Eskişehir’de Hamam yolu olarak
biline kalabalık bir caddede yürüyorum. Genç, yakışıklı, iyi giyimli birisi
hocam, hocam diyerek beni durdurdu, tutup elimi öpmek istedi. Gülümseyerek
elimi çekmeğe çalışsam da dudağına götürmesini engelleyemedim. Geçmişte
öğrencim olduğu kesindi ama o güne kadar değişik liselerde hatta beş altı
yıldan bu yana da üniversitede ders veriyordum. Hangi okuldan öğrencim olduğunu
çıkartabilmek için boşuna zihnimi zorladım bir süre. Sonunda genç adam; “Beni
hatırlayabileceğinizi düşünmedim zaten. Ofisin uzakta değil, vaktiniz varsa
buyurun bir kahvemi için. Size kendimi takdim edeyim. Mutlaka beni
hatırlayacaksınız.” Dedi. Birkaç dakika yürüdükten sonra Köprübaşı denilen
semtte altı katlı bir binaya girdik. Kapıdaki görevli asansöre kadar bize eşlik
edip asansörü çağırdı, asansörün kapısını saygıyla açtı ve selamlayarak
yukarıya uğurladı. Asansörden çıkışta da benzer davranışlar sergileyen bir
başkası, üzerinde “BAŞKAN SEKRETERİ” yazan kapıyı açıp bizi içeriye buyur etti.
Girdiğimiz odada genç ve güzel bir Bayan; “Hoş geldiniz, buyurun efendim.” diyerek içerideki bir başka kapıyı açtı, biz
girince de saygıyla kapattı. Delikanlı yer gösterdikten sonra ikimiz de oldukça
zevkli döşenmiş salonda bulunan koltuklara karşılıklı oturduk. Bir düğmeye basarak “Zeynep bize iki orta kahve söyler misin ?”
deyince merakım bir kat daha arttı. “Bu
çocuk kahveyi orta şekerli içtiğimi de biliyorsa geçmişte aramızdaki ilişki
oldukça yakın ve sıcak olmalı.” diye geçirdim aklımdan. Lafa önce o girdi:
“Hocam beni çıkartabilmeniz gerçekten çok zor. Zaten bunu beklemiyorum. Çünkü
aradan çok yıl geçti. Siz fazla değişmemişsiniz ama ben o zaman on beş yaşında
bile değildim. Yıllar geçtikçe fizik olarak ta hayli değiştim. Arhavi’yi
hatırlayın. Ve 1-D sınıfında müfettişin sınıfa gelişini.” Yüzüne dikkatlice baktım, o çocuktu. “Çok
değişmişsin ama hatırladım.” Dedim. “Sen Bücürsün. Baş belası Bücür
Hamdi.” Zihnim her şeyiyle yirmi yıl
önceki Arhavi lisesine gitti.
İlk görevimi Arhavi özel lisesinde
matematik ve fizik öğretmeni olarak yaptığımı kasabadaki ilk günlerimi
anlattığım yazımda belirtmiştim. Arhavi’de günler haftaları, haftalar ayları
kovaladı ikinci dönemin ortalarına yaklaşmıştık. Bir durum dışında her şey
yolunda yürüyordu. Bir konu beni çok düşündürüyor, çok endişelendiriyor, elimi
ayağımı birbirine dolaştırıyordu.
Hepsi de birinci sınıf olan
dört şubeli lisemde 1-D sınıfında çelimsiz, ufak tefek bir öğrenci vardı.
Derslerle hiç ilgilenmez, sözlü sınavlarda ya susar, ya da ipe sapa gelmez
alakasız yanıtlar verirdi. Yazılı sınavlarımda ise beni çileden çıkartana
şeyler yazıyordu sınav kâğıdına. Örneğin hamsi pilavı tarifi, bıldırcın avının
püf noktaları ya da Fener – Galatasaray maçı anlatıyordu. Bunların da ötesinde
ders sırasında sınıfa arkamı döner dönmez bir şeyler yapıp sınıfı benden,
dersten kopartıyordu. Onun yüzünden
verimli bir ders yapamadığım gibi sınıfın düzenini de sağlayamıyordum. Sınıfta
kendimi aşağılanmış hissediyordum. Hem öğretmenlik hem de müdürlük otoritemin
canına ot tıkıyor gibi geliyordu bana. Sık sık sınıftan dışarı atıyordum ama O
zaten bunu istiyordu. Birkaç kez velisi ile görüştüm. Velisi, “Ne edeceyisenuz
başimizun üstüne. Etu senun çemuği benun. Ben de abileru de her cun bi fasil
döveyiruk da! Adam olmayi. Piz paşa çikamayiruk, iş size galmuş mudür bey.”
gibi laflar söylüyordu bana. Disiplin
kurulunu toplayıp ceza verdik,” Niçin bu kadar az ceza verdiler.” diye bize
bozuk attığını haber verdi arkadaşları. Okuldan atmayı düşünüyordum ama
yönetmelikte yaramazlık asla atılmayı gerektiren bir suç sayılmıyordu. Ayrıca çocuğun babası okulun yönetim kurulu
üyelerindendi. Bu durum okulda yayıldıkça, her şeyin çok güzel gittiği
mesleğimin ilk yılında, giderek keyfim ve huzurum, beraberinde uykularımı da
kaçmağa başladı. O sınıftaki derslerime girmemek için kendimce bahaneler bile
yaratmağa başladım. Çünkü 1-D sınıfındaki her dersim bu çocuk yüzünden bir
kâbusa dönüşmüştü. Tam bir baş belası ile karşı karşıyaydım. Sonuç olarak bu okuldan ya ben ya da o
gidecekti. Gitmesi gereken ben olmamalıydım. Daha ilk yılımda başarısız bir
öğretmen ve müdür konumuna düşmek istemiyordum.
Ayrıca bu kasabayı, okulumu ve diğer tüm öğrencilerimi seviyordum.
Gitmesi gereken bu Baş Belasıydı. Ama bu hiç kolay değildi. Zaten okulların
kapanmasına iki ay kadar bir zaman kalmıştı.
Okulu denetlemeğe üç müfettiş geldi
bakanlıktan. Devlet liselerine en erken üç yılda bir gelen teftiş heyetinin,
okul özel olunca, her yıl gelmesi yasal bir zorunlulukmuş. Müfettişler hem
yönetimi, hem de öğretmenlerin başarısını denetliyorlar. Lisenin müdürü de
olduğumdan iki denetimin de merkezinde bulunuyordum. İdari denetimde ortaokul
müdürü bana her türlü yardım ve desteği elinden geldiğince veriyor. O kısımda
önemli bir sorun çıkmayacak gibi görünüyor. Öte yandan Müfettişler fırsat
oldukça derslere girip öğretmeni dinliyor, öğrencilere o dersin konularına
ilişkin sorular soruyorlar. Sonuçta yapılan Eğitim- Öğretimin başarı durumuna
ilişkin bakanlığa raporlar düzenleyip veriyorlar.
Branşı matematik olan bir
müfettiş benim dersime gelmek istediğini söyledi. Derse birlikte girdik. Bu bir
geometri dersiydi. ‘Paralelkenar’ konusunu işliyorduk. Müfettiş çocuklara
kendini taktim ettikten sonra kitabın içinden paralelkenar konusunu açıp bana
döndü ve konunun teoremlerini kanıtlayıp (ispat) kanıtlamadığımızı sordu. Ben
de “Kanıtladık efendim.” dedim.
Müfettiş; “Çocuklara bir soru sormak istiyorum izninle.” Diyerek kitabın
o bölümündeki sorulardan birini tane tane okudu, gerekli olan şekli de tahtaya çizdi. Ardından
bir öğrenciyi işaret ederek cevaplamasını istedi. Çocuk ağzını açmaksızın,
çözümü düşünüyormuş gibi tahtaya bakarak bir süre ayakta dikildikten sonra
müfettişin işareti üzerine oturdu. Müfettiş başka birini kaldırdı, ondan da ses
çıkmayınca bir üçüncüsünü, sonra dördüncü, beşinci… Bu arada beni bir sıkıntı sardı ki sormayın
gitsin. Çünkü bütün dikkatimi verdiğimi sanmama karşın soruyu ben de
çözemiyorum.
Geometri dersinde konuları
işleme tarzını şöyle ayarlamıştım: önce genel hatlarıyla konuyu açıklıyorum,
sonra teoremleri teker teker kanıtlıyorum(İspatlıyorum), haftanın sonunda da
odamda problemleri tek tek çözüyorum, ertesi hafta sınıflarda öğrencilerle
birlikte çözüyoruz. Böylece o bölümü tamamlamış oluyoruz. Paralelkenarın problemlerine
sıra gelmediğinden henüz hiçbirini önceden çözmemiştim. Ayrıca öğretmenlikte
ilk yılım olduğundan bu problemle önceden karşılaşmış lığım da yoktu. Problemi
öğrenciler arasından bir çözen çıkmazsa müfettişin bana dönüp; “Öğretmen
efendi, sorunun çözümünü gösterir misin çocuklara?” diyeceğini düşünüyordum.
Böyle bir durumla karşılaşırsam da, sınıftan çıkar çıkmaz, valizimi toplayıp,
okulu ve kasabayı bir daha dönmemek üzere, terk etmem gerektiğinin kaçınılmaz
olduğunu kurguluyordum. “Bittim ben. Öğretmenliğim de müdürlüğüm de buraya
kadarmış. Müfettişin çocuklara sorduğu bir problemi bile çözemeyen birisinden
matematik öğretmeni mi olur! Tanrım ne yapmalıyım.” Aklımdan buna benzer
düşünceler geçiyor. Sıraların arasında dolaşan müfettişin ardında, sırılsıklam
ter içinde kıvranır biçimde, daha başında meslek hayatımın sona erdiğini
düşünerek, yürüyorum. Müfettiş neredeyse sınıfın yarısını kaldırıp sorunun
yanıtını sordu. Ağzını açıp ta tek bir kelime olsun fikrini söyleyen çıkmadı.
En sonunda sınıfa dönüp: “İçinizde soruyu çözecek olan var mı?” diye sordu.
Arkalarda bir yerde oturan Bücür Hamdi parmak kaldırdı. Ben; “Eyvah! Bücür
müfettişin karşısında da beni yele bir edecek. Gerçekten mahvoldum. Bir şekilde
buna engel olmalıyım.” biçimindeki düşüncelerin telaşı ile bir şeyler
mırıldanmışım. Müfettiş bana döndü; “Bir şey mi söyleyecektin müdür bey?”
sözleriyle irkildim, toparlanmağa çalıştım. “Hayır efendim.” diyebildim.
Müfettiş tekrar Bücüre döndü; “Buyur evladım, anlat bakalım çözümünü.” diyerek
onu tahtaya davet etti. Bücür Hamdi soruyu herkesin de anlayabileceği bir
açıklıkla, gerekli ek çizimleri de göstererek çözdü. Müfettiş; “Aferin
evladım.” dedi ve teşekkür edip sınıftan ayrıldı. Bütün sınıf, gözleri hayret
ve şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış Bücüre bakıyor. En çok şaşıran olmama
karşın sevinçten havalara zıplayacak gibi olan da benim. Korkunç bir rüyadan
uyanmış gibiyim. Bir süre kendime gelemedim.
Ağır hareketlerle not
defterimi çıkardım cebimden. Eriyip yok olmak üzere olduğum sınıfımın karşısında
onlara güven veren bir edayla; “Arkadaşlar, Hamdi müfettişin karşısında
sınıfımızın onurunu kurtardı. O’nu ödüllendirmeliyiz. Sizce nasıl bir ödül
olmalı bu?” Çocuklardan biri; “On beş gün izin verin okula gelmesin öğretmenim.
Bu Bücürü en çok sevindirir.” Bir diğeri; “ Ona basket topu alın öğretmenim,
belki boyu biraz uzar.” Şimdi anımsayamadığım başka ödüllendirme yolları
önerenler de oldu. Not defterinden Hamdi’ye ait sayfayı açtım. İkisi yazılıdan,
biri de sözlüden aldığı üç tane sıfırı var Bücürün. Üç sıfırın da başına bir
rakamını yazdım. Böylece Hamdi’nin üç tane onu oldu. O zaman ki sistemde en
yüksek nottu bu. Dersten sonra da odama gelmesini istedim.
Hamdi’ye arkadaştan da öte bir
dost gibi yaklaştım. Onun dünyasını paylaşmak istediğimi, bir sırdaşı olmayı,
bunu başarırsak geleceğinin çok farklı olabileceğini dilimin döndüğünce
anlattım. Kendisinin de her şeyi bana anlatmasını sağlayacak güveni vermeğe
çalıştım. Bu kadar zeki olmasına karşın okula ilgisizliğinin nedenlerini
öğrenmek istiyordum. Hamdi karşımda bir süre yine abuk subuk laflar etti. Sonra
uzun süre konuşmadı. Yüzüme bakmamağa özen gösteriyordu. Ağlamağa başladı. Bir
yandan da konuşmağa başladı.
“Evde çok sopa yiyorum. Bu
yüzden ben de onlardan intikamımı alıyorum.”
Kimin, niçin dövdüklerini sordum. “Dört ağabeyim var, onlar dövüyo. Bi
de babam.”
“Peki ne yapıyorsun da sopa yiyorsun durduk
yerde?”
“Ne yapsam suç. Ders çalışmadığım için, çay
toplamayı sevmediğim için, daha çok ta yaramazlık yaptığım için. İşte böyle
şeyler.”
Kaç kardeş olduklarını sordum ona. İkisi kız
sekiz kardeş olduklarını, en küçük olanın kendisi olduğunu anlattı. Anlaşılan
daha küçük yaştayken yaptığı yaramazlıklar yüzünden itilip kakılmış ve
büyüklerinden sık sık yediği dayaklar sonucu işi arsızlığa dökmüş, asi bir
çocuk olup çıkmış, çevresine de kendini bu şekilde kabul ettirmişti.
Babası ve ağabeyleri ile
görüşmeye gittiğimde Hamdi'ye “umutsuz vaka” olarak baktıklarını, Onun için
yapılabilecek fazla bir şeyin olmadığını kabullendiklerini fark ettim. Uzunca
bir ikna çabasının ardından Hamdi’ye benim kendilerinden istediğim tarzda
yaklaşacaklarına söz verdiler.
Hamdi her geçen gün sınıf
adabına daha çok uyum gösteren, daha ilgili, çalışkan bir öğrencim oldu. Bu
olaydan sonra 6,7 olan notları son sınavlarda 9’a 10’a çıktı. Sınıf ikincisi
olarak bir üst sınıfa geçmeyi başardı. Bu sırada aile fertlerinin de bana
verdiği söze bağlı kaldıklarını övgüyle belirtmeliyim. Ertesi sene çok uzak bir kentte, başka bir
özel okula transfer olduğumdan Hamdi’nin okul durumu ile ilgili hiçbir bilgim
olmadı.
Bücür Hamdi liseden sonra İTÜ inşaat yüksek
mühendisliğini bitirmiş, saygın bir iş adamı olmuş, devlet ihaleleri alıp
yollar, barajlar yapıyormuş. Beş yüzden fazla çalışanı, oldukça modern bir
makine parkı olduğunu ve iki yıla yakın Eskişehir’de yol inşaatı nedeniyle
bulunduğunu öğrendim. Kendisine;
Biliyor musun Bücür Hamdi,
Hayatını, her şeyini o müfettişe borçlusun, biliyorsun değil mi? O sınıfa girip
te o meşhur soruyu sormamış olsaydı ben seni anlamamış olarak bir şekilde okul
hayatına son verecektim.
Çok iyi anımsıyorum hocam,
bana ne yapsanız hak etmiştim.
Bir itirafta daha
bulunmalıyım. O zaman bunu söylemem olanaksızdı. Biliyor musun, müfettişin
sorduğu soruyu sen yanıtlayıncaya kadar ben de çözememiştim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder