı ve çabası var. Bana göre örneğin;  radyonun ortaya çıkmasının arkasında askeri amaçlı telsizler, televizyonun orijini radar, bugünkü uzay yolculuklarını gerçekleştiren uzay gemilerinin çıkış noktası güdümlü füzeler, bilgisayarların geçmişi füzeleri yönlendirmek için geliştirilen askeri teknoloji, nükleer santraller ve nükleer tıp ise, atom ve hidrojen bombalarını yaratan buluşlar sayesinde ortaya çıkmışlardır. Bu saptamalar elbette savaşları savunmak anlamına gelmez. İnsanlığın amacı her zaman barış olmak zorundadır.

Birinci dünya savaşından sonra ivme kazanan teknolojik gelişmeler ikinci büyük savaştan sonra aklın alamayacağı boyutlarda bir hız kazandı. Sivil alanda ardı ardına uygulama alanına aktarılan buluşlar, şimdi yetmişli, seksenli yaşlarına ulaşmış bulunan bizim kuşağı şaşkına çevirdi. Bu yeniliklerin nasıl olup da yaratılabildiğine akıl erdirebilmek şöyle dursun, artık bunlar olmadan yaşamanın mümkün olmadığı günlük yaşamımızda bunları kullanabilmek bile büyük hüner oldu bizler için. Benim gibi pek çok insanın, bu yeni makine ve aletleri kavramakta ve kullanabilmekte büyük sıkıntılara düştüğünü sanıyorum. Utana, sıkıla beş yaşındaki çocuklardan yardım alabilmek için gözlerinin içine bakıyoruz. Bizimle dalga geçmelerini şakaya vurup sineye çekiyoruz. Sıkça duymuş olsak da bir türlü alışamadığımız;”Aman baba, yapma be dede, şu basit şeyi de mi bilmiyosun? Hangi çağda yaşıyosun dede. Bu kadarına da pes doğrusu.” gibi aşağılamalarını sineye çekmek durumunda kalıyoruz. Bu teknolojinin içinde doğanlar buralara nasıl gelindiğini nerden bilebilirler ki?

Lise öğrencisi olduğum dokuz yüz elli’li yıllarda bir matematik öğretmenimiz vardı. Haylaz çocukları “Madrabazlar” diye azarladığından lakabı ‘Madrabaz’dı. Gerçek adını bilebilen öğrenci sayısı iki elin parmak sayısını geçmezdi. Herkes ondan Madrabaz diye söz ederdi. Yeni buluşları, teknolojik gelişmeleri olanakları ölçüsünde izler, her fırsatta bizlere bunlardan söz ederdi. Bir gün son dersten sonra bizim sınıftan, benim de aralarında olduğum altı, yedi öğrenci çevresinde kümeleştik anlattıklarını dinliyoruz. Bir ara konuşmasını dünyada, özellikle de Amerika’da gerçekleştirilen yeniliklere getirdi ve; “Çocuklar Amerika’da yeni bir radyo yapmışlar, ön kısmında aynaya benzer bir cam varmış, bu camdan radyoda konuşanları, şarkı, türkü söyleyenleri rahatlıkla görebiliyormuşsunuz.” Diğer tüm arkadaşlar gibi ben de bunun kuyruklu bir yalan olduğunu düşünüp arkadaşların gözlerine alaycı bir bakış attım. Herkes benim gibi düşünüyor olmalı ki kıs, kıs gülüşmeler oldu. Madrabaz bize döndü; “Siz gülüp alay edin madrabazlar, bu aletin adını da ‘Televizyon’ koymuşlar. Bunu bir Fransız dergisinde okudum. Önemli bir dergi, yalan yazacak değil herhalde.” Madrabaz istediği kadar bizi inandırmağa çalışsın, inanmamız mümkün değildi. Öyle ya taa Ankara’da konuşan, şarkı söyleyen birinin Yozgat’tan görülebileceği kimin aklına, hayaline sığardı ki?

Türkiye’de ilk bilgisayar, sanırım i958 de karayollarında kuruldu. Bundan iki yıl sonra da DSİ de boy gösterdi. Ben o zaman üniversite öğrencisiydin ve DSİ de çalışıyordum. DSİ daire başkanlıklarının çoğu Rüzgarlı sokaktaki Çatal Han denilen, on ikişer katlı iki bloktan oluşan yeni bir binaya taşınmıştı. Binanın girişi, yüksek tavanlı ve iki blok’un da ortak giriş katını oluşturuyordu. Merdivenlere ve asansörlere geçiş koridoru dışında, kullanılabilir 360 metre kare bir alan vardı bu katta. DSİ’nin bilgi işlem merkezi, yani bilgisayarı işte bu alana kuruldu, yerleşti. Hatırladığım kadarıyla görevli olmayanların oraya girmesi yasaktı.

Benim görev yaptığım İşletme ve Bakım Dairesi Başkanlığı B Blok onuncu katta bulunuyordu. Teknik hesapçı kadrosunda çalışıyordum. Bu yüzden de Bilgi İşlem Merkezine veri hazırlıyor, bunları haftada bir bilgisayara götürüyordum. Merkezin kapısından her girişimde adeta ürperirdim. Oraya girdiğimde bir uzay gemisindeymişim hissine kapılırdım. Bir sürü klimayla soğuk hava deposuna çevrilmiş bu kocaman alana, devasa çelik dolapların içinde yanıp sönen kırmızı, mavi, beyaz ışıklar ve bir fabrika gürültüsünü andıran ürkütücü sesler çıkaran makinelere dokunurum diye ödüm kopardı. Bir yandan da orada çalışanlara büyük hayranlık duyardım. Buna belki inanmayacaksınız ama sistemi kuran, o dönemin tek bilinen dünya firması ABD menşeli İBM firmasına DSİ ayda yaklaşık bir milyon dolar kira ödüyordu.  

Bu günkü duruma nereden başlayarak geldiğimizi hatırlamak için anlatma gereği duydum yukarıda yazdıklarımı. Hemen herkesin cebinde taşıdığı cep telefonu bilgisayarlara gelmek birden olmadı doğal olarak. Teknolojik buluşlar, yenilikler bilgisayarların  gelişimini ve kullanım alanlarını genişletirken bilgisayar alanındaki gelişmeler de teknolojik gelişmelerin hızını alabildiğine artırdı. Her biri parmak büyüklüğünde diyot lamba olarak bilinen yüzlerce ampulün yer aldığı birleşik devrelerden kurulu bilgisayar sistemi 1960'lı yıllarda piyasaya çıkan, gömlek düğmesi büyüklüğündeki ‘transistor’ denilen devrelerle hacım küçülttü. Yetmişli yılların ortasında bir buçuk milyon harcayarak Bursa İTİ Akademisine kurduğumuz bilgisayarı seksen metrekarelik bir alana sığdırabilmiştik. On kat dolayında küçülen hacmin yanında kapasitesi artarken fiyatı da en az on kat ucuzladı. Seksenli yıllarda transistorların yerini ‘Çip’ denen entegre devreler aldı. Hacim yaklaşık yirmi kat daha küçüldü. Fiyatlar, orta halli kuruluşların bürolarında ve şahısların özel kullanımlarında sahip olabilecekleri düzeylere indi. Seksenli yılların başında ABD den gelen arkadaşlar “Amerika’da  bilgisayarlar evlerde sıkça kullanılmağa başlandı.” Dediklerinde şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk. Bu tarihten sonra Türkiye’de de hali vakti yerinde olan aileler çocukları oyun oynasın, ve bu vesileyle öğrensin diye evlerine bilgisayar almağa başladılar. Bilgisayarda yapacakları işin programını kendileri yazmak zorunda olduklarından, her yerde mantar gibi biten, Basic (beyzik) dili, fortran dili kurslarına yazıldılar.

Görev yaptığım üniversitede büroma, şahsım adına ilk kez 1994 de  bilgisayar verildi. İlgili arkadaşın yardımı ile açıp kapamasını, bir şeyler yazmak için de dosya açmasını ve yazılanları kaydetmesini öğrendim. O tarihlerde henüz internet yoktu ya da bundan bizim haberimiz yoktu. Bu yüzden bilgisayar kullanmakta fazlaca bir sorun yaşamıyordum.2001 de kızım babalar günü hediyesi olarak bana bir masaüstü (Leptop) bilgisayar hediye etti. Bilgisayarcı arkadaş da onu, bir yıldan beri fakültemizin de sahip olduğu, ancak benim büroma hala bağlanamamış olan, internete bağladı. Böylece internet kullanmağa da başlamış oldum. Ama esas sorunlar da bundan sonra başladı.

Karşılaştığım her sorunu adı İhsan olan ilgili öğretim elemanına aktarmaktan sıkılıyor, hatta utanıyordum. Bu yüzden günde birkaç kez kızımı telefonla arayarak ondan yardım istiyordum. Başlarda sabırla bana yol gösteren, böyle bir sorunla karşılaştığımda ne yapmam gerektiğini uzun, uzun not ettiren, farklı sorunlar çıkarsa yine kendisine iletmemi isteyen kızım birkaç hafta sonra söylenmeğe başladı. Kızım İstanbul’da yaşadığından basit olduğunu düşündüğüm sorunlarım için onu aramayıp, lojmandaki komşumuzun üniversiteye hazırlanan kızı Selma’yı arayıp ondan yardım istedim bir süre. Sorularıma; “İsmail amca bu çok basit, nasıl yapamadın anlamadım.” Ya da;”Bunu yapamadığına inanamıyorum. Şaka yapıyorsun. Bunlar internetin alfabesi sayılır.” Tarzındaki
çokbilmiş eda ve tavırları sonucu aşağılandığım duygusuna kapıldığımdan bir süre sonra o kapıyı da çalmamağa karar verdim.

2007 de emekli olduğumda bilgisayar konusunda hayli donanımlı bir durumda olduğumu düşünüyordum. Artık yazılarımı, yapmağa çalıştığım şarkılarımın notalarını yazabiliyor, yazdıklarımı yazıcıdan (printer) alabiliyor, onlar için dosyalar oluşturabiliyordum. Derken Mail kullanarak haberleşmek, Tvitter kullanmak, Facebook, Skype, WhatsAap vb. çıktı piyasaya, işler yine karıştı. Bu sefer en büyük yardım ve desteyi, yine bitişik komşumun lisedeki oğlu Onur’dan alıyorum. Sağ olsun ne zaman ihtiyaç duyup telefon açsam, evdeyse “gelemem” demiyor.

Onur, evladım ben yine seni rahatsız ediyorum. Yine başım blgisayarla dertte. İşin yoksa birkaç dakikacık uğrayabilir misin?

-Amca şu an evde değilim. Sorununu telefonda anlatırsan yardımcı olmağa çalışayım.

-Bir iletim var. Arkadaşıma Mail’le göndermek istiyorum, ama bir türlü gitmiyor. Bunu daha önce yapmıştım, şimdi olmuyor.

-Gitmez olur mu amca. Mail adresini kontrol et. Önce mesajını yaz, sonra -dosya ekle-yi tıkla…

-Onur, çocuğum bu dediklerini yapıyorum, ama olmuyor işte.

-O zaman facebooktan ya da Watsapdan gönder.

-O dediklerini hiç yapamam. Onları kullanmasını bilmiyorum, hiç denemedim ki.

-O arkadaşın daha önce sana bir şey gönderdi mi? Eğer gönderdiyse o gönderide -mesaj- kısmına göndermek isteğin şeyi ekleyip de gönderebilirsin.

-Onur’cuğum, kafam iyice karıştı. Anlaşılan sen gelmeden ben bu işin içinden çıkamayacağım. Eve dönünce bana uğra lütfen, olur mu?

Bir başka gün kızımı arıyorum. Arzucuğum, biliyorsun yapmağa çalıştığım bestelerin notalarını, bilgisayarıma yüklediğin programda yazıyorum ya. İşte orda notaların arasına koymam gereken işaretler bir türlü yerlerine oturmuyor. Ne yapacağımı şaşırdım.

-Baba daha önce yapabiliyor muydun bunları?

-Evet, bir sorun yaşamamıştım şu ana kadar.     

-Yanlış bir yeri tıklamışındır. Kilitlenmiş olabilir.

-Öyle bi şey olmadı. Ben ne yaptığımı bilmiyor muyum, beni mağşuş yerine koymasana.

-Baba ne olduğunu ben nerden bileyim ki şimdi. Yapabileceğim tek şey işaretlere ‘yerlerine gitmeleri’ için ricada bulunmak olabilir.

-Bırak dalga geçmeyi de bir çözüm bulalım, bu çok önemli, zor durumdayım.

-Önemlidir mutlaka da, ne dememi bekliyorsun, o programı ben yazmadım ki, ne olduğunu nerden bilebilirim.

-Hiç bilmediğin programı niye verdin o zaman? Kocana sor, o da müzikle uğraşıyor, belki bilir.

-Bak ben ne diyeceğim sana. Bilgisayarını rafa kaldırıp, eski ‘Remington’ daktilon duruyor değil mi; yazılarını onunla yazsan, notalarını da nota kağıdına elle yazsan, bütün sıkıntıların son bulur, ne dersin?

-Kızım beni delirtme! Sözümü ağzıma tıktı.

-Asıl sen beni delirtme. Sen bu işi kıvıramıyorsun, bırak şu mereti. Sen de rahat et, ben de.

-Kırgın ve kızgın bir ses tonuyla;”Rahatsız mı oldunuz sayın hanımefendi, çok özür dilerim. Artık aramam, müsterih ol.

-Öyle demek istemedim babacığım. Bilgisayarın önümde olmayınca uzaktan bir şey yapamıyorum. Sorunlarının çözümünde yardımcı olamıyorum. En iyisi ben senin ekranını kendi bilgisayarıma taşıyayım. O zaman işler biraz daha kolaylar.

-Benim ekranımı bilgisayarına nasıl taşıyacaksın ki, bu mümkün mü?

-Mümkün, mümkün. Söylediklerimi aynen yaparsan ekranın önümde olacak.

Ve taşıdı. Artık, bir sorun olduğunu haber verdiğimde, onun önünde oluyordu bilgisayarım. Böylece ben de bir süreden beri biraz rahat ettim.

İşlerimi daha çok, bilgisayarıma yüklenmiş hazır paket programları kullanarak halletmeye çalışıyorum. Zorunlu kalmadıkça internet kullanmamayı yeğliyorum. İnternete girdiğim zaman genellikle       
‘Virüs’ dedikleri bir musibetle boğuşmak durumunda kalıyorum. Büyük olasılıkla kendi hatalarımdan kaynaklanan böyle bir durumda ciddi panikliyorum. Çevremdeki çocukların, bilgisayarların, özellikle de internete girildiğinde neler yapılabildiği konusunda anlattıklarını dinledikçe zeka düzeyim konusunda kuşkulara kapılıyorum.

Bir keresinde bir arkadaşımın ısrarlı önerisi üzerine, biraz da merakımdan olacak, bir porno sitesine girmeye kalkıştım. Elim tutulsaydı da girmez olsaydım. Göreceğimi gördükten sonra kapatmak istiyorum, bir türlü kapanmıyor. Kapatma tuşunu tıkladıkça yine seks konulu yeni sayfalar açılıyor. Neler çıkmadı ki karşıma; seks tacirlerinin pazarlama reklamları mı dersin, cinsel gücü artırıcı ürün reklamları mı dersin, cinsel alet reklamları mı daha neler de neler. Eşim gelip te bunları görürse utancımdan artık yüzüne bakamam. Kapatamadıkça sıkıntıdan buram, buram terledim. Böyle bir durumda kimseden yardım da isteyemedim. Baktım ki başa çıkamıyorum, kapağını kapattım bilgisayarın, oradan uzaklaştım.

Ertesi gün bana bu siteleri öneren arkadaşımı aradım, sorunumu anlattım. O da bana bir isim ve onun telefon numarasını verdi. Telefon ettim ertesi gün geldi o arkadaş. Bilgisayarımda dehşet virüs olduğunu, bunları temizleyip anti virüs program yüklediğini söyledi. Yine bir sorunla karşılaşırsam çekinmeden arayabileceğimi, tanışmamızdan mutluluk duyduğunu söyleyip yüz lira paramı da alarak gitti. Bu işten yüz lirayla sıyırmış olmaktan ben de çok mutlu oldum. O günden beri de bilmediğim sitelere girme cesaretini tümden yitirdim.

Bilgisayarların her yeni bir yeteneğini öğrendiğimde bir yaşıma daha giriyorum adeta. Onların tüm yetenek ve becerilerini öğrenebilmek artık bizden geçti sanırım. İnsanoğlunun sınır tanımayan yaratıcılığına en güzel bir örnek olan ve her gün yeni bir gelişme kaydeden bu aletler aynı zamanda çoğunluğun yaratıcılığını da körletiyor gibi geliyor bana. Bununla birlikte Yakın bir gelecekte Bilgisayarlarla neler yapılabileceğini hayal bile edemiyorum. Yeni nesil ne kadar şanslı Tanrım. Parmak kadar çocuklar bu aleti oyuncak gibi kolay kullanabiliyorken kendimin neden bu kadar gerilerde kaldığıma da akıl erdiremiyorum. Neden bu kadar erken geldim ki bu dünyaya?  


   
,



,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder