Ü
L K Ü
Üniversite tahsilimin ikinci yılıydı. Orada çalışan,
aynı zamanda Dil Tarih Coğrafya fakültesinde okuyan arkadaşım Turan’ın verdiği
bilgiler sonucu girdiğim DSİ (Devlet Su İşleri) eleman alımı sınavını yüz
üzerinden yüz alarak kazanmıştım. Çünkü bütün sorular matematik sorularıydı ve
ben Fen Fakültesi Matematik bölümünde okuyordum. Sınav sonuçlarının
açıklanmasından tam altı ay sonra beni çağırıp işe alındığımı söylediler. Kayıt
için isteneni evrakları hazırlayıp verdim ve ertesi gün işbaşı yaptım.
İş yerim, DSİ İşletme ve Bakım Dairesi Başkanlığı
oluyordu. Dairenin olduğu bina Meşrutiyet Caddesindeydi. Bakanlıklar tarafından
girildiğinde caddenin sonunda, sağda beş katlı, kurumun kiraladığı bir apartmandı.
Dikimevindeki Site Yurdu’nda kaldığım için belediye otobüsünden TED kolejinin
önündeki durakta iniyor, beş dakikalık bir yürüyüşle işyerine varabiliyordum.
Kot farkından dolayı, altında daha iki kat bulunan binanın dördüncü katındaydı
bana verilen oda. Bir masa ve arkasında koltuk mu, sandalye mi olduğu pek belli
olmayan bir oturak ve iki sandalyenin yer aldığı odam, koridorun sonunda,
binanın arka tarafına bakıyordu. Penceremden boş arsalar ve apartman inşaatları
göründüğünden manzara pek iç açıcı görünmüyordu. Bitişiğimdeki, odamın en az
dört katı büyüklüğünde ve cephesi farklı yönde olan oda, benim de bağlı
olduğum, İşleme ve Bakım müdürünün odasıydı. Diğer odalarda Baş Mühendis,
mühendisler ve teknikerler vardı. Baş Mühendis ve müdürümüzün sekreteri
dışındakiler odalarında ikişer, üçer oturuyordu.
Kayıt, kuyut işlemlerinden sonra çalıştığım katta ilk
tanıştığın kişi, müdürün odasının öteki yanında, benim odam kadar bir odada
görev yapan sekreter hanımdı. Masamın başına geçip oturmamın üzerinden beş, on
dakika geçmeden, açık duran kapıdan içeri süzülerek; “Ben Ülkü, müdür beyin
sekreteriyim. Hoş geldiniz. Yerleşmenize yardım etmemi söylendi ama
yapabileceğim bir şey yok gibi görünüyor. Masanıza kağıt, kalem filan getireyim
bari.” El sıkıştık. İsmimi söyledim, oturmasını rica ettim, odama konulmuş iki
sandalyeden birine oturdu. Kurumu ve işleri tanımama yardımcı olacağını
gülümseyen, sıcak, içten bir tavırla anlattı. Birazdan müdürümüzün geleceğini,
beni müdüre kendisinin takdim edeceğini söyledi. Gereksinim duyacağım her şeyi
kendisine iletmemi de isteyip kalktı ve odasına geçti.
Saat on buçuk gibi müdür olduğunu tahmin ettiğim biri
elinde kocaman bir evrak çantasıyla, koridordaki açık kapılardan başını uzatıp
içerdekilere isimleriyle “Günaydın.” Diyerek büyük odaya girdi. Peşinden Ülkü
Hanım daldı odaya. Kısa bir süre sonra da benim odama gelip;”Müdür bey sizi
istiyor.” Dedi. Sekreter hanımın peşine
takılıp müdür beyin odasına girdim. Beni
güler yüzle karşıladı. “Kuruma hoş geldin delikanlı. Benim adım Kadri, Kadri
Örencik. Bu bölümün müdürüyüm. Dün evraklarını gözden geçirdim. Fen
Fakültesinin matematik bölümünde okuyormuşsun. Bu epey işimize yarayacak.
Burası bir teknik servis. Matematik bilmeyenin burada yeri yok. Büronda sana
gerekli olacak malzemelerin listesini ambara gönderdim. Ülkü hanım sana
yardımcı olacak. Haydi bakalım. Yeni işin hayırlı olsun. Burada ne yapacağını
ve diğer konuları sonra konuşuruz. Bu
gün dairede gez, dolaş herkesle tanış. Keyfine bak.” Teşekkür ederek
odadan çıktım.
Öyle vakti ülkü hanım açık duran odamın kapısından
başını uzatarak; “Yemek vakti, birlikte inelim, sana yemekhaneyi göstereyim.
Sonrada ambara gider listedeki malzemeleri alırız, ne dersin?” Ne diyebilirdim
ki. Biraz mahcup, biraz çekingen peşine takıldım, birlikte merdivenlerden dört
kat aşağıya indik.
Yemekhanede Ülkü Hanım beni birkaç abi ve ablayla
tanıştırdı. Yemeği Ülkü hanımın bir bayan arkadaşı ile birlikte üçümüz bir
masada yedik. Arkadaşı ile konuşmalarından Ülkü hanımın evli ve bir kızı
olduğunu öğrendim. Üç yaşında olduğu anlaşılan kızından, onun tatlı
yaramazlıklarından söz ettiler. Bu konuşmalardan öğrendiğim bir başka durum da
Ülkü Hanımın beyinin Ankara dışında olduğuydu. Çaylarımız gelince onlara sigara
ikram ettim, ikisi de geri çevirmedi. Bir saati aşkın sohbet ettiler. Masada
unutulmuş gibiydim. Ama hiç sıkılmadım. Bu arada Ülkü Hanımın çok güzel bir
kadın olduğunu, konuşma tarzı ve sıcacık
tavırlarıyla da bu güzelliğini bir kat daha artırdığını fark ettim. Hep
gülümseyen, siyah zeytin gibi gözleri vardı. Eşinin ne kadar şanslı olduğunu
düşündüm.
İş yerimde iki ayı geride
bırakmıştım. İşime ve iş arkadaşım olan ağabeylere ki çoğunluğu İTÜ den mezun
Yük. Müh.lerdi. En yaşlıları müdürümüzdü, o da kırk yaşlarında ya vardı ya
yoktu. Müdürümle aram, başkalarının kıskanacağı ölçüde iyiydi. İşe hep on buçuk
gibi geliyordu. Daha önce Ülkü Hanımın yaptığı sabah kahvesini bana
yaptırıyordu. Bu yüzden Ülkü Hanımın alındığını bile hissetmiştim. Haftada bir
gün okula, ‘Uygulama’ dersine gitmeme izin vermişti. Bu benim için bulunmaz bir
fırsattı. Ülkü hanımla artık birçok şeyi paylaşabiliyordum. Ona sadece ‘Ülkü’
diye hitap etmemi istemişti, artık ben de öyle yapıyordum. O da beni
adımla çağırıyordu. Sık, sık
birbirimizin odasına gelip laflıyorduk şundan bundan. Onunla konuşmak,
yakınında olmak, her ne olursa olsun bir işine yaramak beni mutlu ediyor, heyecanlandırıyordu. Beraber olduğumuz zamanlar o benim gözlerimin içine
bakabiliyor, ben onunkilere bakamıyordum.
Sabahları ikimiz de
otobüse Dikimevi durağından biniyorduk. Bir süre sonra durağa elli metre kadar
mesafede ve dört yolun kavşağı olan köşedeki ‘Bahar’ Pastanesinde kahvaltı etme
bahanesiyle Ülkünün durağa gelişini izlemeye başladım. İlk zamanlar rastlantı
sonucu karşılaşmış havası yaratmağa çalıştım. Kısa bir süre sonra erken
geldiğinde onun da beni izlediğini ve beklediğini sezinledim. Birlikte kahvaltı
teklifimi geri çevirmeyince, her sabah olmasa da haftanın birkaç günü pastanede
oturup konuşma heyecanı ve mutluluğunu yaşamaya başladım. Benimle olmaktan
hoşlandığını hissediyordum. Ama duyduğu yakınlığın bir arkadaşlık, bir dostluk
sınırlarını aşıp aşmadığı konusunda emin olamıyordum. Artık gecelerimin,
gündüzlerimin büyük bir bölümünde onu düşünmekten kendimi alamıyordum.
İş yerinde dikkat
çekmemek için odasına daha seyrek girip çıkmaya başladım. Ara sıra Ülkü ile
yakınlığımızı ima eden takılmalar olmuyor değildi koridorda, yemekhanede.
Anlamazlıktan, duymazlıktan geliyordum. Onların yanındayken bahsi geçtiğinde ‘Ülkü
hanım’ diye söz ediyordum ondan. İşimi bitirince masamda onun resmini çizmeye
çalışıyordum. Resim yeteneğim çok kıt olmasına karşın birkaç denemeden sonra
onun gülümseyen bakışlarını resme yansıtabildiğimi fark ettim. Ertesi gün okula
gitmiştim. Çekmecelerimi karıştırmış, resmi bulmuş. Okuldan döner dönmez elinde
resimle odama geldi. Öyle görünce çok utandım. Ne söyleyeceğimi kestiremedim.
“Can sıkıntısından karaladım” filan diye geveledim. Resmi çok beğendiğini,
kendisine vermemi istedi. Hayır, olmaz diyecek durumda değildim. “Sen
istiyorsan…” diyebildim.
Bir Cuma günü iş çıkışına
yakın odama geldi; “İşin yoksa Pazar günü bize gel, birlikte kahvaltı edelim.
Annem de, kızım da çok sevinirler.” dedi. O anda belli etmemeye çalıştığım
büyük bir sevinçle, bir aksilik olmazsa muhakkak geleceğimi söyledim. Bir
aksiliğin olmasına asla izin vermeyeceğimi ona bir söyleyebilsem. Onun
iş yerinden ayrılmasından birkaç dakika sonra da ben ayrıldım. Dedikodu olacağı
endişesiyle daireye birlikte girip çıkmaktan mümkün olduğunca ikimiz de
kaçınıyorduk. Böyle olması onun isteğiydi.
Pazar günü erkenden
kalktım. Zaten gece pek uyuduğum da söylenemezdi. Pazarları hiç adetim olmadığı
halde tıraş oldum, dişlerimi fırçaladım, en beğendiğim gömleğimi ve pantolonumu
giydim, kokular süründüm, dokuza doğru yurttan çıktım. Doğru Dikimevi
Çiçekçisi’ne yollandım. Annesinin farklı anlamlar yükleyebileceği endişesiyle
‘Gül’ almak istemedim. Saatin henüz erken olması nedeniyle bir süre
oyalandıktan sonra mevsim çiçeklerinden oluşan güzel bir buket yaptırıp tam
saat onda Ülkünün kapısını çaldım.
Kapıyı, kızıyla birlikte,
içten gülümseyen bakışlarıyla açtı Ülkü. En çok sevdiği çiçekleri nasıl tahmin
edebildiğime şaşırdığını söyleyerek demeti elimden aldı, beni içeri buyur etti.
Pabuçlarımı çıkardım, ayakkabılıktan ayağıma uygun bir terlik seçerek Ülkünün
peşinden salona yürüdüm. Bir gün öncesinden kızı için aldığım, o dönemlerde
makbul bir oyuncak ta sayılan, güzelce paket yaptırdığım içindeki küçük bebeği,
annesi gibi hep gülümseyen, dünya tatlısı kızına, bir öpücük karşılığında
verdim. Ayşegül’le çabucak dost olduk. Kahvaltıdan sonra onu parka götürdüm.
Kaydıraktan kaydı, salıncakta sallandı. Çok keyifli bir saati birlikte geçirdik
Ayşegül’le.
Ülküyle ilgili birçok şey
daha öğrendim o Pazar. Aynı yaşta olduğumuzu, kocasının adını, kendisinden on
iki yaş büyük olduğunu, Erzincan’da askerliğini yaptığını, terhisine bir yıldan
fazla süre olduğunu, annesinin kısa bir süre sonra, Eskişehir’de yalnız
bıraktığı babasının yanına döneceğini, cumartesileri Ayşegül’ü Ayrancı’da
oturan kayınvalidesine götürdüğünü filan. Ülkünün bunları bana anlatmış olması,
onun yanında çok farklı bir konumum olduğunu hissetmemi sağlamıştı, bundan çok
mutlu olmuştum.
Kahvaltı olayından sonra
bir süre Ülkü bana, hiç de beklemediğim bir şekilde, mesafeli davranmaya
başladı. Benimle konuşurken parıldayan, gülümseyen bakışları sıradanlaştı. Gün
boyu odama uğramaz oldu. Öyle yemeğine bana uğramadan çıkıyordu. Bunu neden
yaptığına ne bir anlam verebiliyor, ne de sormaya cesaret edebiliyordum. Bu
duruma hem çok üzülüyor, hem de çok endişeleniyordum. Bütün gün ve gece ne
kusur işlediğimi düşünüyor, bir sonuca ulaşamamanın ağırlığı altında
eziliyordum. Bütün bir hafta böyle geçti.
Ertesi haftanın ilk günü
işe giderken yanına gitmeye cesaret edemedim. Beni göremeyeceği bir yerden onun
otobüse binişini izledim. Bir sonraki otobüsü bekledim. Odama onun kapısının
önünden geçilerek giriliyordu. Geçerken, açık duran kapısından başımı uzatıp,
çekinerek “Günaydın” dedim. Kafasını bile çevirmeden, belli belirsiz “Günaydın”
dedi. Aynı sorunun devam etmekte olduğunu düşünerek içimin acıdığını
duyumsadım. Ne olmuştu da birden bu kadar değişmişti bir türlü anlayamıyordum.
Ne yapacağım, nasıl davranacağım konusunda pusulayı tümden kaybetmiştim. Bir
sürü karanlık düşüncelerle odamı bir aşağı, bir yukarı arşınlarken Ülkü içeri
girdi. Kapıyı kapattı, doğru üzerime geldi, iki elini iki yakama kilitledi,
ateş saçan bakışlarını gözlerime dikti, var gücüyle sarsarak, “Evlenirsen seni
öldürürüm. Bilmiş ol.” dedi. Beni sertçe geriye iterek çıkıp gitti. Elim,
ayağım püskül gibi döküldü. Dizlerimin bağı çözüldü. Ağzımı bile açamadan,
olduğum yerde sandalyenin üstüne yığılıp kaldım.
Bu olaydan sonra Ülkü
yine bir hafta önce olduğu gibi kabuğuna çekildi. Bense ateşlerde
kavruluyorum. Yere, göğe sığamıyorum. “Neden bunu söyledi? Kocasından ayrılıp
benimle evlenmek istiyor olabilir mi?
Bunca zaman bana kocasından söz etmemiş olması onu sevmediği anlamına mı
geliyor acaba? Tam da yeri gelmişken neden ona ‘Seni seviyorum’ diyemedim? Ülkü
beni seviyo. Başka ne anlama gelebilir ki bana söylediği? Ben de onu seviyorum.
Hem de deli gibi. Ama o bunu bilmiyo. Bunu ona söylemedim, söyleyemiyorum.”
Bu sırrımı bir tek yurttaki oda
arkadaşım Turanla paylaşıyordum. Onun, yurdun karşısındaki apartmanda oturan
evli bir bayanla ilişkisi vardı. Kocası erkenden işe gittiğinden, İstediği ve
uygun olan zamanlarda Turanı evine çağırabiliyordu. Yani arkadaşım bu konularda
oldukça deneyimliydi. Bu yüzden bana sık, sık öğütler veriyor, bildiği etkili
yol ve yöntemlerle beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Bir keresinde beni
cesaretlendireceğini düşünerek olmalı; “Ulan oğlum, sen manyak mısın? Kadın
daha ne desin ki sana. Gel de bu gece birlikte yatalım mı desin?” diye
azarladı.
Tanışmamızdan bu yana üç
aydan fazla zaman geçmişti. Son zamanlarda, hemen her sabah “Bu gün Ülküye
muhakkak duygularımı açacağım. Kocasından boşanmasını, ailemin karşı
çıkacağının kesin olduğunu adım gibi bilsem de, onunla evlenmek istediğimi, onu
çok mutlu edeceğimi söyleyeceğim.” Diye kararlı bir biçimde yurttan çıkıyordum.
Ama onunla karşılaşınca ona sevgimden, aşkımdan, ilerisi içinki
düşüncelerimden, hep onunla dolu, onunla süslü hayallerimden asla söz
edemiyordum. Bu son zamanlardaki mesafeli davranışları, bunları ona
söyleyebilmem konusunda daha da sıkıntılara sokuyordu beni. “Ya hayır derse, ya
davranışlarını yanlış anladığımı söylerse? Umutlarım tümden biter o zaman. Buna
katlanabilir miyim Tanrım.”
Artık sabahları da durakta
buluşmaya cesaret edemez olmuştum. Soğuk davranabileceği endişesi yüreğimi
buruyordu. Çoğu zaman ondan önce daireye varıyor, balkona oturup TED’kolejinin arkasındaki caddeden onun gelişini izliyordum. Kendine güvenli yürüyüşüyle
muhteşem görünürdü. Bizim kata geldiğinde mutlaka beni görebileceği bir konum
ayarlıyordum. “Günaydın.” Deyişindeki ses tonu bile o gün benimle sergileyeceği
yakınlığı belli ediyordu. Bir gün yakınlığı umutlarımı, cesaretimi artırıyorsa,
üç gün moralim bozuk geçiyordu. Moralsiz olduğum böyle zamanları müdür beye (ki
be onu Kadri Abi diye ünlüyordum) hissettirmemek için ne kadar çaba harcasam
da, o bunu fark ediyordu. İki kez beni “Moralini bozuk görüyorum. Hadi bi
okuluna git ne olup bittiğine bak. Sana bu gün izin veriyorum.” Diyerek
fakülteme göndermişti.
İşe başlayalı altı ayı geride
bırakmıştım. Nisan ayının tüm insanların kanını kaynattığı, Ankara baharının en
güzel, coşku dolu günlerinde bile bu coşkuyu istediğim gibi
yaşayamıyordum. Ülkü ile ilişkim iki
geri bir ileri devam ediyordu. Bir ateşin üstünde yürüyor gibiydim. Ne yaparsam
yapayım bu ateşi söndüremiyordum. Olup bitenleri Turana anlatmaktan da
vazgeçtim. Çünkü beni dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aptalı olarak
niteliyordu. Ona hak vermiyor değildim ama aklımdan geçirdiğim, gece, gündüz
kurduğum hayallerin hiç biri gerçekleşmiyordu. “Tanrım, daha ne kadar sürecek
bu işkence?” diye kendimi hırpalayıp duruyordum.
Turanın önerisiyle ikimiz
yurttan ayrılıp, bir ev kiralayarak oraya taşınmağa karar verdik. Turan
görüştüğü kadınla birlikte olmak için problem yaşamağa başlamıştı. Ben de Ülkü
ile birlikte olma hayalleri kuruyor, rahat buluşabilmemiz için bunu gerekli
görüyordum. Birkaç gün içinde TED’in bir arka sokağında, giriş katında bir daire
tuttuk. İkimizde, bir öğrenci için oldukça iyi sayılacak maaş alıyorduk. Gereksinim
duyabileceğimiz eşyaları aldık, evimizi güzelce dayayıp döşedik.
Bir sabah Ülkü odama
geldi, evimi görmek istediğini söyledi. Adresi aldı, sonra, zaten yeri çok kolay olan apartmanı
nasıl bulabileceğini onun arzusu üzerine tarif ettim. Cumartesi günü öyleden
sonra geleceğini söyleyerek çıkıp gitti. Kafam yine allak, bullak olmuştu.
Benim bekar evine neden gelmek istiyordu? Bu beni istediği anlamına mı
geliyordu? Beni sevip sevmediğinden neden emin olamıyordum? Yoksa ben çok
pısırık, korkak biri miydim? Ülkü daha ne kadar yakınlaşabilir, ne kadar ileri
gidebilirdi ki? Bu işkence daha ne kadar sürecekti? Bu konuda Turan’ın beni
aşağılamaları hiç haksız değildi. Bu ve buna benzer düşünceler beynimde ve
kalbimde kopan fırtınaları bir kere daha yaşamama neden oldu.
Cumartesiyi sabırsızlıkla
beklediğim haftanın Perşembe günü evden erken çıkıp büroya gelmiştim. Ofisimin
aksi yönündeki, henüz boş olan odalardan birine geçip açık
pencereden dışarıyı izliyordum. Elli, atmış metre kadar ilerimizde, caddenin karşı tarafında özel bir kız yurdu vardı.
İkinci katın balkonunda bizden tarafa bakan iki kıza laf olsun kabilinden
“günaydın” anlamında el salladım. Hemen karşılık verdiler. İşaretleşmeye
başladık. Kah işaretle, kah havaya, cama yazarak buluşma arzumuzu karşılıklı
anlatmaya çalışıyorduk ki Ülkünün arkamda bizi izlediğini fark ettim. Hırsla
camı kapattı, jaluzi perdeyi indirdi, hiç bir şey söylemeden hışımla çıkıp
gitti. Ben yine mosmor, bir sandalyeye güçlükle oturabildim. Odanın sahibi Faruk abinin “Günaydın İsmail.
Hayırdır sabah, sabah benden bir isteyin mi var?” sözleriyle kendime geldim.
“Günaydın abi.” deyip bir şey söylemeden odama geçtim.
Cumartesi günü
kahvaltıdan sonra Turan’ı evden kovalayıp Ülküyü beklemeğe başladım. Heyecan, endişe ve umut dolu bekleyişim akşam
saatlerine kadar sürdü. Artık gelmeyeceğini anlamıştım. Bütün hayallerim suya
düştü. Gelmeyişinin nedenleri arasında en mantıklı olanının, bir gün önceki
yurtlu kızlar olduğuna hükmettim. Olayın böyle olmasının baş sorumlusu yine
bendim. Akşamüzeri Turan geldi. Merakla beklediği sorularının yanıtı uydurduğum
yalandı. Ülkünün geldiğini, birlikte çay, sigara içtiğimizi, sonra da gittiğini
söyledim. Turan inanmadı, ama fazla da üstelemedi.
Ertesi hafta Ülkünün
tavırları bir gün iyi, iki gün mesafeli olarak sürdü. Cumartesi günü Turanla
evde genel bir temizlik yapmaya kalkışmıştık. Tam da işleri bitirip ortalığa
çeki düzen veriyorduk ki kapı çalındı. Kapıyı açtım. Karşımda dünya güzeli,
harikulade bir kadın gülümseyen zeytin gözlerle bana bakıyordu. Gelmesinden
tümden umudumu kesmiş olduğum, sevdiğim kadın karşımdaydı. Bir kere daha
şaşkınlıktan elim ayağıma dolaşmış durumda donup kaldım. “Her halde beni
içeriye buyur etmeyeceksin, kendim gireyim bari.” diyerek içeri daldı. Turanla
daha önce tanıştırmıştım. Arkadaşım saygılı bir biçimde “Hoş geldiniz, evimize şeref verdiniz Ülkü hanım. Buyurun
şöyle oturun.” diye yer gösterdi. Ben ancak toparlanıp “Hoş geldin.” diyebildim. Ülkü yerine oturdu, elindeki paketi bana uzatarak,” çayla birlikte
yeriz diye aldım. Eviniz hayırlı olsun, güle, güle oturun.” dedi. Evi bir
arkadaşımla birlikte tuttuğumu söylememiştim ona. Turanın da evde olmasından
sanki biraz tedirgin olduğunu hissettim. Bunu Turanda hissetmiş olmalı ki bir
arkadaşıyla buluşacağını söyleyerek özür dileyip bizi baş başa bıraktı.
Bir süre şundan, bundan
konuştuktan sonra “Ben çay içmek istiyorum, mutfağı göster bana. Çay suyunu
koyduktan sonra da evi gezdir. Arkadaşınla tuttuğunu bilmiyordum. Gelişimi
farklı yorumlamaz umarım.” Birlikte çayı demledik, mutfaktan çıkıp odaları
dolaştık. Benim odamı beğendiğini söyledi. Zaten ev iki oda, bir salondan
ibaretti. İş yerine de, Kızılay’a da yakın olmasının ne kadar güzel olduğundan
söz etti. Ben hep onu ne çok sevdiğimi nasıl söyleyeceğimi kuruyor, yapamadıkça
da içimde fırtınalar esiyordu. Sonunda, kendi evimde ona ilanı aşk etmenin
uygun olmayacağı, bunun bir fırsatçılık olacağı düşüncesi beynime adeta
çöreklendi. Sonradan, davetkar olduğunu düşündüğüm, bakışlarına, tavırlarına
karşılık veremedim. Getirdiği pasta ile çaylarımızı içtik, mutfakta bardaklarla
birlikte birkaç bulaşığı da yıkadı. Bir süre daha oturduktan sonra ,”Fırsat
bulursam yine gelirim.” diyerek çıkıp gitti. İki saati aşkın birlikteliğimizin
sonunda bende kalan büyük bir hüsrandı.
Turan eve döndüğünde
ortalık kararmağa başlamıştı. Büyük bir merak ve heyecanla neler olduğunu
sordu. Hiçbir şey olmadığını söylediğimde bana inanmadı. Bunun doğru olduğunu
öğrenince yüzüme tükürüp tepinmeye başladı. “Sen nasıl bir erkeksin? Bu fırsat
kaçırılır mı? O kadın hala nasıl olup ta seninle bu gadar ilgileniyo
anlıyamıyom. Oğlum sen yoksa yumuşak filan mısın?” Daha bir sürü hakaretler
dinledim. Bir yandan davranışımın doğru olduğunu, bir yandan da Turanın söylediklerini
çoktan hak ettiğimi düşünüyordum.
Ülkü’nün haftanın ilk
gününden başlayan mesafeli davranışları ona yakınlaşma arzumu frenliyordu.
İkinci gün sabah, Kadri beyin henüz gelmemiş olduğu saatlerde, odama geldi.
“Sana çok önemli bi şey söylemek istiyorum. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum
ama söylemeliyim. Bir uçuruma
yuvarlanmama engel oldun. Bunu neden yaptın, nasıl yaptın bilmiyorum. Şu an
artık bilmek de istemiyorum. Sana minnet borcum var. Biraz farklı davransaydın
evliliğimi bitirip yuvamı dağıtmam işten bile değildi. Nasıl büyük bir yanlışın
içinde olduğumu senin evden ayrıldıktan sonra fark ettim. Yaşadığım sürece
dostun olarak kalmak istiyorum. Artık sen benim kardeşim ve en iyi dostumsun.
N’olur bunu kabul et.”
Sonunda korktuğum başıma gelmişti.
Ülkünün bana bakarken o gülümseyen güzel gözlerindeki parıltı farklı bir anlama
bürünmüştü. Benimle konuşurken ki heyecanından eser yoktu. Bütün hayallerim, umutlarım yerle bir
olmuştu. Her şey bir anda yok olup gitmişti. Ne diyebilirdim ki.
7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder