Bir Tatil Dönüşü
İkinci yılımı çalışmakta olduğum
büyük bir kamu kuruluşunda hak ettiğim senelik iznimi kullanarak ilk kez
çıkacak olduğum yaz tatilini çok sevdiğim arkadaşım Turan ile birlikte Erdek’te
geçirmeye karar verdik. Üç günü Avşa’da, gerisi Erdek’te olmak üzere on beş
günlük harika bir tatil yaptık. Kalan
son paramızla dönüş biletlerimizi aldık, Ankara’ya dönmek üzere akşamüstü
otobüse bindik. Kaptanımızın,
Eskişehir’de, yazıhane olduğu söylenen bir yerde durup yarım saat
ihtiyaç molası verdiğini duyurduğunda, saat gecenin on ikisini gösteriyordu.
İlk kez durduğumuz bu kentin, gecenin o saatlerinde bile, parıltısı çok
ilgimizi çekti. Sonradan Porsuk Çayı
olduğunu öğrendiğim bir büyük suyun iki yakası da renkli ışıklarla bezemiş,
boydan boya görmemiz, gezmemiz için adeta bize durmadan göz kırpıyordu. Bu güzel manzarayı hayranlıkla izleyerek su boyunca hayli yürümüşüz. Yazıhaneye
döndüğümüzde otobüsümüzün beş dakika önce kalktığını söylediler. Ardından da; “
Eğer şuradan bir taksiye atlayacak olursanız çok geçmez yakalarsınız otobüsü.”
Diye akıl vermeyi ihmal etmediler. Bizde bu öneriyi uygun bulup orada hazır
bekleyen bir taksi ile otobüsün peşine düştük. Şoförümüz arada bir ; “Filan
yokuşta otopusu yakalarım, siz heç meraklanmayın.” türünden laflar ederek bir
karanlık denizinde, yalnızca önünü aydınlatan farların ışığında, hızlı
sayılamayacak bir tempo ile yol alıyordu. Bu tempoyla otobüsümüze yetişmemizin
olanaksız olduğu düşünmeğe başladım.
Aklıma, taksi sürücüsünün dürüst davranmadığı, fazla yol kat ederek daha
çok ücret almak amacında olabileceği düşüncesi geldi. Bunu yavaşça Turana da
söyledim. O da benim gibi düşünüyordu. Sürücünün paramızın olmadığından haberi
yoktu doğal olarak. İşaretleşerek,
sürücüye çaktırmadan, saatlerimizi kolumuzdan çıkartıp ceplerimize aldık.
Üzerimizde para olmayınca kolumuzda sırıtan, oldukça kaliteli saatlerimize göz
dikeceği açıktı.
Bir süre sonra yavaşladı,
taksiyi sağa çekip durdu. Geriye dönerek; ”istiyorsanız devam edeyim, ama
bundan sonrası düzlük. Otobüsler bu yolda sürat yaparlar. Onu yakalamamız çok
zor ve hayli zaman alır. Ne dersiniz, devam edeyim mi?” İkimiz birden şehre
dönmesinin daha doğru olacağını söylememiz üzerine yol üzerinde manevra yaparak
döndü ve bindiğimiz yere tekrar geldik.
Borcumuzun elli lira olduğunu söyledi.
Biz süklüm, püklüm on liradan başka paramız olmadığını, borcumuzun kalan
kısmını Ankara’ya dönünce ödeyebileceğimizi, bunun için adresini vermesinin
yeterli olacağını söylemeye çalıştık. Adam, “Ben paramı peşin isterim.
Ankara’ymış, adresime göndermekmiş anlamam. O zaman binmeseydiniz arabama.”
Diye kestirip attı. Bizim (her ne kadar alttan alsak ta) tartışmalarımıza diğer
şoförler de karıştılar. Başka paramızın olmadığına ve yanımızda pantolon,
gömlek ve pabuçlarımızdan başka vereceğimiz bir şeyimiz olmadığına adamları
inandırmamız çok zor oldu ve hayli zamanımızı aldı. Şoförümüzün de orada
bulunan diğer sürücülerin de insaflı olduklarını söylemek çok kolay değil.
Gömleklerimizi ya da pantolonlarımızı çıkarıp bırakmamızı isteyenler olmadı
değil. Sonunda Ankara’ya varır varmaz
göndereceğimize yeminler edip, şoförümüzün adresini yazıp cebime koyarak
ellerinden kurtulmayı başardık.
Otobüs yazıhanelerinin her
birini tek tek dolaşarak acıklı durumumuzu bütün içtenliğimizle anlatıp yardım
istedik. Borcumuzu, varır varmaz oradaki yazıhaneye ödemek üzere bizi Ankara’ya
kalkan ilk otobüse bindirmeleri için bütün şirinliğimizle dil döktükse de bir
sonuç alamadık. Dört yazıhanenin
görevlileri sanki sözleşmiş gibi aynı şeyi söylüyorlardı; “Biz Ankara’yı tanımayız,
onlar da bizi. Bu yüzden ücretini almadan sizi gönderemeyiz.”
Eskişehir’den Ankara’ya otobüs bileti yedi buçuk lira. Bir şekilde on
beş lira bulmamız gerekiyor. Ama nasıl? Şehirde tanıdığımız kimse yok. Bu şehre
ilk gelişimiz. Nasıl tanıdığımız olsun ki? Aklımıza hiçbir çözüm yolu gelmiyor.
Gecenin bir yarısında bilmediğimiz bu şehirde nereye gidebiliriz, sabaha kadar
nasıl oyalanırız hiçbir fikrimiz yok. Serseri mayınlar gibi bol ışıklı yerlerde
dolaştık, banklarda oturduk, olabilecek en olumsuz durumları konuştuk, uykumuz
geldi. Saat üçe geliyordu. Eskişehir’den trenin geçtiğini anımsadım. Turan’a,
istasyona gidip Ankara trenine kaçak olarak binmeyi önerdim. “Başka seçeneğimiz
olmadığına göre deneyebiliriz.” Dedi.
Ortalıklarda kimsecikler yok. Tren garına
nerde olduğunu, oraya nasıl gidebileceğimizi soracak birilerini bulmalıyız.
Sakince akan çay boyunca banklarda uyuyan birkaç kişi dışında kimse göremeyince
yazıhaneler semtine tekrar döndük. Bize tarif edilen yol boyunca yirmi dakika
kadar yürüdük. İki katlı, demir parmaklıklı küçük pencereleriyle düzgün, şık
istasyon binası karşımızdaydı.
İkinci kapıyı açtığımızda,
duvarlar boyunca yerleştirilmiş deri kaplı tekli, ikili ve üçlü koltukların
bulunduğu bir büyük salona girdik. Salonda koltuklara gömülmüş uyuyan birkaç
kişi vardı sadece. Biz de, yorgunluktan ve uykusuzluktan perişan bir halde üçlü
bir koltuğa adeta yığıldık.
Umutsuzluğumuz ve geleceğimizin belirsizliği uyumamıza olanak
vermiyordu. Turanla kaçak yolcular üzerine fısıldaşarak fikir yürütürken gişede
görevli memur arka kapıdan girip makamına kuruldu. Biraz sonra, yine görevli
olduğu resmi giyiminden belli olan bir başkası salona girdi. Uyuklayan kişileri
dürtüp uyandırarak nereye gideceklerini, yolcu iseler biletlerini göstermelerini
istiyordu. Bilet gösteremeyen, geceyi rahat koltuklarda geçirebilmek için orada
bulunan bizim gibi yersiz, yurtsuzları kapı dışarı ediyordu. Belki de o
bedavacı gece kuşlarını tanıyordu. Bizde bir kere daha şafak attı. Sabahı etmek
için buradan daha rahat, daha konforlu bir yer bulabilmemiz olanaksızdı.
Kovulacağımızdan emin, nefesimizi tutup bekledik. Bizim önümüze geldiğinde
herhalde son derece düzgün olan kılık kıyafetimizden etkilenmiş olmalı ki bilet
sormadan bakıp geçti.
Ankara yönüne ne zaman tren olduğunu
öğrenmek için kalkıp gişenin önüne gittim. Memur, sabaha karşı dört kırkta
gardan hareket edecek bir yolcu treni olduğunu söyledi. Eskişehir’le ilgili
değişik sorular sorarak sohbet etmek istedim. Amacım, çaktırmadan konuyu kaçak
yolcuya getirmek ve bilmemiz gereken bazı bilgiler edinmekti. Sohbetin
koyulaşıp ilerlediği anlarda, umursamaz bir biçimde, trenlere kaçak binen
insanların olup olmadığını sordum. Görevli cin gibi. Nereye varmak istediğimi
ve niyetimi şıp diye anladı. Gülümseyerek; “Derdiniz, zorunuz nedir bilemem ama
öyle anlaşılıyor ki siz trene kaçak binmeye niyetleniyorsunuz. Bana kalırsa
bunu sakın yapmayın. Yakalanmama olasılığınız sıfır. Yakalanınca da ilk
istasyonda trenden indirilirsiniz. Bunu göze alıyorsanız binin, siz bilirsiniz.”
Dedi. Adamın leb demeden leblebiyi anlaması beni şaşırtmış, hem de
cesaretlendirmişti. Ona başımıza gelen olayı anlattım. Hiç kimsecikleri
tanımadığımız bu şehirde ne yapmamız gerektiği hakkındaki düşüncesini sordum.
“Bekçiye söyler, sabaha kadar burada kalmanızı sağlarım. Ötesine de karışmam.”
Deyip kestirip attı. Hiç olmazsa gecenin kalan kısmını uyuyarak
geçirebileceğimiz güvenli sayılabilecek bir yerimiz olduğu için birazcık
rahatladık.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandık.
Uykumuz sırasında bekçinin müdahale etmesini önlemiş olan gişe memuruna
teşekkür ederek oradan ayrıldık. Güneş yavaş yavaş binaların arasından
yükselirken bulunduğumuz alanda bir canlılık oluştuğunu fark ettik. Kamyonlar,
kamyonetler gelip yanaşıyor, meydanın şurasına, burasına bir şeyler
boşaltıyorlardı. Bir Pazar kurulmakta olduğunu anlamakta gecikmedik.
Pazarcıların mallarını indirip taşıyarak, olmazsa zengin hanımların filelerini
taşıyarak para kazanabileceğiz geldi aklıma. Bu düşünceyi eyleme koymağa karar
verip kamyon ve kamyonet patronlarından iş istedik. İhtiyaçları olmadığını
söyleyip hepsi de bizi sepetlediler. Çaresiz, varlıklı hanımların filelerini
taşıma umuduyla Pazarın hareketlenmesini bekledik. Bu arada ceplerimizi
karıştırırken Turanın cebinde bulduğu bir yirmi beş kuruş bizi hayli
sevindirdi. Onunla bir simit alıp paylaştık. Böylece kahvaltı sorununu bir
ölçüde saf dışı bıraktık.
Güneş hayli yükselmiş, Pazarda
da alış veriş oldukça hareketlenmişti. Gözüme kestirdiğim birkaç hanım teyzenin
filesini taşıma isteyim ne yazık ki olumlu sonuç vermedi. Turanın girişimleri
de sonuçsuzdu. Pazar yerinin bir tarafındaki duvarın üstüne oturduk. İşin
içinden nasıl çıkabileceğimiz konusunda görüşlerimizi ortaya döküyoruz. İkimiz
de Ankara’da aynı kurumda çalışıyoruz. Kurumun Eskişehir’de bölge müdürlüğü de
var. Soruşturup yerini bulabiliriz, ancak o gün Pazar. Resmi kurumlar kapalı.
Bugün bir şekilde Ankara’ya ulaşmalıyız. Çantalarımız otobüsle gitti. Ayrıca
yarın kesinlikle işbaşı yapmalıyız. Çaresiz, berbat bir durumdayız. Polise gitmek
ikimizin de aklının ucundan geçmiyor. Bir an büro arkadaşım Ülkü hanımın,
konuşmalarımız sırasında söylediği bir cümle beynimde şimşek gibi çaktı.
Ailesinden söz ederken, “ Babam Eskişehir tren garında ambar müdürü.” Dediğini
anımsadım. Yardım isteyebileceğimiz tek insan o olabilirdi. Yeniden gara
gittik. Hala gişede görevini sürdüren memur karşısında bizi görünce, “Gençler
siz hala burada mısınız? Buraya döndüğünüze göre bilet parası bulamamışsınız
anlaşılan.” Ben “ Neden? Tren bileti
almak için gelmiş olamaz mıyız?” Diye karşılık verdim. “Hayır, bu yüzden
gelmezsiniz. Çünkü tren bileti otobüs fiyatının iki katı. Para bulsanız otobüse
binerdiniz, haksız mıyım? Bakın üzüldüm
şimdi durumunuza. Benden ne istediğinizi söyleyin.” Gerçekten de bilet filan alacak
durumda değiliz. Size birini soracağız. Yardım ederse bize o eder. Sizin garda
ambar müdürü. Kızı çalıştığım yerde büro arkadaşım. Onu bulmalıyız. Pazar
olduğu için mesaide olmadığını biliyoruz, ama siz onu tanırsınız. Bize evinin
adresini verebilirsiniz. Sizden bunu istemeğe geldik.” Biraz düşündü ve “Burda iki tane ambar var ve
iki de müdürü. Amma ben sizin aradığınız müdürü biliyorum; Tahsin bey. Diğer
müdür Asım beyin öyle çalışacak kadar büyük çocuğu filan yok. Tahsin Bey bizim
kurumun lojmanlarında oturur. D blok 11 numara.” Lojmanlara nasıl gideceğimizi
de tarif edip bizi yola vurdu.
Yüksek duvarlarla çevrili büyük
bir siteye iki kanatlı, kanatlardan biri aralıkça duran demir bir kapıdan
girdik. İki katlı en az bir düzüne apartman var. D Bloku bulmak zor olmadı. 11
numara ikinci katta. Binanın dışından yüksek bir merdivenle çıkılıyor. Turan
aşağıda kaldı, ben basamakları heyecanla çıkmağa başladım. Ya evde değilse. Ya
yanında parası yoksa. Ya da var, vermezse. O güne kadar tanımadığım birisinden
değil para hiçbir şey istemek zorunda kalmamıştım. Merdivenin sonuna vardığımda
nefesimin daraldığını, biraz dinlenmeden konuşamayacağımı duyumsadım. 11
numaralı kapının önünde ne kadar bekledim hatırlamıyorum. Sonunda sanırım zile
bastım. Derin bir nefes alıp beklemeğe başladım. Sonra bir kere daha basıp
inmeğe hazırlanırken üzerinde pijamaları ile kel kafalı, kısa boylu, orta yaşlı
bir bey kapıyı araladı, kafasını dışarı uzatıp; “Buyur delikanlı. Kimi
aramıştın?” “Şey ben Tahsin beyi aramıştım. Burada oturduğunu söylediler.
Umarım yanlış kapıyı çalmadım.” Tahsin amca beni aşağıdan yukarı süzdükten
sonra; “O dediğin benim. Seni tanıyamadım. Beni neden uyandırdın bu Pazar günü?
Ne istiyorsun benden?” “Sizi rahatsız ettiğim için çok özür diliyorum. Ankara’dan
kızınızın büro arkadaşıyım. Arkadaşımla bu şehirde beş parasız kaldık.”
Başımıza sardığımız belayı ve geceden buyana çaresizlik içinde nasıl perişan
olduğumuzu ayrıntılara girmeden anlattım. Ayrıca kızının gerçekten de samimi
bir arkadaşı olduğumu kanıtlayabilecek özel bilgiler sundum. Kızı Ülkü ile aynı
semtte oturuyorduk. Kocası askerdeydi. Pazar günleri dört yaşındaki kızı
Cansu’yu parka götürürdüm. Sonunda; “Ankara’ya varır varmaz ister kızınıza
vermek koşulu ile isteseniz adresinize hemen postalanmak üzere bize yirmi lira
verebilir misiniz?” diyerek geliş nedenimi söyleyebildim. “Kusura bakma
delikanlı. Maalesef sana verecek beş kuruşum yok.” Dedi ve kafasını içeri çekip
kapıyı yüzüme kapadı. Çok fazla ümitlenmemiştim zaten. Başı önüme eğik bir şekilde
merdivenleri ağır ağır indim. Suratımın şeklinden sonucun olumsuz olduğunu
Turan anlamıştı. “Bu kapı da kapalı ha!” dedi sadece. Apartmanın önündeki bir
ağacın altında bulunan banka oturduk. Bir iki dakika geçti geçmedi Tahsin amca
merdivenin tepesinde göründü. “Demek hala burdasınız. Gitmediğiniz iyi oldu.
Bekleyin, yanınıza geliyorum.” Diyerek merdivenleri indi, yanımıza gelip
oturdu.
“Bakın genç adamlar, size bir
olayı anlatacağım. Dedi ve Çorumda ilk göreve başladığı yıl çok samimi bir
arkadaşının adını vererek kendisinden atmış beş lira olan maaşının elli
lirasını iki gün içinde geri ödemek üzere almayı başaran ve bir daha hiç ortaya
çıkmayan bir dolandırıcı yüzünden artık kimselerin kendisini kandırmasına
fırsat tanımamağa, kim olursa olsun borç para vermemeğe yemin etmiş olduğunu,
bu nedenle yardım etmeyi düşünmediğini söyledi. Ben kendisine; “Çok haklısınız,
size söyleyecek sözümüz yok. Ne diyebiliriz ki. Denize düşen balığa sarılır.
Belki bir umut diye gelmiştik size. Olmadı. Burada ne yapacağımızı düşünüyoruz.
Elbet bir yol bulacağız.” Adam gülümseyerek;
“Kızımla ilgili söylediğin bilgilerin hepsi doğru. Belli ki onu iyi
tanıyorsun. Ayrıca içimde sizin bir dolandırıcı olmadığınız gibi bir his var.
Bu yüzden size istediğiniz parayı vermeğe karar verdim. Bunu yapmazsam kızım da
bana darılabilir. ”Diyerek cüzdanını çıkardı, bize yirmi lirayı verdi. Parayı
Ankara’da kızına verebileceğimizi de söyleyip bize iyi yolculuklar diledi.
Teşekkür edip elini öptük ve zaman yitirmeden otobüs terminalinin yolunu
tuttuk.
Ankara’ya yarım saat sonra
kalkacak otobüse bilet aldık. Kalan beş lirayla karnımızı doyurduk. Hiç bu
kadar lezzetli bir yemek yememişiz gibi geldi bize. Sonra da büyük bir keyif ve
mutlulukla otobüsümüze binip yerlerimize oturduk.
Çok eğlenceli bir öykü
YanıtlaSilhakikaten cok eglenceli bir hikaye, ne tarafindan tutsam guluyorum, su kenarinda vakti unutup otobusu kacirmak, bes parasiz taksiye binmek, kacak tren yolculugu tesebbusu. super!
YanıtlaSil