23 Temmuz 2015 Perşembe

KAHREDEN SÜRPRİZ



Kör Abbas, doğu illerinden gelip köye sonradan yerleşmiş birkaç aileden birinin reisiydi. Daha evliliğinin ikinci yılında, bir taş ocağında çalışırken patlatılan bir dinamitin kahredici gücü, yörenin en çok aranan genç taş ustası, yiğit Abbas’ı Kör Abbas’a dönüştürüvermişti. Bu kazada Abbas iki gözünü de tamamen kaybetmişti. O devirlerde işçinin hiçbir sosyal hakkı bulunmadığından, patronu, Abbas’ı dımdızlak evine postalamıştı. Kocakarı ilaçlarıyla Abbas’ın yaralarının kuruyup yok olması aylar sürdü. Kuruyan yaralarla birlikte Abbasın gözleri de kuruyup yok oldu. Yara izlerinden, yüzüne bakılacak  gibi değildi artık. Çalışıp evi geçindirmesi bir yana, yardım almadan eşikten dışarı adım atamıyordu. Henüz bir buçuk yaşında olan bir de oğlu vardı; Haydar Ali. Abbas’ın rahmetli dedesinin adı. Yabancı olmalarına karşın köylüye ters gelmeyen bir yapı ve yaşantıları vardı Abbasların. Bu yüzden olay köylüleri hayli üzdü. Elinde olanağı olan herkes Abbas’lara yardımı esirgememedi. Güzel karısı Şehri ( adı Şehriban’dı, ama herkes Şehri diye ünlerdi) önceleri köyde daha varlıklı olan evlerde işe, güce yardım ederek kocasına ve çocuğuna bakmağa çabaladı. Haydar Ali iki yaşına basmadan bir kız bebek daha geldi. Yaz ayları geçip iş, güç azalınca ve soğuklar da bastırınca ailede işler biraz karıştı.
İçinde inanılmaz zorlukları ve sıkıntıları barındıran günler gelip kapıya dayanmıştı Şehri’ler için. Abbas’ın karanlık dünyasını azıcık da olsa aydınlatabilecek bir ışık umudu tümden yok olmuştu. Çocuklar doğru dürüst beslenemediklerinden sık, sık hastalanıyorlardı. Şehri uğraşıp, didinip birini iyileştirmeden öteki yataklara düşüyordu. Bu yüzden işe gidemiyor, eve yiyecek, içecek de getiremiyordu. Böyle zamanlarda komşular da yiyecek göndermeyi unuturlar ya da ihmal ederlerse gün boyu kursaklarına bir şey girmeden yatağa girdikleri oluyordu. Ne sağacak bir koyunları, ne bir tutam soğan ekecek toprakları, ne de ekmek yapmağa bir avuç unları vardı. Yedikleri, çökelekli dürüm ya da yağsız düğürcük çorbasıydı. Onu da bulurlarsa. Haydar Ali’sini de, yardıma gittiği  evlerden olan Hacce bibi’nin “Oğluna yedir.” diye verdiği, gözü gibi sakladığı bir tas üzüm pekmezinden her sabah bir kaşık, kuru ekmeğin üzerine dökerek, yedirip doyuruyordu. Allahtan kendi sütü ile bebeği Kıymet'i rahatça doyurabiliyordu, tabii kendisi aç değilse. Kış ayları dayanılmaz acılarla geçiyordu. Gelecek  kışlar da böyle geçecekse yaşamlarını sürdürebilmeleri mucize olacaktı.
Yazları köyde işsiz kalmak söz konusu değildi. Bahçeydi, bağdı, tarlaydı, koyundu, sığırdı derken birçok evde yapacak bir yığın iş oluyordu. Şehri o işten ötekine, akşama kadar koşturuyordu. Gün içerisinde bir iki defa fırsat yaratıp evine geliyor, bebeğinin gereksinimlerini karşılayıp tekrar işine koşuyordu. Akşam olunca da elleri yüklü olarak dönüyordu eve. Henüz yirmi yaşına bile basmamış olduğundan yorgunluk vız gelip, tırıs gidiyordu. Yatmadan önce kocası ve oğlu için ertesi günün yemeğini de hazır etmeyi ihmal etmiyordu.
Güz gelip köylünün işleri bitince Şehrinin evindeki bolluk bıçak gibi kesildi. Beş kuruş paraları yoktu. Bu aylarda herkes şehre iner, gazından, tuzundan, kınasından tutun da giyecek bezine kadar ihtiyaç görürlerdi. Bunun için kimi bir çuval buğday, arpa, fasulye, mercimek, kimi de bir iki koyun, keçi, bir dana,  vb. götürüp satardı pazarda. Şehrinin satıp paraya çevirebilecek hiçbir şeyi yoktu. Geçen kışı da aratacağından kuşku duymadığı bir kış kapıdaydı. Günlerce düşünüp bir çıkış aradı. Sonunda şehre inip, kapı, kapı dolaşarak iş, olmazsa ne verirlerse yardım istemeye karar verdi. Yani bir bakıma dilenmeye. Bu çok zordu ama aklına başka bir şey gelmiyordu. İlk denemesinde, bir evde yarım gün çalışması karşılığı verdikleri yiyecekler ve eski giysiler cesaretini artırdı. Ayrıca haftada bir gün temizliğe gelebileceğini de söylemişti evin hanımı. İlerleyen haftalarda başka kapılarda açıldı önünde. Şehrinin dilenmek zorunda kalma olasılığı yok olmuştu. Artık kocasını ve çocuklarını aç ve açık bırakmıyordu. Sabah ışır ışımaz yola düşüyor, bir saate kalmadan şehre varıyordu. Karanlık basmadan da köye dönmüş oluyordu. Bazen yolda rastladığı bir traktörün onu sırtında heybesiyle iki büklüm yürürken görüp, para almadan römorkuna aldığı da oluyordu. O zaman yol yarım saatin de altına düşüyordu. Kışın çok karlı, tipili havalarda işe gidemediği oluyordu sık, sık. Daha sonraki gidişlerinde işlere var gücüyle asılarak gelemediği günleri kapatmağa çalışıyordu. Böylece haftalar, aylar geçti, gitti.
Ertesi sene Şehri varlıklı bir evin devamlı hizmetçisi olarak yeni bir hayata başladı. Evin hanımı hastaydı. Kimselere söylemiyorlardı ama “İnce hastalık” denen vereme yakalanmıştı. Evin, büyüğü on yaşlarında iki oğlu, altısında bir de kızı vardı.  İşe başladıktan iki ay kadar sonra hanımının beyi Hasan efendi karısını tedavi ettirmek için Ankara’ya götürdü. Emine hanım dört ay evden ve çocuklardan uzak kaldıktan sonra iyileşemeden geri döndü. Şehri hem evin günlük işlerini yapıyor, hem de günün büyük kısmını yatakta geçiren Emine hanımın bir dediğini iki etmiyordu. Hanımı hastalığının bulaşmaması için ne yapması gerektiği konusunda sürekli uyarıyordu Şehri’yi. Ona dokunma, bunu yeme, şunu içme vb.  Emine hanım Şehri'nin şefkatli bakımı sayesinde hastalığına beş yıl kadar daha dayandı. Ölmeden önce de Şehri’den çocuklarını bırakıp gitmemesi konusunda yemin verdirerek söz aldı. Ve bir kasım  sabahı onu ölmüş buldular yatağında.
Emine hanımın ölümünün üstünden iki yıl kadar geçmişti ki bir iş için Çoruma giden Hasan efendi ( iş gereği Çoruma sık, sık giderdi) yanında kendisinden oldukça genç sayılır bir hanımla döndü. Çocukları çağırıp; “Yeni ananız artık bu hanım olacak. Adı Aynur. Şimdi sıraynan elini öpün bakıyım.” diyerek analıklarını tanıttı. Çocuklar bir tepki göstermeden söylenenleri yaptılar. Sessizce odalarına çekildiler.
Hasan efendinin büyük oğlu Kemal on yedi, küçüğü Celal on altı ve kızı Mahinur da on üçüne basmıştı. Çocuklar analıklarına, Aynur da çocuklara ısınamadı bir türlü. Ayrıca Aynur, Şehri’ye karşı da son derece soğuktu. Allahtan evde fazla durmuyor, Hasan efendinin ardından giyinip, süslenip evden çıkıyordu. Çocuklar Şehri’ye daha çok yakınlaştılar. Özellikle Kemalin Şehriye ilgisi ve yakınlığı bir anneye, bir ablaya olandan çok farklıydı. İçten içe ona sarılmak, öpmek, başını dizlerine koyup yatmak hatta onunla sevişmek arzusu duyuyor, bununla ilgili hayaller kuruyordu. Şehri de öksüz olmanın acısını hafifletmek için anneleriymiş gibi davranıyordu. Çamaşırlarını, elbiselerini ütülüyor, giydiriyor, saçlarını tarıyor, evden çıkarken sarılıyor, yanaklarını öpüyordu. 
Bir gün, Kemallerin sınıfında son iki saatlik dersin öğretmeni okula gelmedi. Müdür yardımcısı çocukların evlerine gidebileceğini söyledi. Kemal hiçbir yerde oyalanmadan doğru eve gitti. Kapıyı Şehri açtı. Kemali görünce şaşkın bir vaziyette: “Hayırdır Kemal, bu saatte niye geldin ki? Okulda olman gerekmiyo mu?” Kemal rahatsızlandığını, yatacağını söyleyerek yatak odasına yöneldi. Şehri de ardından. Kemal ceketini çıkartıp yatağın üzerine oturdu. Şehri: “Ateşine bi bakıyım, varsa sana bi ıhlamır gaynadıyım eyi gelir.” Yanına oturup elini Kemalin alnına koydu. Ani bir hareketle Kemal Şehri’yi kucaklayıp sırt üstü yatağa yatırdı ve üzerine çullanıp yüzünü, gözünü, burnunu, ağzını şuursuzca öpmeğe başladı. Şehri şaşkınlıktan kıpırdayamadı önce. Altından silkinip kalkacak gücü bulamadı kendinde. Sonra bir iki çırpındı, debelendi. İçten içe Kemalin öpücüklerinden hoşlandığını, hatta onunla sevişmek arzusu taşıdığını duyumsadı. Kendini koyverdi.
Kemal Şehri’nin evde yalnız kaldığı zamanları kolluyor, okulu bir şekilde kırıp eve koşuyordu. Haftada bir ya da iki kez bu buluşmalar sürüp gitti. Bir gün okuldan erken çıkan celal kendi anahtarıyla sessizce eve girip üst kata çıkınca yatak odasında onları sevişirken gördü. Hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı. Şehri, büyük bir korkuya kapıldı. Giyinip, bohçasını toplayıp bir daha o eve adımını atmamak üzere ayrılmayı geçirdi aklından.  Burada suyunun artık ısındığını, Hasan efendinin kulağına gider gitmez kovulacağını düşündü. Bu rezaleti göze alamazdı. Çabucak giyindi, Kemale gitmek zorunda olduğunu söyleyip toparlanmağa koyuldu. Kemal, koluna yapışarak; “Getme. Celal gordüklerinden kimsiye bi şey söylemez. Ben bunu garanti ediyom. Kimse seni irahatsız edemez. Nolur gorkma, yalvarırım bana inan, bana güven.” Diyerek Şehri’nin gitmesine engel oldu. 
Şehri evin günlük işleriyle ve Kemalle olan buluşmalarında çok daha dikkatli olaraktan yaşamına bir süre daha devam etti. Celal da hiçbir şey olmamış, hiçbir şey görmemiş gibi davranıyordu. Bu arada evin hanımı ile araları giderek daha çok açıldı. Aynur her fırsatta resmen aşağılayarak ve azarlayarak günlerini zehir ediyordu Şehri'nin. Şehri de artık o evde barınamayacağını hissediyor, el altından başka bir kapı bulmanın çarelerini araştırıyordu. Pazar alışverişine gittiği bir gün çok hanımefendi görünüşlü biriyle tanıştı. Adı Zarife olan bu güler yüzlü, dost canlısı hanım Şehri’yi çaya davet etti. Evini ve nasıl bulacağını da bir güzel tarif ettikten sonra kucaklaşarak ayrıldılar.
Bir gün öyle vakti koltuğunda kitaplarıyla Celal eve geldi. O sırada yatak odalarını düzenlemekle meşgul olan Şehri'nin yanına çıktı. Arkası dönük olan şehri’yi kucakladığı gibi yatağın üzerine attı. Neye uğradığını anlamadan üzerine çöktü. Şehri şiddetle karşı koymağa çalıştı. Celal Şehrinin bağırmasını önlemek için ağzını kapatıp; “ Abimle yaptıklarını herkesin duymasını isdemiyosan sesini çıkarma. Seni ben de çok seviyom. Her gece seni hayal ediyom. Senin de beni sevmeni isdiyom. Artık dayanacak halim galmadı.” Bu sözlerin ardından Şehriyi öpücüğe boğdu. Şehri biraz korkudan, biraz da sevgi ve yakınlığından tepki göstermekten vaz geçip Celale sıkıca sarıldı. Onun öpüşlerine de hararetle karşılık verdi. Henüz on altı yaşında olan celale sevişmelerinde yardım etti.
Şehrinin çocukları da büyümüştü. Arada bir de olsa şehirde gecelemek zorunda kaldığı zamanlar on beş yaşına basmış olan kızı Kıymet evin tüm işlerinin üstesinden gelebiliyordu. Babasına ve abisine annesinin yokluğunu aratmıyordu. Haydar Ali Sanat Mektebi'nde son sınıfa geçmişti. Kıymet'i İlkokuldan sonra okutmadılar. Haydar Ali derslerinde başarılı, geleceğine anne ve babasının umutla baktığı, arkadaşları arasında sevilen civan gibi bir delikanlı olmuştu. Annesi, arkadaşları arasında yokluk görünmesin diye hiç bir şeyini eksik etmiyordu. Haydar Ali annesinin, kendisi için katlandığı fedakârlıkların bilincinde olarak onu çok seviyordu. İlerde Onu, nasıl kraliçeler gibi yaşatacağının hayallerini kuruyordu sık, sık.
 Aynur’un baskılarına dayanacak gücü kalmamıştı Şehri’nin. Ayrılmayı düşündüğünü birkaç kez Hasan Efendiye de çıtlatmış, ancak ondan da kalması konusunda bir destek görememişti. Anlaşılan Aynur, bu konuda kocasını kendi tarafına çekmişti çoktan. Aynur’un demediğini bırakmayıp çekip çıktığı bir gün Şehri bohçasını topladı, hiç kimsenin haberi olmadan, on bir yıldır kendi eviymiş gibi hizmet ettiği, evi terk etti. Kapısının kendisine her zaman açık olduğunu düşündüğü Zarife’ye gitmeyi kurmuştu kafasında. Zarife’nin tarifine göre evi bulmak zor olmayacaktı.
Zarife’nin evi sırtını çamlık diye ünlenen, çam ormanına yaslamış, bir dönüm kadar bahçesi olan taş duvarlarla çevrili iki katlı, mavi boyalı bir evdi. Şehrin kuzeyinde yer alan son evlerden biriydi. Şerife evi eliyle koymuş gibi, kimseye sormadan buldu. Bahçe kapısı açıktı. İçeriye sessizce süzüldü. Bahçe güllerle, mevsim çiçekleriyle bir renk cümbüşü sergiliyordu. Bahçenin bir köşesinde tek katlı küçük ama şirin bir ev daha vardı. İlk görüntülerin Şehri üzerindeki izlenimi Zarife’nin varlıklı bir hanım olduğuydu. İki basamak merdivenden sahanlığa çıkıp kapı tokmağını birkaç kez tıklattı. Kapıyı Zarife açtı. Şehri’yi tanıyamadı birden. Şehri pazardaki karşılaşmalarını hatırlatınca Zarife kırk yıllık dostunu bulmuş gibi sarıldı Şehriye. Bir süre birlikte sağa, sola sallandılar. Büyük bir coşkuyla;”Ay şekerim, nasıl sevindim geldiğine, neden gelemediğine meraklanıp duruyodum. Neyse gısmet bu günmüş. Hoş geldin, canım kardeşim.” Diyerek çok candan karşıladı Zarife Şehri’yi. Doğrusu Şehri bu kadarını hiç beklemiyordu. Zarife’nin bu içten yakınlığı Şehri’yi çok sevindirdi. “Hasan Efendileri bırakıp buraya gelmekle ne eyi etmişim.” Diye geçirdi içinden. Zarife, Şehrinin koluna girerek adeta sürüklercesine onula sofaya geçti.
Şehri, oldukça büyük olan sofada gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Sedirlerde  serili  halılar çok pahalı cinsten görünüyordu. Orta yerde kurulu yuvarlak masanı üzerinde renk, renk kristal camdan yapılmış sürahi ve bardaklar,  pencerelerde el işi tül perdeler, pembeye boyanmış pürüzsüz duvarlarda yaldızlı, kalın çerçeveli tablolar, tavandan sarkan, üzerleri şapkalı beş lamba taşıyan avize ve bir köşede her yanı motiflerle süslü kocaman bir soba vardı. Buraya sofa demek oldukça hafif kalırdı. Resmen bir konağın oturma ya da misafir salonuydu. Salonun dört bir yanında başka bölümlere açılan dört tane kapı ve bir köşede yukarı çıkan ahşap merdiven vardı.  Şehri daha önce böyle bir salonu ne görmüştü ne de aklından geçirmişti.  Bir an kendini başka bir dünyadaymış gibi hissetti. Bahçeye bakan pencerenin önündeki sedire yan yana oturdular.  Zarife, yüksek perdeden; “Fatma hemen buraya gel.” Diye seslendi. Merdivene yakın kapıdan, üzerinde mutfak önlüğü olan, genç bir hanım salona girdi ve “Buyur Hanımım.” Diyerek Zarife’nin karşısında durdu. Zarife iki köpüklü kahve yapmasını buyurdu Fatma’ya. Hal hatır sormakla başlayan sohbet akşama kadar sürdü.  Bu sohbetin en önemli sonucu Şehri’nin yeni hanımının bundan böyle Zarife olacak olmasıydı.  Şehri artık sevdiği, saydığı bu güler yüzlü, sevecen ablasının yanında çalışacaktı. Ortalık kararmadan Zarife ablasıyla tekrar kucaklaşıp, ertesi gün görüşmek üzere, mutlu bir şekilde evden ayrıldı. 
Ertesi gün Şehri başka hanımlarla da tanıştı Zarife’nin evinde. Bir zil sesiyle kaybolup, bir süre sora tekrar görünen bu kadınların varlığından belli belirsiz bir tedirginlik hissetti. Devam eden günlerde, kimse bir şey söylemese de Şerife olan biteni kavramağa başladı. Ormanlık alandan eve erkek alınıyor, küçük evde hanımlarla buluşturuluyordu. Keşfettiği bu durum Şehri’yi önce çok korkuttu. Sonra; “ Aman bana ne bundan. Kim ne yapıyosa yapar. Beni ilgilendirmez. Ben buradaki işime bakarım. Bana zorla da bi şey yapdıracak değeller herhal.” Diye geçirdi kafasından. Rahatladı biraz.
Birkaç gün sonra Zarife’nin evinin bir aşk yuvası olduğu konusunda Şehrinin kuşkusu kalmamıştı.  Hala olup bitenlerden Şehriye kimse bir şey anlatmıyordu. Sonunda bir fırsatını yakalayıp Zarife ablasına konuyu kendisi açtı. Olanların farkında olduğunu, saklamaları gerekmediğini söyledi. “Beni ilgilendirmiyo, kin ne ederse etsin, ben kendi işime bakarım abla.” Diye tamamladı sözlerini. Zarife de; “Ben sana olup biteni anlatacağıdım zaten, meraklanma. İkimizin de uygun zamanını bekliyom, haydi sen işine bak, kafanı bunlara dakma şimdi.” Diye geçiştirdi.
İşe başlamasının ikinci haftasıydı. Zarife Şehri’yi yanına çağırdı, güzelliğinden, daha iyi bir hayatı hak ettiğinden, şimdiki konumuyla hiçbir geleceği olamayacağından, eğer isterse çok iyi para kazanabileceğinden vb. söz etti. Şehri buna şiddetle karşı çıktı. “Sen açıkça benim orusbu olmamı söylüyon. Benim yetişgin çocuklarım var. Kör de olsa bi gocam var. Bunu nasıl söylersin Allah aşkına abla.” Zarife üstelemedi. “Sen gine de bi düşün.” Diyerek çıkıp gitti. Şehri hiç beklemediği bu konuşmadan sonra biraz sarsılmış olsa da böyle bir yola sapmamağa kararlıydı. Birkaç gün, işleri yoğunmuş görüntüsü vererek kimseyle konuşmadı. Ama Zarife’nin söylediklerini de kulaklarında her an yeniden duyuyordu sanki.
Bir gün akşama yakın, Şehri çıkmak üzereyken Zarife dışardan geldi. Eşikte karşılaştılar. Zarife yine yüzünde o güzel tebessümü ve bütün sevecenliğiyle; “Şehrim, sen bu sıkıntılara layık değelsin. Evini şehere daşımalısın, paytonnarınan getmelisin evine. İsdesen böyle bi hayatın olur. Namıs, ar dediğin iki bacak arasından ibaret değel. Hemi de bu ar, namıs kimin garnını doyurup sırtını gavileşdirmişki. Her akşam, her sabah bi saatlik yolu yorgun argın yörümene göynüm razı gelmiyo. Ben bu yaşadığım hayatı nasıl elde etdim sanıyon? Senden aklını gullanmanı isdiyom o kadar. Gine de sen bilin. Tercihin guru bi namıs mı, yoğsa güzel bir hayat mı?” 
Şehri’nin işin namus boyutunu fazla önemsediği söylenemez. Onu Hasan Efendilerde bırakmıştı zaten. Korkusu, böyle bir yaşamın bir gün duyulabileceği, kocasının ve çocuklarının kulağına gidebilecek olmasıydı. Böyle bir durum güzel yaşam düşlerinin kâbusa dönüşü olurdu. O zaman ölmek bile ailesi üzerine sürdüğü lekeyi temizleyemezdi. Bu, o zamanki toplumun anladığı anlamdaki namustan daha başka bir şeydi.
İlerleyen günlerde Zarife, Şehrinin ağzından girip burnundan çıktı, sonunda onu ikna etmeyi başardı. Şehri, başta yaşlı müşteriler olmak üzere istemediği kişilerle asla birlikte olmayacaktı. Her zaman olduğu gibi akşam olmadan evine dönecekti. Zarife’nin, “Mutlaka değişmeli.” dediği yeni ismi -Gülbahar- olacaktı. Günde dörtten fazla adam kabul etmeyecekti. Zarife, Şehrinin bu isteklerini, hiç birine karşı çıkmadan kabul etti. Onun Şehri’den tek isteği ise müşteri ile arasında bir sorun çıkarsa bunu kendisinin çözmeğe kalkışmaması, Zarife’ye taşıması gerektiği idi. Şehri de buna karşı çıkmadı. Böylece Şehri, biraz ürkerek de olsa yeni ve bambaşka bir yaşama adımını attı.
Geçmiş dönemlerden daha fazla harçlığa kavuşmuş olan Haydar Ali artık varlıklı arkadaşlarıyla da düşüp kalkmağa başlamıştı. Bunlardan, Şehrin tek otobüs işletmecisi olan Şoför Mahmut ağanın oğlu Sarı Aamet (Ahmet adı böyle dillendiriliyordu) en çok beraber olduğu arkadaşıydı. Okul dışında akşamın geç vaktinde evlere dağılıncaya kadar birlikte oluyorlar, dersleri birlikte kırıyorlar, Tanıdıkların ve öğretmenlerin uğrama olasılığı bulunmayan kahvelere girip sigara içiyorlar, birlikte kızların peşinde koşuyorlardı. O dönem sınıfta bile aynı sırayı paylaşmağa başlamışlardı. 
Okulların kapanıp, bitirme sınavlarının başlamasının yakın olduğu günlerde Sarı Aamet Haydar Aliye; “Seni çok hoşlanacağın bir yere götürmek isdiyom.” dedi. Haydar Ali; “Nereye götürebilirsin ki? Benim bilmediğim bi yer mi var bu şeherde?” diye karşılık verdi. “Gedince görürsün, var mıymış, yok muymuş?” Perşembe sabahı okulun önünde buluştular. Önceden kararlaştırdıkları gibi dersleri kırıp Sarıların otobüs yazıhanesine uğradılar, kitaplarını oraya bırakıp çıktılar.
Haydar Ali’nin nereye gittikleri konusunda bir fikri yoktu. Bir, iki kez nereye götürdüğünü sorduysa da Sarı sürpriz olduğunu söyleyerek sır vermedi. Yarım saat kadar yürüdükten sonra Çamlık ormanındaydılar.  Hava oldukça sıcaktı ve yokuş yukarı Haydar Ali terlemeye başlamıştı. Durdu, “Nereye gittiğimizi söylemezsen şurdan şuraya adımımı atmam. Benden paso Sarı.” diyerek çevrelerindeki ulu çamların gölgelediği taşlardan birinin üzerine çöktü. Sarı da yanına oturdu. “Tamam, anlatacağam. İlerde çamlığın dibinde bir ev var.” Diye başladı ve iki kez ziyaret ettiği bu evi ballandıra, ballandıra anlattı. Özellikle kendisinin seviştiği Gülbahar adındaki kadını öve, öve göklere çıkardı. “Bu sefer ben başkasını isdiyeceem. Onu sen al. Zevkden bayılacaksın. Bütün bu zevkler için yirmi beş lira veriyorsun. Sahi sana sormadım gaç paran var yanında?”  Öteki on lirası olduğunu söyledi. “ Önemi yok. Üsdünü ben tamamlarım, sen soona ödersin.”
Bir süre gölgede dinlendikten sonra çamların arasındaki patika yollardan şehre paralel bir konumda yürüdüler.  Haydar Ali için bu ilk olacaktı. O yüzden Sarı olayı anlatır anlatmaz müthiş heyecanlandı. O andan beri tüm vücudu, özellikle de bacakları tir, tir titriyordu. İçinde “ Ya yapamazsam, ya başarısız olursam.” korkusu vardı. Sarı arkadaşının korku ve heyecanını anladı. Heyecanlanmaya, hele korkuya gerek olmadığını gülbaharın her şeyi yoluna koyduğunu, hiç acemilik çektirmediğini anlattı. Haydar Ali birazcık rahatladı.
Çam ağaçlarının arasından aşağıda ev gözüküyordu. Gürültü etmeden evin bahçe duvarına kadar yanaştılar. Duvardan ormana açılan kapıyı aralayıp bahçeye süzüldüler.  Sarı Önde Haydar Ali arkada köşedeki küçük evin sahanlığına çıktılar. Sarı kapıyı birkaç kez tıklattı. Kapı açıldı, içeri girdiler. Evin sofasından iki tarafa da sofaya açılan birer kapı vardı. Pencerenin önündeki sedire oturdular. Haydar Ali’nin heyecanı, buna bağlı olarak ta titremesi artmıştı. Dili damağı kurumuştu. Ortada duran masanın üstündeki sürahiden bardağı doldurup içti. Grevli kadın çıkıp karşı eve geçti. Sarı Haydar Aliye; “Bak, birazdan garşı gapıdan çıkarlar. Ben sana Gülbaharı gösderecem. Kesin çok beğeneceksin, emin ol. O öyle hoş, öyle datlı ki bütün heyecanını yok ediverir. Sen heç tasalanma. İşin zevkini çıkarmana bak, tamam mı?”
Sahiden de fazla beklemediler. Kapıdan ikisi kısacık şort giymiş, biri bu evden giden üç kadın çıkıp küçük eve yöneldi. Haydar Ali önce hayal gördüğünü düşündü. Kendini toparlayıp daha dikkatlice baktı. Gelenlerden biri annesiydi. Bu arada Sarı; “  Bak, Gülbahar sağdaki. Onu sana vericem. Nasıl ama, beğendin demi? Haydar Ali’nin, Açık duran karşı pencereden kendini dışarı atmasıyla ormana dalıp kaybolması bir oldu. Gücü tükeninceye kadar koştu ormanın içinde. Sonra bir çamın dibine ölü gibi serildi, kaldı.
O günden sonra yıllarca Haydar Ali’den kimse bir haber alamadı. Annesi ve kardeşleri onu bulabilmek ya da bir haberini alabilmek için çalmadık kapı bırakmadılar. Annesi defalarca emniyetin kapısını çaldı. Kayıp ilanları verdi. Bütün okul arkadaşlarını sorgulara çekti. Haydar Ali’nin birden bire yok oluşu okulda ve arkadaşları arasında da büyük üzüntü ve endişe kaynağı oldu. Sarı, Gülbaharın Haydar Ali’nin annesi olduğunu bir süre sonra kavradı. Onunla   yaşadıkları son olaydan kimseye bir şey anlatmadı. Polis, en son beraber olduğu bilgisine ulaştığı Sarı Aamedi de defalarca sorguya aldı. Bir sonuç çıkmadı. Akla gelebilecek bütün olasılıklar araştırıldı. Sonunda kayıp dosyalarına bir kişi daha eklendi.
Ancak dört yıl kadar sonra Şehrinin aldığı bir haber aileyi umutlandırdı, yüreğine su serpti. Haydar Ali yaşıyordu. Ankara’da Anafartalar’da bir nakliye ambarında çalıştığını görenler olmuştu.   
SON
   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder